"Konuşma Dili-Yazı Dili" Türkçe Şûrası Sonuç Raporu

"Konuşma Dili-Yazı Dili" Türkçe Şûrası Sonuç Raporu
Türkiye Yazarlar Birliği, Türkiye Dil ve Edebiyat Derneği, Yunus Emre Enstitüsü ve Ankara Sosyal Bilimler Üniversitesi ile müştereken dilimizin dünü, bugünü ve yarınının konuşulduğu bir Türkçe Şûrası düzenledi.

26-27 Kasım 2021 günleri yapılan Şûra'ya, dilciler, edebiyatçılar, ilim ve fikir adamları ile hukuk, tıp, eğitim, spor gibi alanlardan konuyla ilgili çalışmaları olanlar katıldı. Şûra'da müzakere edilen başlıklarla ilgili kapsamlı bir rapor hazırlanarak kamuoyuna açıklandı. Bu raporu bölüm bölüm sunuyoruz.

Bu raporda Türkçe Şûrası’nda ele alınan ve müzakere edilen konularla ilgili olarak 11 başlık altında bilgi verilmekte, dilimizle ilgili meseleler ortaya konulduktan sonra çözüm yolları ve yapılabilecekler üzerinde durulmaktadır.

2. Konuşma Dili-Yazı Dili

Konuşma dili ile yazı dili arasındaki münasebet tabiri caizse et ile tırnağa benzer. Yani biri diğerini doğurur bir hâldedir. Türkçenin tarihî seyrinden ana hatlarıyla yazı dilinin macerasını takip etmek mümkündür. Ancak konuşma dili için bunu söyleyebilmek imkânsızdır. Dolayısıyla konuşma dilinin yazı dili ile müşareketinin tespiti zor bir durumdur. Köktürk mezar taşlarındaki Türkçe ile başlayan yolculuk bugüne kadar üç ana istikamette devam etmiştir: Doğuda kalanlar; doğudan kuzeye ve doğudan batıya gelenler… Bu üç mecra, Türkçenin asırlar boyu bazen çağladığı, bazen de kendi hâlinde aktığı coğrafyalardır. Aslında bu yolculuk çok daha önce başlamıştır. Hiç olmazsa milat ile… Hatta milattan önce de Türk dili vardı, iki ana kol hâlinde yaşamaktaydı.

Konuşma dilinin kayda geçirilmesi söz konusu değildir. Konuşma dili ile yazı dili, tabiî olarak birbirinden farklılık arz eder. Yani yazı dilinin yapısı ile konuşma dilinin yapısı farklılık gösterir. Yazı dili, belli bir biçim içerir ama konuşma dilinde bu söz konusu değildir. Bu konudaki değişikliğin ne kadar hızlı olduğunu görmek için biraz dikkat kâfidir. Farklılığı görmek için çok gerilere gitmeye gerek yoktur. “Daha dün” diyebileceğimiz kadar yakın dönemler, bize bu konuda yeteri kadar malzeme vermektedir.

