- Hakkımızda
- TYB Ödülleri
- Genç Yazarlar Kurultayı
- Kitaplık
- Ahlâk Şûrası
- Yazar Okulu
- Mehmet Âkif Ersoy
- Türkçe Şûrası
- Milletlerarası Şehir Tarihi Yazarları Kongresi
- Yayınlar
- Söyleşi
- Şube Haberleri
- Salgın Edebiyatı
- Haberler
- Şiir Şölenleri
- Mesnevi Okumaları
- Kültür & Sanat Haberleri
- Kültür Kervanı
- Kırklar Meclisi
- Duyurular
- Biyografiler
18 Kasım 2025- İstanbul20°C▼
- Ankara13°C
- İzmir20°C
- Konya14°C
- Sakarya21°C
- Şanlıurfa16°C
- Trabzon19°C
- Gaziantep15°C
BEN DE AĞLADIM

Fahri TUNA
NUMAN YAZICI’NIN KALEMİNDEN 17 AĞUSTOS 1999 DEPREMİ
‘Ben de Ağladım’
(17 Ağustos 1999’da can verenlere ve ciğerparelerini kaybedenlere)
Mecidiye Camisini ilk defa 1974 Ağustos ayında ve yine ilk defa Adapazarı’na gelişimde görmüş, benim gibi öğretmen olan arkadaşım Tacettin Uzun ile birlikte namaz kılmış ve imam hatibi ile tanışmıştım. Aynı yıl doğunun Paris’i diye nitelenen Erzurum’dan Adapazarı’na tayinim gerçekleşmiş ve ailemle birlikte bir kasaba görünümünde olan bu şehre yerleşmiştim. Uzun yıllar bu şehirde öğretmenlik yaptım, hâlâ yapmaktayım. Hiç aklımda yokken, sadece Bulvar ve Çark Caddesi, Eski Ankara Caddesi ve yeni açılmış olan İzmit Caddesi’nden ibaret, tozlu topraklı, kaldırım taşlı, nemli, yağdığında bardaktan boşanırcasına yağan yağmuru ile bu şirin ve küçük şehir artık benim de şehrim olmuştu. Arabacıalanı Mahallesi’ndeki Muradiye Camisi’nin karşısında oturuyorduk. Çark Deresi’nin üstünden gelip geçerken çocukların derede yüzdüklerini görürdüm. Henüz kirlenmeyen suyunda meraklıları balık da tutarlardı.
Meslektaşlarımla geceli gündüzlü çalışıp öğrenci yetiştirdim.
Meslektaşlarımla geceli gündüzlü çalışıp öğrenci yetiştirdim. Çark Caddesi’ndeki okul binamız gör-kemliydi. Hâlâ da öyle. Kudüs Caddesi henüz açılmamış, cadde okul bahçesinin yarısını alıp götürmemişti. Şener Şentürk Bey, Mustafa Karabulut, Tacettin Uzun, Hüsamettin Erdem, hafızların hocası Sadettin Kolbasar, haylaz öğrencilerin korkulu rüyası Ali Gezici ve daha pek çok meslektaşımla gecemiz gündüzümüz okulda geçiyordu. Öğrencilerimizin iyi yetişmeleri için çalışıp çabalıyorduk. Onlarla birlikte mücadele edip üniversiteye girme hakkı elde etmiştik. Onlarla sosyal faaliyetlerde bulunmuş; programlar hazırlamış, anma toplantıları, konferanslar düzenlemiştik. Bir “Çanakkale Geçilmez” programı düzenleyip okulun karşısında, Tümen Komutanlığı’nın sinema salonunda programımızı uygulamıştık. Vali, Tümen Komutanı, Milli Eğitim Müdürü, öğretmenler ve seçkin davetlilerin takdirlerini almıştık.