Türk dilinin başka mecraları, yani Türkiye Türkçesinin inşa edildiği alanın haricindeki coğrafya, konumuz dışındadır, konumuz Türkiye Türkçesidir. Mamafih zaman zaman o coğrafyaya da müracaat edilecektir. Aslında sadece Türkiye Türkçesinin mevzu bahis edilmesi sakıncalı olabilir ancak bu kol, bu bakımdan yani dilin konuşma cephesinin değişkenliği bakımından karakteristik bir gelişme arz etmektedir. Son bir asırda yaşananlar, Türkiye Türkçesini, diğer kollardan ayrı ve uzak bir konuma getirmiştir. Dünyanın en zor gelişen ve değişen dili olan Türkçenin bir kolu olarak Türkiye Türkçesinin son bir asırda yaşadıkları insanı hayrete düşürecek hadiselerdendir. Osmanlı edebiyat dairesindeki Türkçe yani Batı Türkçesi, ediplerin gerek kendi tercihleri gerekse konunun gereği bazen hususî bir söz varlığına bürünmüş, mâna muğlaklaşmış, ifâde ağırlaşmış olabilir. Bu esasen sanatın fıtratında vardır. Bir fasih sözde belirtildiğine göre mâna, şairin yani yazanın karnındadır. Öte yandan “ete kemiğe büründüm Yunus diye göründüm” diyen bir Yûnus vardır bu Türkçenin bayraktarlığında. Sultan Veled vardır, Bâkî vardır, Nedim vardır. Onların güzel Türkçelerinden süzülüp gelen Türkiye Türkçesi, Osmanlı’nın son demlerinde “sadeleştirilme” potasına atılmıştır. Ömer Seyfettin “Genç Kalemler” dergisinde “Türkçeleşmiş olanlar bizimdir, diğerlerinin akıbetini zaman tayin eder.”, düşüncesini kayda geçirmiştir. Zamanın Türkçenin aleyhine işlediği aşikârdı. Ancak iş çığırından çıkmış, Arapça veya Farsça olan neredeyse her kelime dilden atılmak istenmiştir. Etkilerinin ne/ler olabileceğinin hesabını yapmadan kara düzen tabir edilebilecek bir bakış açısıyla sadeleştirme değil “tasfiye” hareketine girişilmiştir. Bu gayriilmî teşebbüsle Türkiye Türkçesinin söz varlığı iyice daraltılmıştır. Cumhuriyetin 22. yılında yayımlanan Türkçe Sözlük’te takriben 15.000 söz vardı. Hâlbuki zamanımızı ve paramızı harcayıp öğrenmeye çalıştığımız İngilizcenin sözlüğünde 600.000 kelime vardı. İngilizcede nasıl bu sayıya ulaşılmıştır? Menşei ne olursa olsun bir kere bile herhangi bir eserde kullanılmış olan sözü lügatlerine alarak. Bizde ise binlerce kere kullanılmış olan sözlere bile merhamet edilmemiştir. Amaçları, Arap ve Fars menşeli sözlerin mümkün mertebe Türkçeden atılmasıydı. Yani Türkçeyi bir “kuşdili”ne çevirmekti. Bu işin müsebbipleri dönemin Türk Dil Kurumunu da kendi emellerine alet ettiler, asırların itinasıyla ilmek ilmek işlenmiş olan kelimelerimizi dilimizden attılar.

Dilde ciddi sapmalar oldu

Nihayet 1980’lerin başlarında Türkçe bir parça nefes alabilmiştir. Fakat o vakte kadar yapılanlar belli bir dereceye kadar etkili olmuştu. Dolayısıyla da dilde birtakım sapmalara yol açtı. Mesela geçen asrın sonuna gelindiğinde Türkçenin o güzelim eserlerini “anlaşılmıyor” mazeretiyle yeniden Türkçeye çevirme teşebbüsleri başladı. Halit Ziya Uşaklıgil’den başlayarak pek çok Türkçe kalem ustasının eserleri çevirenlerin “karşılığıdır” diye tercih ettikleri kelime ve kavramlarla doldu taştı. Kimi çevirici -kendi ufkunun izin verdiği kelime ve kavramları esere serpiştirerek- âdeta eseri aslından uzaklaştırdı. Böylece artık bu eserler Halit Ziya’nın, Sait Faik’in olmaktan çıktı. Falancanın filancanın eseri hâline geldi. Sonra çıkıp dediler ki Halit Ziya Servet-i Fünûn devrinin en ağır üslupla yazanıydı. Fakat örnek diye sunulan kitapta öyle bir hususiyet yoktu çünkü çevirmen (!) eseri kendince sadeleştirmişti. Dolayısıyla artık o eserde Servet-i Fünûn nesri yoktu, filancanın nesri vardı. İş, o raddeye geldi ki Atatürk’ün “Nutuk”unu dahi -güya- Türkçeleştirdiler.  Bir de bunu “Atatürkçülük” adına yaptılar. Sanki onlar Türkçe ile yazmadılar da onlar bu tür eserleri “Türkçeleştirdiler.”

Zamanımızda Türkçe kendini tercüme eden bir dil hâline gelmiştir. Daha üzerinden 40-50 yıl geçmiş fikir ve edebiyat metinleri anlaşılmaz diyerek “günümüz Türkçesi!”ne çevrilmektedir. Dünyanın pek az yerinde yarım asır içinde edebî eserler arasında anlama sorunu ortaya çıkmıştır.

Diğer taraftan Türkiye Türkçesinden Arapçadır, Farsçadır diye atılan kelimeler, komşumuz Azerbaycan Türkçesinde yoğun bir biçimde kullanılmaktadır: Şeref, şart, muhkem, rivayet, destan, vb. Hatta bazı toplantılarda Azerbaycanlı meslektaşlarımızın bu garipliği fark edip bu konunun ibretâmizliğinden yakınmışlardır. Diğer Türk lehçeleri ile de durum hemen hemen aynıdır.  

Yazı dilinde Türkiye Türkçesinin geldiği noktayı biraz daha belirgin hâle getirmek için birkaç konuya daha temas etmek gerekir.

“Türkçe ile ilim yapılmaz.” Bu cümle, bir zamanlar yükseköğretimin başında bulunan şahıs tarafından sarf edilmiştir. Bu başkan, bu cümleyi sarf etmeden önce dilimizin tarihî macerasını biraz incelemiş olsaydı böyle konuşamazdı. Çünkü IX. ve X. asırda Türkistan’da yaşayan Uygur atalarımız Türkçenin bilime de felsefeye de uygun olduğunu ve de çok güzel tercümeler yapılabileceğini göstermişlerdir. Çinceden, Soğdçadan, Sanskritçeden, Toharcadan yaptıkları dinî tercümeler Türkçenin gücünü gösterir niteliktedir. Ayrıca dinî öğretilerin felsefelerini de anlaşılır biçimde Türkçeye tercüme ederken Türkçenin terim gücünü de göstermişlerdir. XIII. asırda başlayan Kur’an tercümelerinde de Türkçenin terim üretebilme kabiliyetini bir kez daha ve sarih bir şekilde delillendirmiştir: “günahkâr” için “yazuklu”; “ayet” için “belgü”; “kâfir” için “tanuklu”; “ilah” için “tapungu” vb.

Kelime türetmek, sadece mekanik olarak köklere birtakım ekler getirmekten ibaret olmadığından dilin kendi kuralları içindeki olağan isleyişini, eğilimlerini kavramadan dilin gramerine uygun, yapı ve anlam bakımından doğru kelime yapılamaz. Yeni türetilen bir kelimenin doğru ve güzel olması için hem şekil bakımından gramer kaidelerine uygun olması hem de ses, anlam ve muhteva bakımından doğru, uygun ve münasip olması gerekir. Bu şekilde türetilmeyen kelimeler, dilin yapısına aykırı olur. Ayrıca yeni türetilen kelimeler okunduğunda veya duyulduğunda zihinde birtakım anlamların belirmesi ve bu kelimelerin hangi nesnenin veya kavramın karşılığı olduğunun anlaşılması gerekir. Yeni kelimeler, doğru çağrışım niteliği ile dilde yer edinirler. Bu niteliği bilinen canlı kökler, canlı işlek ekler ve dildeki benzer şekilde kurulmuş̧ kelimeler sağlar. Bunun için yeni kelimeler, bilinen canlı köklerden işlek eklerle türetilmelidir.