Doğrusu benim de aklımda deprem yoktu
Öğrencilerimizle üniversite imtihanlarına hazırlandık. Onların heyecanlarını paylaşır, paylaşmak-la kalmaz yaşardık. Yıllar birbirini kovaladı. Öğrencilerimin, üniversiteye girme hakları ellerinden çekip alındı. Okulları adeta bir deprem yaşadı. Fakat yer sarsıntısını, yer depremini hiç mi hiç aklımıza getirmemiştik. Aslında Adapazarı bir deprem bölgesiydi. Ama sadece bizim değil, halkın da aklın-da bir deprem yoktu. Her yıl binaların katları artmaya başladı. Neredeyse, deprem bölgesinde gökdelenler inşa edildi. Hatta şurada bir evimiz olsa diye iç geçirdiğimiz, Şeker Mahallesi’ndeki o tek katlı, duvarlarından sarmaşıkların dışarı taştığı, hanımelleri, iğde çiçekleri ile gül kokularının bahçeden yükselerek mahalleye rayihalar saçtığı “Şeker Evler”in üstüne birer ikişer kat ilave edilerek çok katlı hale getirildi. Herhalde bu güzel evlerin sahiplerinin aklında da deprem yoktu. Hâlbuki daha önce depremi yaşamış, evleri de bu sebeple tek katlı yapılmıştı. Doğrusu benim de aklımda deprem yoktu. Aklımda sadece bir zamanlar öğretmenliğini yaptığımız öğrencilerimin ve okulumun geçirdiği deprem vardı.
Sanki bir beşikteydim ve güçlü bir el beni sallıyordu.
16 Ağustos 1999 günü yine öğrencilerimle ilgili bir iş için İstanbul’a gitmiş, hayli yoğun bir günün sonunda Adapazarı’na dönüp erkenden yatmıştım. Yastığa başımı koyduğumda, hemen uyuma gibi bir alışkanlığım olmadığı halde, hemen uyumuştum. Ta ki tek başıma kaldığım Sefa Evler, İhlas apartmanının üçüncü katında daldığım derin uykudan müthiş bir gürültüyle ve sarsılarak uyanıncaya kadar... Herkes gibi gecenin saat üçünü bilmem kaç dakika geçe uyanmıştım. Sanki bir beşikteydim ve güçlü bir el beni sallıyordu. Dur, sallama desem de sallayacaktı. Altımdaki yatak bir aşağı bir yukarı gidip geliyordu. Başımı döndüren bu gidiş gelişten kurtulmak için parmaklarımın ucuyla duvarın köşesine tutunmaya uğraştım. Olmadı, tutunamadım. Ayağa kalkmaya çalıştım, başaramadım. Kendimi yatağa yapıştırarak sallantıya bir anlam vermeye çalıştım. Evet anlamıştım. Deprem oluyordu. Ama böylesini hiç yaşamamıştım.
Doğum yerim olan Ağrı/Eleşkirt’te bir deprem olmuş, ninemi kucaklayıp evin dışına taşıyıncaya kadar bitmişti.
Bir defasında doğum yerim olan Ağrı/Eleşkirt’te bir deprem olmuştu. Bahçede, harman yerinde oy-narken koşup ninemi kucaklayıp evin dışına taşıyıncaya kadar bitmişti. Nasıl olduğunu bile anlayamamıştım. Bu, evet bu farklıydı. Ona hiç benzemiyordu ve ben yatağımı terk edemiyordum. Şehadet getiriyordum. Ben şehadet getirip dualarımı okurken yatağımla birlikte gidip gelmeye devam ediyorduk. Depremin gürültüsü yetmiyormuş gibi, hani denizin dalgaları kıyıya vurup ses çıkarır ya, mutfaktan öyle sesler geliyordu. Bu sallanış kaç saniye, kaç dakika sürdü anlayamadım. Ama sanki saatlerce, günlerce, hatta aylarca sürdü. Bu süre içinde neler mi düşündüm!.. Bilmiyorum, ya da hatırlamıyorum. Ölümü mü? Hayır!.. Ölümü o an hiç düşünmedim. Bunu iyi biliyorum. O ne zaman isterse gelirdi. “Onlar, kendilerine bir bela geldiği zaman biz dünyada Allah’ın teslim olmuş kullarıyız ve biz ancak O’na dönücüleriz, diyenlerdir” (Bakara, 156) inancını taşıyordum. Ya korku! Hayır!.. Korktuğumu, korkudan titrediğimi de söyleyemem. Ya gözyaşı! Deprem dolayısı ile hiç ağlamadım, gözyaşı dökmedim. Sallantı durur durmaz sakince yatağımdan kalktım. Elektrikler yoktu. El fenerini buldum. Pijamalarımı çıkarıp gömlek ve pantolonumu giydim. Bir daha belki daireye çıkamam diye yanıma bir kaç kuruş para bile aldım. Hatta mutfakta neler oluyordu ki bu kadar gürültü geliyordu. Merak edip kapıyı açtım ve baktım. Depremin gürültüsüne, raflardaki kap kaçak yere inerek eşlik etmişti. Dairenin kapısına doğru yöneldim. Holde eşya olmadığı için yol açıktı. Rahat geçtim. Kapıyı açıp merdivenleri kontrol ettim. Sağlamdı. Hızlıca indim. Apartmanın önünden gürültüler, ağlama sesleri geliyordu. Dış kapıya çıkar çıkmaz ağlaşan, bağrışan ne yaptığını bilmeden sağa sola koşuşan komşularım vardı. Onları yarı çıplak, korku içinde ağlaşırken gördüğümde bile ağlamadım. Ben metanetimi koruyup arabaya atlamalı, depremden kurtulduğu halde ecelin elinden kurtulamayan rahmetli ağabeyim ve ailesinin kaldığı selamet bloklarına gitmeliydim. Ağlamaya vakit yoktu. Hedefime ulaşmak için arabaya yöneldiğimde “Allah rızası için yardım edin!” diye bir çığlık duydum. Binalara baktım. Hepsi ayaktaydı.
“Allah rızası” çığlığı ağır bastı. Geri döndüm
Hangisini yapmalıydım. Geri mi dönmeliydim, yoksa ağabeyime mi koşmalıydım! “Allah rızası” çığlığı ağır bastı. Geri döndüm. Komşum, bodrumunun kapısını açamıyordu. Demir kapı eğilmişti. Ne vardı bodrumda?! Yoksa insan mı vardı?! Koştum. Kapıyı açtık. Sadece bir araba vardı. O da komşumun can yongasıydı. Tekrar arabama koştum. Jikleyi çektim. Arabayı çalıştırdım ve gaza bastım. Yollar araçlarla doluydu. Herkes yakınlarına ulaşmaya çalışıyordu. Korna sesleri ve insanların feryatları arasında yolumu buldum. Allah’ım! Beş yüz, bilemedin altı yüz metrelik yol ne kadar da uzun sürdü. Bir türlü bitmek bilmiyordu. Bitmezdi. “Ömür biter yol bitmez” diyen herhalde böyle durumları kastetmişti. Nihayet eve vardım. Arabadan inip sağa sola baktım. Bütün mahalle sokaktaydı. Aralarında ağabeyim ve ailesi yoktu. Oturdukları binaya baktım, sağlamdı. Toprağın içine batmış, fakat yıkılmamıştı. Ayaktaydı.
Ağabeyimin odasına güç belâ ulaştım. Yatağın üstünde oturmuş, bir şeyler arıyordu. Hemen bir gömlek, bir pantolon buldum, giydi
El fenerini aldım ve karanlık apartmana daldım. Merdivenleri birer, ikişer çıktım. Elimi kapının koluna attım, daha ben açma girişiminde bulunamadan kapı açıldı. Feneri açanın yüzüne tuttum. Yengem ve yeğenim Mehmet’ti. Yüzlerinden bir sevinç ve ümit ışığı aksetti. Evden çıkamadıklarından kimsenin haberi olmamıştı. Deprem esnasında pek çok insanın canına mal olan portmanto dedikleri o hantal canavar devrilip kapının önünü kapatmış ve çıkmalarına engel olduğu gibi, bu uzun süre içinde ayağa kalkmaya da direnmiş yahut o da doğrulacak gücü kendisinde bulamamıştı. Güç bela kaldırıp kapıya ulaşmışlar. Bir zamanlar öğrencim ve şimdi meslektaşım, başörtüsü sebebiyle onca emeğine rağmen Fizik öğretmeni olamayan yeğenim Rahile de göründü. Üzerine devrilen dolaba rağmen bir şeyi yoktu. Onlara herhalde hemen çıkmalarını söyleyerek ağabeyimin odasına güç bela ulaştım. Yatağın üstünde oturmuş, bir şeyler arıyordu. Hemen bir gömlek, bir pantolon buldum, giydi. Zaten rahatsızdı ve rahat yürüyemiyordu. Bastonunu da bulup evden, sonra apartmandan çıkardım. Ağabeyimin o halini gördüğümde de aklıma ağlamak gelmedi. Gerçi içimde bir sızı vardı ve bu benim canımı yakıyordu. Ama yine de gözüm yaşarmadı. Metanetimi korumalı, yakınlarımın, kardeşlerimin; Gıyaseddin ve Mustafa’nın, canım gibi sevdiğim arkadaşlarımın diğer akraba, dost ve komşuların yardımına koşmalıydım. Bir süre çevremdekileri sakinleştirmeye uğraştıktan sonra kardeşlerimin durumunu öğrenmek için koştum. Her ikisinin de kaybı yoktu. Açık alanlara sığınmışlar, onlar da ağabeylerinin derdine düşmüşlerdi. Hatta otuz yaşında da olsa yine de benim gözümde küçük kardeşim olan Mustafa bize ulaşmadan önce enkazdan can da kurtarmıştı.