Sondan eklemeli bir dil olan Türkçede peş peşe gelen ekler, kök ve gövde ile ünlü ve ünsüzler bakımından uyum içinde olmalıdır. Bunun için kelime türetilirken büyük ve küçük ünlü uyumları ile ünsüz benzeşmesine uyulmalıdır. Büyük ve küçük ünlü uyumuna uygun olarak son ünlü esas alınıp kelimenin son ünlüsüne göre ünlüler dizilmelidir. Ünlülerin ve ünsüzlerin çeşitli özelliklerine bağlı olan uyum kuralları doğru türetmeler yapmak için daima göz önünde bulundurulmalıdır.

Yeni kelimeler yapılırken ayrıca eklerin işlevlerine ve taşıdığı anlama dikkat edilmelidir. Eklerin bir kısmı vasıta, eşitlik bildirerek zarf yaparken bir kısmı yer veya zaman ifâde eder. Başka bir bölümü ise meslek isimleri yapar. Yeni kelime yapılmadan önce bunların ayrı ayrı ve iyice tespit edilmesi gerekir. Mesela fiil kök ve gövdelerine getirilmesi gereken ek, isim kök ve gövdelerine yahut isim kök ve gövdelerine getirilmesi gereken ek, fiil kök ve gövdelerine getirilmemelidir.

1940’lardan 1980’e kadar Türkçenin sadeleştirilmesi maksadıyla yapılan faaliyetlerde, Türkçenin kelime haznesinin zenginleştirilmesi hedeflenirken, yapı ve anlamca Türkçenin kurallarına uymayan birçok kelime türetilmiştir. Anlam ve kuruluş̧ bakımından Türkçenin kurallarına uymayan bu kelimelerin bir kısmı, belli bir kullanılma sıklığına erişerek dile mâl olmuş̧, okul kitaplarına geçmiş ve böylece yaygınlaşmıştır. Bu dönemde yeni veya yabancı kelimelere karşılık olarak türetilen kelimelerde yanlış ekler kullanılmış veya ekler işlevlerinin dışında kullanılmıştır. Bu yanlış̧ kullanımlar:

1. Eklerin kendi işlevi dışındaki işlevlerde kullanılması: -Aç, -An, -Il/-Ul, mAç/-baç.

2. Eklerin işlevleri ve anlamları dikkate alınmadan şekil benzerliği nedeniyle yabancı kelimelerden bozma kelimeler oluşturulması:-AlAk, -GA, -GAn.

3.İsim kök ve gövdelerine getirilmesi gereken eklerin fiil kök ve gövdelerine getirilmesi: +Ay, +AğI, +sAl.

4. Çift şekilli olmalarına rağmen büyük ünlü uyumuna uymayan kelime türetilmesi: - Ay.

5.Kelime türemede yabancı dillere ait eklerin kullanılması:-CA, -tay, +sAl, -gen, (- mA)-tik, -mAn.

6.Fiil kök ve gövdelerine getirilmesi gereken eklerin isim kök ve gövdelerine getirilmesi: -ç/-nç, -GA, -GI/-GU, -m/-Im/-Um, -t/-It/-Ut, -ç/Iç, -mA.

7.Türkçede olmayan veya tek başlarına kullanılmayan kök ve gövdelerden kelime türetilmesi: -ç/-nç, -GA, -ç/-Iç.

8. Çekim ekleriyle kelime türetilmesi:-DAn, -m/-Im/-Um, -n/-In/-Un.

9. Çağdaş Türk lehçelerinden alınan eklerin şekil veya işlevleri değiştirilerek bunlarla yeni kelime türetilmesi: -v, -AğI.

10. Türkçede olmayan eklerle kelime türetilmesi: +em, -gar, +gür, +et şeklinde sıralanabilir.

Kelime yaparken kurallara uyulmaması veya başka dillerden alınan eklerin kullanılması Türkçenin gramerinin dışında bir sistem dışı alan ortaya çıkmasına yol açmıştır. Zamanla bu kural dışılıkların kural hâline gelmesi tehlikesi söz konusudur ki nitekim hâlihazırda hatalı türetmeler hem kurallaşmakta hem de yeni hatalı türetimlere örnek teşkil etmektedir.