Nihayet fecir doğdu, gün ağardı. Depremin vahşeti yüzünü gösterdi, şehrin virane silüeti ortaya çıktı
Nihayet fecir doğdu, gün ağardı. Depremin vahşeti yüzünü gösterdi, şehrin virane silüeti ortaya çıktı. Ağlaşanlar, sızlayanlar, çocuğunu, annesini, babasını, kardeşini, eşini kaybedenlerin feryatları insanın ciğerlerine işliyor, kalbinin en ücra köşesini yakıyordu. Enkaz altından sesler geliyor, ne olur kurtarın feryatları yükseliyordu. Ama herkesin eli ayağı tutulmuştu. Koca koca betonların altından nasıl, hangi güçle çıkarırlardı. İnsanlar çaresizdi. Ben de çaresizdim. Keşke bir şeyler yapabilsem. Şu demiri kessem, şu betonu kırsam ve altından bir canlı çıkarsam. Elimde olsa, su cansız yatan bebeğe hayatını geri versem. Ben bunları yaparken hiç kimse beni görmese. Sonra dağlara gitsem. Dağlara taşlara, ağaçlara, kurda kuşa haykırsam, “Ben bir can kurtardım” desem. Rabbime şükretsem. “Bir can kurtaran alemi kurtarmış gibidir” ifadesinin sırrına ersem de Rabbimden af, Efendimden şefaat dile-sem. Tek başıma. Kimse beni görmese. Bu çabamı içimde saklasam ve onunla mutlu olsam. Sadece Rabbim ve onun gözetleyici melekleri bilse. Ah! Ne kadar isterdim. Herkes gibi ben de çaresizdim. Böyle bir durumda yapılacak tek şey vardı, o da herkes gibi ağlamaktı. Ama yine de ağlamadım. Hat-ta 1999’un Ramazan bayramı için Yeni Şafak gazetesinin birinci sayfadan verdiği, babasının mezarını ziyarete giden ve babasının mezar taşının üstüne elini koymuş olduğu hali ile “Burada depremde kaybettiğim babam yatıyor” diyen o yetim çocuğun, o masum yavrunun resmini gördüğümde de ağlamadım. Başlık “Gel de ağlama” diyordu. O masum yavrunun halini görünce, tam ağlanacak fırsa-tı yakaladım, diye içimden geçirmiştim. Burnumun ucu sızlamıştı. Ürpermiş, tüylerim diken diken olmuştu, ama yine de ağlamamıştım. Sanki göz pınarlarımın suyu çekilip kurumuş, ağlayamamıştım. Keşke ağlayabilseydim. İnsanların acısına ortak olduğuma, gözyaşlarım şahadet etseydi. Kaybettiğim öğrencilerimin, arkadaşlarımın hatırasını gözyaşlarımla yaşatsaydım. Olmadı işte.
Depremin yaraları sarılır mı, bilemem. Ama öyle dediler. Birkaç gün yemek dağıttılar. Ekmek dağıttılar. Almadım. Olanlarla idare ettik. Evde kalanları yedik. Deprem gecesi Ankara’da kız kardeşimin yanında kalmakta olan ve dualarına muhtaç olduğum anneme, kızıyla birlikte bizden haber alamadıkları için sabaha kadar, sabahtan akşama kadar ağlamışlar. Bursa’daki yeğenim Murat, deprem günü gelmişti. Hemen geri gönderip anneme, akrabalara sağlıklı olduğumuzu ancak Bursa’dan duyurabilmiştik. Annemizin duaları bizi korumuştu. Onun dualarını yeniden almak ve onu da gözyaşlarından kurtarmak için gittiğim Ankara’dan erzak getirmiştim, onlarla idare ettik. Sami Güçlü, İbrahim Ertiryaki ve daha nice arkadaş ve dostla yardımlaştık. Şuradan buradan bütün dostlar yetiştiler. Kayseri’den Mustafa Tekeli ve arkadaşları, arkadaşlarım geldiler. Sıkıntılarımıza ortak oldular. Gelip de bize ulaşamayan arkadaşlarımın haberleri ile teselli bulduk. Hayat böyleydi işte. Bir şeylerle teselli bulunurdu. Amerika’ya göç eden ve genç yaşta ölen Lübnanlı yazar Cübran Halil Cübran’ın “Göz Yaşı ve Tebessüm” adlı eserinden okumuştum: “Hayat gözyaşı ve tebessümden ibarettir” diyordu. Belki teselli buluyordum, ama bende tebessüm ve göz yaşı yoktu.
Deprem, caminin hayatına son verdiği gibi lojmanında kalan imamın da hayatına son vermişti. Hüzünlü gözlerle baktım.
Günler geçti ve ihtiyaçlar kendisini iyice hissettirdi. Bakkallar değil ama, marketler birer birer açılmaya başladı. Adapazarı’na ilk geldiğimde namaz kıldığım ve imam hatibi ile tanıştığım Mecidiye Camisi’ne yakın yerde bir market açılmıştı. Oradan bir şeyler alırım diye gittim. Ben de “Marketleri sevmiyorum. Bize Bakkal Amca demeyi unutturdular. Bu da yetmiyormuş gibi sadece ihtiyaçları karşılamıyor, tüketimi artırıyorlar” diyen bir arkadaşım gibi düşünüyorum. Ama şu anda Bakkal Amca can derdinde ve dükkanı kapalı. Çaresiz markete gitmeliyim. Gittim. Arabamı şimdi imamı da kendi-si de olmayan caminin karşısına park ettim. Cami çökmüştü. Sadece şadırvanı kalmıştı. Deprem, caminin hayatına son verdiği gibi lojmanında kalan imamın da hayatına son vermişti. Hüzünlü gözlerle baktım. Caminin yerine prefabrik bir mescit yapıyorlardı. Hatta bir direğe hoparlör bile koymuşlardı. Markete girdim. Alacaklarımı sepete koyup kasiyerin önüne geldim. Ödeme yapmak için sıramı beklemeye koyuldum. Çok geçmeden, ezan okunmaya başladı. Bu bir ikindi namazı ezanıydı. Müezzin çok güzel okuyordu. Ezan güzel, eda güzel, seda güzeldi. Ezanın güzelliğine ve manevi etkisi-ne kaptırdım kendimi. Gel, diyordu. Tıpkı Bilal gibi. Efendimizin vefatından sonra dayanamayıp bir daha Medine Mescidi’nde ezan okumak istemeyen Bilal. Medine’yi terk ettikten bir süre sonra hasretine dayanamayıp tekrar geri dönen Bilal gibi etkileyici okuyordu. Bilal, Medine’ye döndüğünde halk onu ikna ederek ezan okumasını sağlamışlardı da evlerden, tarlalardan bağ ve bahçelerden bu sesi duyanlar Efendimiz geldi diye mescide koşmuşlardı ya, işte öyle etkileyici bir okuyuştu. “Gel..” diyordu. “Daha ne duruyorsun, haydi gelsene..” Kasiyerin “Beyefendi, beyefendi..” diyen sesi beni düşüncelerimden uzaklaştırdı. Hemen ödeme yaptım. Marketten koşarak çıktım. Aldıklarımı arabaya bırakarak prefabrik Mecidiye Mescidi’ne ulaştım.
Ezan devam ediyordu. Abdestliydim. Hemen mescide girmeliydim. Tek başına ayakta kalan şadırvanın yanında sakallı bir adam gözüme ilişti. Ağlıyordu. Dikkatle baktım. Sakalları gözyaşları ile ıslanmıştı, için için ağlıyor, ağlamak şöyle dursun adeta acıdan kıvranıyordu. Neden ağlıyordu!... Neden acı çekiyordu!.. Ağlaya ağlaya insanların göz pınarları kurumuştu. O, bu gözyaşlarını nereden buluyordu!.. Adapazarı’nın suyunun kuruduğu gibi insanların göz pınarları da kurumuştu. Depremde kurumuştu. Depremde kaybettiği evladına, eşine kızına, torununa mı ağlıyordu. Yoksa imama mı, yıkılan güzelim camiye mi?! Ezan’a, ona güzellik katan okuyuş, ya da müezzinin sadası mı onu etkilemişti de ağlıyordu. Yoksa yoksa bütün yakınlarını kaybedip kendisi sağ kaldığına esef ettiği için mi ağlıyordu! Soramadım. Cesaret edemedim. Çok etkilendim. Ciğerim yandı. Göz kapaklarım titredi, yaşardı... Kendimi sıktım, kaslarımı gerdim. Olmadı, fayda etmedi. Daha fazla dayanamadım. Her şeyi kendi haline bıraktım, göz pınarlarım harekete geçti ve kan akıtırcasına yaşlar boşandı, ağladım, ağladım... Deprem esnasında duyduğum canhıraş feryatlara, kurtaramadığım canlara, beşikteki be-beklere, babasının mezar taşına elini koyan o masum yavruya, depreme, teheccüd namazı kılarken seccadesi üzerinde yakalanan nur yüzlü ninelere, dedelere, hatta kim bilir belki depreme içki masasında ya da hovardalık peşinde koşarken yakalananlara, dostuma, düşmanıma, tanıdığıma, tanımadığıma, ağlamadığım için beni kınadıklarına inandığım gözetleyici meleklerime, sahipsiz, kimsesiz yetimlere, ağlamadığım herkese, her şeye ağladım. Duygularıma ve bana isyan eden göz yaşlarıma hakim olamadan namazda da ağladım. İçin için, feryat etmeden...
Ben de bir insandım ve ne kadar ağlamam gerekiyorsa o kadar ağlamıştım
Namazdan sonra gözyaşlarımı gizleme ihtiyacı duymadan ezan okuyan gencecik müezzini tebrik edip mescidden çıktım. Ben de bir insandım ve ne kadar ağlamam gerekiyorsa o kadar ağlamış ve rahatlamıştım. Çünkü, 17 Ağustos, hatta 12 Kasım depremine ben de ağlamıştım.
Adapazarı Büyükşehir Belediyesi Kültür Müdürlüğü’nce 17 Ağustos 1999 Depreminin 1. Yıldönümünde düzenlenen ‘Deprem’ konulu yarışmanın halk dalında mansiyona layık görülmüş ve yarışma katalogunda yayımlanmıştır.
---------------------------------
Fotoğraf altları

17 Ağustos 1999 Depremi’nde İzmit Caddesi (Fotoğraf: Servet Sezgin, SBB Arşivi)
17 Ağustos 1999 Depremi sonrası arama-kurtarma çalışmaları (Fotoğraf: Servet Sezgin, SBB Arşivi)

17 Ağustos 1999 Depremi sonrası: ‘Bizi ancak deprem ayırır’ (Fotoğraf: Servet Sezgin, SBB Arşivi)

Numan Yazıcı ve Adapazarı İHL yönetici/öğretmenleri -1977 (Ali Gezici Arşivi)
(Soldan ayaktakiler): Tacettin Uzun, Hüsamettin Erdem, Numan Yazıcı, Mustafa Karabulut,
Sadettin Kolbasar (soldan oturanlar): Ali Gezici, Ali Güney 8öğrenci), Kemal Özdemir.
17.08.2011
- Geri
- Ana Sayfa
- Normal Görünüm
- © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.