“Türkçe değil mi uydur uydur söyle.” Bu hüküm dilimiz için hakaret niteliğindedir. Ne uydurursak Türkçeye uyar? Hiçbir dil için bu hüküm doğru değildir. Uydurmak hakikatte olmayan demektir. Dolayısıyla uydurulan her neyse makbul değildir. Kaldı ki Türkçenin kelime türetme kaideleri yerli yerindedir. Her ne yapılacaksa eklerle sabit köklerden elde edilir. Bu yüzden Batının şarkiyatçıları Türkçe için “âdeta bir laboratuvar dili” “bozkırda dörtnala giden atın ahengi var”; “ne kadar da büyülü bir dil” gibi tavsiflerde bulunmuşlardır. Hâl böyle olunca uydurarak söylemenin yani konuşmanın mümkün ol(a)madığı da ortadadır.

Aslen Türkçe olsun veya olmasın, dilimize yerleşmiş dil unsurlarının yerine, resmî karar ve faâliyetlerle ikame edilen kelimeler dilimizin seyrini değiştirecek bir miktara ulaşmıştır. Bu resmi ikameli dil, günümüzde Türkçenin en mühim meselesi hâline gelmiştir.

Türkçeye yeni girmek üzere olan bir kavram için TDK veya başka bir mercî uygun bir karşılık bulur ve resmî metinler bu kelimeyi sâhiplenip yayarsa, bir sıkıntı yoktur. Çünkü bu müdâhale, bilinen bir kelimeyi yok etmez, dile yeni bir kelime kazandırmış olur. Bu müdâhalede en hassas nokta, Türkçeye başka dillerden girme ihtimâli olan veya henüz kullanılmaya başlanan kelimeye derhâl ve en doğru karşılığı bulmaktır. Eğer bunda gecikilmişse karşılık bulmak artık lüzumsuz ve hatta zararlıdır.

Bir dilin konuşma ve yazı dili arasında derin bir bağ vardır ve olmalıdır da. Tarihî dönemlerinde konuşma dilinin verilerine sahip olmadığımıza göre o dönem için aradaki münasebet hakkında konuşmanın gereksizliği ve riski ortadadır. Her ne kadar yazılı kaynakların bazılarında kısa kısa konuşma parçaları varsa da bunlar münasebetin derin bağlarını ortaya koymaya kâfi değildir. Ancak bu bağın varlığına işaret edecek mühim bir veri, elle yazılan yani istinsah edilen eserlerin aralarındaki söz varlığı, fonetik ve morfolojik farklılıklardır. Bu farklılıklar, bugünkü bakış açısıyla nüsha farklarını doğurmaktadır. Bir el yazmasında başka bir ek, diğerinde başka… Bir yazmada başka bir söz diğerinde başka… Bu farklılıklar konuşma dilinin farklılıkları olarak da ortadadır. Dolayısıyla konuşma dilinin yazı dilinden uzak bir noktada bulunması dil için müspet bir hâl değildir.

“Kamus, namustur.” sözünü dikkate almak gerekir. Söz uçar yazı kalır, yazmak mesuliyet isteyen bir fiildir. Konuşmak ise daha kolay ve fânîdir. Her ikisinin birbirini beslediği bir paralellik ve destek, diller için idealdir. Birbirini zenginleştiren, doğrulayan, koruyan ve kollayan bir yazı dili ve konuşma dili münasebeti diller için, bilhassa da Türkçe için istenen ve özlenen bir ittifaktır.   

Devlet Dili Türkçe

Devlet dili, bir devletin resmî yazışmalar ve öğretim sisteminde kullanılmasını kabul ettiği dil, resmî dil olarak tanımlanmaktadır. “Devlet dili” ya da “resmî dil” kavramı için teorik olarak ilk şart, yazı dili olarak gelişmiş olmasıdır. Bu durumda her millî dilin resmî dil olarak gelişemeyeceğini düşünebileceğimiz gibi devlet dili olarak gelişmiş her dilin de sadece kendi ana dili kullanıcıları tarafından bu maksatla kullanılabileceğini söylemek mümkün değildir. Meselâ, Nijerya’da millî dil olarak Hausa, Yoruba, İgbo ve Tiv gibi diller kullanılsa da devlet dili olarak sadece İngilizce kullanılmaktadır. Yine İngilizce dünyada sadece birkaç ülkede millî dil olarak kullanılmakla birlikte, bazılarında millî dille birlikte bazılarında ise tek başına yaklaşık 59 ülkede resmî dil olarak kullanılmaktadır. Benzer şekilde Fransızca otokton olarak son derece sınırlı bir dil iken birçok Afrika ülkesinde devlet dili olarak kullanılmaktadır. Diğer taraftan Amerika Birleşik Devletleri örneğinde olduğu gibi kanunlar önünde herhangi bir dilin devlet dili ya da resmî dil olmadığı örnekler de mevcuttur. 

Türkçenin Hunlardan beri resmî dil olarak kullanıldığı tahmin edilebilir, Selçuklu Döneminde resmî dil olarak kullanılmadığı da bilinmektedir. Anadolu’da Türkçe metinlerin 13. yüzyılın son çeyreğine tarihlendirilmesi tesadüf değildir. Osmanlı dönemine gelindiğinde ise başlangıç dönemlerinde vakıf senetlerinde ve kitabelerde Arapçanın Türkçeye oranla daha fazla olduğu görülür. 1450 sonrasında kitabelerin dilinin Türkçeye dönmeye başladığına şahit olunur. Osmanlı Devleti’nin resmen ilan edilmemiş olmakla birlikte resmî dili kuruluştan itibaren Türkçe olmuştur. Zira devlet müesseseleri her daim Türkçe yazışmıştır.

Türkiye Türkçesi açısından devlet dili ya da resmî dil olarak ilk hukukî kayıt Kânûn-ı Esâsî’dir (1876). Bu aslî metinde bilhassa 18. madde mühimdir: Tebaa-i Osmaniyenin hidematı devlette istihdam olunmak için devletin lisan-ı resmîsi olan Türkçeyi bilmeleri şarttır. Türkçenin devlet dili ya da resmî dil olduğunu daha net ifâde eden düzenleme TBMM tarafından çıkarılan 1921 Anayasası’dır. Bundan sonraki anayasalarda da bu ifâde tekrarlanmaktadır.

Kanunen resmî bir dilin olması beraberinde bu dilin devlet tarafından kabul edilen standart bir şeklinin olmasını gerektirecektir. Bu çerçevede Türk Dil Kurumu’nun bu görevi üstleneceği ön görülmüştür. Kurumun Türkçenin standartlaştırılması konusunda yerine getirdiği görev burada tartışılmayacaktır. Ancak şu kadarını belirtmek gerekir ki Alman Dil Cemiyeti’nin merkezinin Wiesbaden, şubesinin ise Berlin’de Alman Meclisi bünyesinde bulunması gibi organik bir bağ Türkiye için söz konusu olmamıştır.

Türkçe, resmî dil, devlet dili, eğitim dili, hukuk dili, basın dili… gibi dilin hemen hemen bütün alanlarında kullanılmakta; çeşitli uluslararası akademik dergiler Türkçe makale yayımlamaktadır. Hatta dünyanın dört bir yanında Türkçe binlerce kişi tarafından yabancı dil olarak öğrenilmektedir.

2-096.jpg

0009.jpg

0010.jpg

0011-1.jpg

Bu haber toplam 1128 defa okunmuştur
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu habere henüz yorum eklenmemiştir.
Diğer Haberler
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim