08 Kasım 2025
  • İstanbul16°C
  • Ankara15°C
  • İzmir16°C
  • Konya14°C
  • Sakarya15°C
  • Şanlıurfa21°C
  • Trabzon17°C
  • Gaziantep17°C

CİHAN AKTAŞ: KASTİ MESAFE KURGUNUN TA KENDİSİDİR

Cihan Aktaş farklı alanlarda yıllardır kalem oynatıyor. Hâlihazırda da Taraf Gazetesi, Dünya Bülteni ve çeşitli edebiyat dergilerinde yazılarını gördüğümüz, eskilerin deyişiyle velud bir yazar.

Cihan Aktaş: Kasti mesafe kurgunun ta kendisidir

Resimle başladı, yazıyla gelişti, diye anlatıyorum bazen. Yazı, geniş kitlelere açılmaya dönük bir resim değil mi zaten... İstanbul'da dolaşırken, yazamama sıkıntısının ağırlığıyla dolu oluyorum genellikle. Size o cümleyi söylediğimde, günlerce masada kalacak kadar bir şeyler birikmişti zihnimde, not almaya yetişemiyordum. Ancak asli masamın başında daha işlek yazabiliyorum maalesef. Seyyar bir kalemim olabilsin isterdim.

Herhangi bir meslek erbabından daha fazla işimle dolu olduğum bir gerçek. Zenaatın ötesine geçen bir şey, yazarlık; hepimiz biliyoruz. Gece kalkar yazarsın, yatsı ezanı okunur yazmaya devam ediyor olursun. Cümle cümleyi, kitap kitabı doğuruyor, bir ağ halinde gelişiyor yazı gündemi. Konu başlıkları, dosyalar, kurgular, paragraflar, birbirine çengel atarak ya da birbirini kışkırtarak iç içe ilerliyor.

Resimle başladı diyorsunuz anlatma ihtiyacı, 'şey'lerin ötesine geçme Arzusu, buradan devam edelim.

Tabii olan da aslında o değil mi, resimle başlamak. Yazı özel, daha geniş kitlelerin kullanabileceği şekilde sistemleştirilmiş bir resim. Bu nedenle de zihnimizi karıştıran resimleri yaza yaz bitiremediğimiz hissine kapılırım. Başka söyleşilerde de anlattığım oldu:

Kalem ve kitabın ve duvarlarla birlikte her türlü resim yapmaya müsait sathın emrime amade olduğu bir ortamda geçti çocukluğum. Sadece yaşadığım ev değil, Refahiye'nin ara sokaklara düşen pek çok sağır duvarı resimlerimi tanıdı. Bir tür grafiti yapıyordum aslında. Harabeye dönen, sıvaları dökülen duvarı resimle giydiriyordum. Ablamla ağabeyimin defterlerinin sayfalarını ortalarından kopartıp resimlerle donatıyordum. Okuma öğrenmemişken çizgi romanlar hazırlıyordum. Bir köşeye çekilip gazetelerdeki çizgi romanları inceliyordum. Sanatın kaynağı elbette insanın ruhunda, yaratılışındaki özde.

Mevcut durum size yetmiyor, geçici olan, bütün görkemiyle sizi büyüleyen bile eksik, biraz sonra kaybolacaksa; eksiği tamamlama peşinde bir yol arıyorsunuz. Reel dünyanın tarif ettiği varlık algılarınızla, bakışınızla denkleşmiyor, bir yarılma, kırılma var, yalnızlık duymaya başlıyorsunuz, hava gün ışığında bile bulutlu gibi gözükmeye başlıyor. İyi hatırlıyorum, yalnızlık duygusu taşkın bir oyun neşesinden ansızın çekip alırdı beni çocukluğumda. Niye oyunu en güzel anında terk edesiniz? Odanın bir köşesine çekilir düşüncelere dalardım, elimde kalem kâğıt. Hayal veya düşünce, ikisi aynı şeydi. Bir masanın altını tercih ettiğimi hatırlıyorum. Sanatçı bir zihnin dünyevi biçimlere ve olgulara karşı bir mesafesi, daha doğrusu dalgınlığı oluyor, uçurumun oluşması da böyle başlıyor. Buna dil irtibatsızlığı da diyebilirsiniz, hayatı ifade için daha farklı, kişisel damganın vurulduğu alfabeler kurulmaya başlıyor çünkü. Bu açıdan otistik bir yanı da olduğu söylenebilir sanatçı zihninin. Aklıma hep Norveçli ressam Munch'un çığlığı geliyor. Bilinçli veya bilinçsiz hatta red halinde bile dua etmekten kendimizi alamıyoruz.

Oyunu tümden terk etmek değil, en güzel yerinde bırakmak ve ötesi yalnızlık; sınır belki de. Sınıra Yakın yeni çıkan romanınızın adı; sınırın ötesi değil, sınırdan uzak da değil, tam olarak nereyi anlatıyor?

Zihinlerdeki sınır kurgusu, her şeyin birden hayal bile edilemeyeceği ölçüde hale yola konulduğu bir hatla, tersine, kendine çeki düzen vermeyi gerektiren bir başkalaşımla mümkün bir geçiş alanı arasında gidip geliyor. Bu alana "eşik" demek de olası. "Eşik tedirginliği" diye bir şeyi iyi biliyorum, geçtikten sonra artık bir daha asla eskisi gibi olmanıza izin vermeyecek ara bölge... Bir şeylerin değişeceği muhakkak, kimisi için bir kurtuluş bu, varlığını olacaklara salıvermeyi mümkün kılacak, kimisi için de zor karar ve durumlarla yüzleşmenin kaçınılmazlığı... Farklı amaçlarla çıkılan yolculuğun dönüşünde sürdürülen muhasebeler yol boyu yaşanılan ya da tanık olunan durumlarla gelişiyor. Kimi yolcular çıkılan yolculuğa büyük umutlar bağlıyor, ama varılan yerde ancak rastlantısal olarak hayaller gerçeğe karşılık geliyor olabilir. Dolayısıyla dönüş hep buruk ve sınır hayal kırıklıkları ya da yenilgilerin somut olarak yüzleşildiği keskin satıh, çünkü sınıra kadar henüz sahnenin içindesiniz, bir şeyler onarılabilir, burası ya da orası üzerine bir şeyler onarılabilir, yeniden tanımlanabilir; bambaşka bir açıklamaya ulaşmak da olası.

Ayrıca romanın başkahramanı Efsane için sınır, çok kesin görünen bir terk etmenin ardından yaşanacak yüzleşmelere inanmak zorunda olduğu eşik. Bana ise sınır ayrıca gelmek ve dönmek arasındaki fark açısından görünüyor. Döndüğün yer bıraktığın olmuyor asla, diye bir yazı yazmıştım Markar Esayan'ın Jerusalem'i üzerine. Konumuna asla karar verilemeyen sınırın açtığı sonsuz bir ufuktan söz eder felsefeciler, öte taraftan, bu bir paradoks, sınırın bilinemezliği orada olmadığı anlamına da gelmiyor. Siyaset, kültür, felsefe... Kim koydu bu sınırları ki canlara mal oluyor...

Madem siz açtınız, Müslüman'ın sınır inancı nedir, ne düşünüyorsunuz? Tel örgülerin belirlediği satıh mı, tüm yeryüzü mü?

Müslüman bir edebiyatçı olarak yeryüzü insanı olabilmeyi önemli buluyorum. İslam ne bir coğrafyanın ne de kavmin tekelinde. Tersine hiyerarşi üreten her türlü girişim bir yerde başa dönerek kelime-i tevhid'in mesajıyla ile hesaplaşmak zorunda. Bu doğduğum, büyüdüğüm topraklara bir bağlılığım olmadığı anlamına gelmiyor, tersine, giderseniz fark edersiniz ki çocukluğunuzda elinizle kardığınız çamurun hiç unutamadığınız kendine has bir bileşimi, bir kokusu varmış. Fakat toprak için kan dökmek de insanlığın en ilkel güdüsü, kabilvari bir tutum, toprağa tel örgü çekmek. Müslüman sınırlarını kendi nefsiyle tartmayı öğreniyor bir metrekarelik seccadede, bunun çok ötelerine savrulan hırslar, kan dökme ve nifak pahasına, yani nerede olursa olsun beşeri seviyeye indirgenmek demek. Aklıma hep Bosna örneği geliyor son zamanlarda, tabii Uludere geliyor bir de; haddi ya da sınırı aşmaktan söz açıldığında.

Yasa, devletin ya da belediyenin kuralları bir gecede nasıl hükmünü yitirir ve komşun bir canavara dönüşür? Sınırları aşan insan sınır koymaya da mecbur kalıyor. Bir de çoğu insanda mülksüzlüğüyle avareleşmiş çingeneye dönüşme korkusu var. Bir yazımda Nancy'ye atfen insandaki güven uğruna gelişen kök salma arzusuyla patatesleşme, bir patates tarlasına dönüşme iştiyakından söz etmiştim.

"İlim Çin'de de olsa gidip alınız" sözüyle sınırları aşmaya teşvik ediliyoruz. Nihai olarak şöyle düşünüyorum: Bulunduğu herhangi dar bir mekânda da engin düşünme yeteneğine haiz insan.

Mülksüzleşme korkusunu açsak mı biraz, mülksüzlük aynı zamanda güçsüzlük mü demek?

Mülksüzsen, kimse seni elindekileri kaybetmene yol açacak sebeplerle tehdit edemez. Ama bu hayat tarzında eksiklik oluşturarak başka türlü bir zaafa yol açan, seçimden yoksunluk. Tabii güçlü alışkanlıklarla yerleşik hayata geçemeyen çingeneler var, çünkü yerleşmek başlı başına bir sistemin dizgesine ait olarak roller, ödevler yüklenmek demek. Bazen de topluma hakim çingene görüşleri, karışmayı zorlaştırdığı için istese de yerleşmeyi sürdüremeyen çingeneler var. Mülksüzlüğe yazgılı olmak yerine bilinçli bir seçme söz konusu olabilir, dervişler, şairler gibi. Orada mülksüzlük sahici bir güçtür işte... Sınırın daha rahat aşılacağı muhakkak, tabii geride sevilen ya da sorumluluğu duyulan birileri bırakılmamışsa...

En önemli kararlar da herhalde 'sınır'a gelindiğinde alınıyor. Genelde keskin, kesin bir değişiklik arzusuyla gidiliyor. Efsane'nin derdi ne, aşk mı, iyi bir insan olduğundan emin olma çabası mı?

Efsane kendisi için asıl meselenin ne olduğunu otobüs yolculuğu sırasında öğreniyor aslında, otobüsle Tahran'a dönmeyi istemesinin sebebi de bu, iç konuşmaları yapmaya ihtiyacı var sınırı geçmeden önce. Selman karşısında onurunu kurtarmak isterken, arka arkaya düştüğü yanlışlıklar üzerine düşünmeye başlıyor. Efsane bir zamanlar Selman'a duyduğu aşkı kendine hatırlatmaya çalışıyor aslında, bu konuda zorlanmıyor, çünkü tabii süreci yaşanmadığı için hâlâ etkisi altında bulunduğu bir aşk bu. Bir yenilgiyi, geri dönüşü yani kendine yedirmek için bu aşka her zamankinden daha fazla inandırmaya çalışıyor kendini. Aslında İstanbul'a gelme sebebi olan evlilik görüşmesi, Köln'de yaşama tasarısı hatta kendini iyi hissetmek için, düşünmemeye çalıştığı suçluluk duygusundan kurtulmak için attığı adımlar. Sınırı geçip de bilincinde yarıklara yol açan sebebi arkasında bırakınca unutacağını sanıyor, ama öyle olmuyor.

Fazlasıyla idealist bir portre Efsane, kendini sorgulamaları sırasında idealizmle (mükemmelliyetçilik de diyebiliriz) yaşama pratiği arasındaki çelişki de ortaya çıkıyor.

Sorgulama yoksa mükemmel insan yoktur, diye düşünüyorum. Sorgulamayı sürdürmüyorsak kendimizi bir yanımızla tamamlarken başka bir yerde gedik açılıyor olabilir.

Zihinlerimizdeki kurgular hayatın akışının sürati karşısında çok kolay dağılabilir. Efsane'nin ikide bir kendine hatırlattığı "eksik olan başka bir şey" şeklindeki leitmotifi de bu açıdan okumak lâzım. Eksik olan el ya da kolu maharetimizle onarabiliriz ama hasta, ilgiye muhtaç bir çocuğu görmezden gelmenin eksikliği nasıl onarılabilir...

Efsane karakteriyle devam edelim mi biraz, sürekli bir suçluluk duygusu içerisinde. Romanın dışına çıkma pahasına; kadınlar süreğen bir suçluluk duygusuyla mı yaşarlar?

Çok sık rastlarız suçluluk duygusuyla süren sendromlara. Günahın, iffetin sadece kadın üzerinden konuşulması nedeniyle belki de... Hristiyanlığın günahıyla dolan, fitne fesat kaynağı kadın telakkisi de sonuçta edinilmiş bir miras, dolayısıyla bu mirasın imgeleri çoğalarak yeryüzünü dolaşmaya devam ediyor. İslam o günah mirasını reddetmiş, tevbe var, doğrudan bir Allah-kul ilişkisi var, ancak kadınların mustazaf konumu sürdükçe, bir ezilme biçimine izin veren açıklamalar da kapıdan kovsanız da bacadan düşüyor. Kadınlarda

mevcut bir sokak korkusu, sadece dini eğitim alan kadınlarda değil, bir misyon sahibi olmak üzere yetiştirilmiş kadınlarda da izleyebileceğimiz bir tür lekelenme hissi... Düzgün, ilkeli, saygıdeğer bir kadın, iyi ve tutarlı bir insan olmak adına size belletilmiş ve benimsemiş olduğunuz doğrular var. Oysa hayat çok karmaşık ve bu kesin doğruların içinden hiç olmazsa bazı şıkları tartışmaya zorluyor sizi. Kesinleşmiş doğrularınızla ilerlerken bambaşka, hiç hesaba katmadığınız bir problemle sınanıyorsunuz. Doğru olana yeniden karar verirken, aklınızla ve yüreğinizle de onaylasanız bile yeni istikametinizi, belletilmiş bilgi alttan alta kendini hatırlatmaya devam ediyor.

Kaldı ki Efsane, kendisine biçtiği gazi misyonuyla ayakta kalmaya çalışan bir kadın. An geliyor "Yüce" olduğuna inandığı misyonuna atfettiği tutumlarla, hislerine kapılarak yaptığı tercihler, bazen de tamamen mantıklı olmaya çalışarak giriştiği eylemler arasındaki çatışmalar suçluluk duygusuna terk ediyor yerini.

Efsane'yi okurken ben de onu sorguladım doğal olarak. Aşkı bu kadar sorgulaması, sahiciliğini kaybetmesine neden olmuyor mu?

Çünkü geriye dönüşünü anlamlı kılacak bir sebep olarak bir zamanlar yaşadığı aşkın hâlâ gücünü koruduğuna kendini inandırmaya çalışıyor, belki hâlâ sürüyor da aşkı, bu konuda karar verecek olan da zaten okuyucudur. Böyle olması da tabii, çünkü aşklar her zaman tek kişiliktir bana kalırsa, ortaya çıkan kurgu çoğu zaman iki kişiden birinin eseri oluyor.

Kararsızlık hali otobüse de sirayet etmiş. Yolculuk iki ileri bir geri halinde devam ediyor. Bir yerde otobüs arızalanınca bazı yolcular kalırken bir kısmı "benden bu kadar" dercesine otobüsü terk ediyorlar. Buradan yine romanda geçen "Aynı otobüsün yolcularıyız" cümlesine geleceğim; gidenler mi, kalanlar mı otobüsün yolcuları?

Hepsi de tabii ki... Bir otobüs yolculuğunun –ya da hayat yolculuğunun- farklı aşamaları yok mu? Önemli olan başlangıçta yola çıkma niyeti. Bu nedenle de iki bilet aldığı halde, en başında, Yenikapı'da otobüs hareket etmek üzereyken yolculuktan vazgeçmek zorunda kalan "Televizyonlu Yolcu" bile kafilenin arasındaymış gibi geliyordu bana romanın ileriki aşamalarında.

Türk ve Afgan yolcuların yanında hemen hepsi İranlı bu otobüsün yolcularının, bu bir İran otobüsü, ama Türkiye de payını alıyor bu Sınır'a Yakın yolculuktan.

Öte yandan pek çok hikâye, karakterin birbirine eklenmesi, sembolik nesneler, meselâ Nikolay Semaver, Efsane'nin türlü türlü eldivenleri, Umay'ın kocaman güneş gözlüğü ve tabii anlatıcının bir şekilde "bencil" dili. Kitap kasti bir mesafeyle mi örüldü, sorusunu akla getiriyor?

Kasti mesafe kurgunun ta kendisidir bana kalırsa sevgili Gülsüm, aksi takdirde çalakalem, bir hatırat ya da günlük diliyle yazarsınız. Kaldı ki hatırat ya da günlük bile kurgudan bağımsız değildir. Cinayet romanları yazarı Phyllis Dorothy James, "Samimi Olma Zamanı" başlıklı hatıratında merhametli mesafeden söz ediyor; bir bakıma nefsi müdafaa adına uygulanan özsansürü yazar, kendisi için olduğu kadar kahramanları ve okurları için de hesaba katamaz mı? Söz konusu olan yazarken, sansüre tabi tuttuğumuz konuların içimizde bir yerlerde vahşi kaplanlar misali sürdürdüğü tekinsiz bekleyiş. Gerçeği kararında müdahalelerle yeniden kurgulamak, edebiyat denilen büyük tecrübe ve birikimi gerçekleştiren başlıca saik. Uzun bir tasarlama ve işçilik dönemi sonucu kendiliğinden bir yapı kazandı romanım. Hani en başından şöyle olsun dediğim tema, olay veya leitmotiflerin büyük kısmı değişti. Masa işçiliği sürecinde roman, hele bir de uzunsa yazarının ilk tasarısını kendi akışına göre eliyor, dokuyor. Kahramanların çoğu İranlı olsa da otobüs, Anadolu içlerinden ilerlerken paralel bir okuma gerçekleşiyor. Öyle ki Yenikapı'dan itibaren Efsane'nin kulaklarına dolan uğultu, yol boyu toplanan seslerle ağırlaşıyor. Bir bakıma insanlar ve mekânların söyleşmesiyle yeniden tartılıyor sınırlar.

Peki ya okurla anlatıcı, yazarla okur arasındaki mesafe?

Bu sürekli gelişen, varlığıyla bir gelişme sağladığı varsayılan, yazar, kahramanları ve okuyucunun hesaba katıldığı merhametli mesafeyi gözeten bir ilişki. Endişe yerini zamanla bir güvene bırakabilir. Yazarken bir öğrenmeyle yazıyoruz, okuyucu velinimet olmaktan ziyade başka türlü bir öğretmen, soruları cevaplarıyla, yazdıklarınızın en önemli bileşeni.

Fakat nihayet okuyucu bildiği ya da onaylamaya hazır olduğu şeyi yeniden masasına koymanızı hak etmeyecek kadar yakın, göz önünde bir yerde. Bir saygı gereği olarak önemsediğim mesafe, henüz anlatılmamış hikâyenin metniyle vücut bulmayı sürdürüyor inşa sürecinde. Sizin içinizde adım adım derinleşirken, okuyucudan da uzaklaşmaya devam ediyor başlangıç cümlesi.

Tekrar tekrar anlatılan anılar var bir de, geri dönülen her adımda değişiyor ve bir tesadüfle beklenen yüzleşme gerçekleşiyor. Hatırlamak bir işe yarıyor gibi?

Hatırlamaktan kaçınmanın bir faydası olacağını düşünmedim hiç. İnsan unutsa da utanç duyurtan eylemi bir yerlerde, farklı bilinçlerde, levh-i mahfuz'da saklı. Unutmaya çalıştığımız kusurlarımız ya da hatalarımız, hatta manevi cinayetlerimiz sözünü ettiğim. Onlar bastırılırken sahicilikten nasıl söz edebiliriz ki... O nedenle de Efsane iyi bir insan olduğuna dair izlenimleri kendi içinde tartışmak zorunda, aksi halde sınırın öte tarafında geçmesi yeni bir hayata başlayacağı anlamına gelmeyebilir.

Romanın zamanı ağır ağır ilerliyor. Her şeyin hızla yapıldığı bir zaman, kitap okumayı zorlaştırıyor. Bir de romanın zamanını ağırlaştırmak risk değil mi?

Bir otobüs yolculuğu ağır ilerler zaten, ancak uyuyabilirseniz ya da pencereden akıp giden sahnelere dalmayı seviyorsanız mesafe sizi yormaz. Yer yer can sıkıntısı içinde hayallere dalar, geçmişi ve geleceği düşünürsünüz. Sınıra Yakın uzun bir roman oldu, bu planladığım bir şey değildi. Kısa hikâyeyi bile pek kısa tutamayan bir yazarın uzun roman yazması tabii belki de... Riski göze alıp romanımı bir yolculuğa katılmak, kendini Anadolu haritasını yararak ilerleyen o otobüsün içinde hissetmek isteyen okuyucu için yazdım. Öyle insanların, kitap okumada enikonu sabırsız olduğu bir zamana uygun bir roman yazayım şeklinde bir ön kararım olmadı. Okuyucuya karşı sorumluluğum iyi, farklı bir hikâyeyi akıcı bir örgü içinde titizlikle anlatmakla sınırlı. Romanla bir dünya kuruyorsunuz ve bir noktadan sonra o dünya sizi ele geçirmeye çalışıyor. Zarar vermemek, zarar görmemek için ayrılma zamanı gelmiş demektir. Fazla mı kalın olmuş ya da fazla mı ağırkanlı? Elden bir şey gelmez, onun bünyesi bunu gerektiriyor.

Aslında bu soruyla "hız" konusuna değiniriz diye düşünmüştüm. Hızlı yaşam tarzı artık dayatmanın da ötesine geçti, bir norma dönüştü. Özellikle şehirle taşranın zamanı farklı değil mi sizce de?

Taşrayı da şehir kadar tanıyorum. Bana kalırsa artık dağdaki çoban bile ekrana göre ayarlıyor zamanını ve açık öğretim yoluyla üniversite bitirme hayali kuruyor. Foucault'un dikkat çektiği şey, grileşen hayat yüzünden insanların dönemi çılgınca kullanmanın peşine düşmesi daha ziyade metropole özgü bir mesele. Sanat parçalanma, dağıtma, didikleme, kolaj üzerinden üretilmeye başlandı geçen yüzyılın başlarından itibaren, hatta savaş sonrası Avrupa

Dada akımıyla tanıştı; bütün bu parçalamaların, devrim adına tahribi de göze almaların hatta, zamana galebe çalmaya veya sahici bütüne, eksik parçanın peşinde gitmeye, tamlığa ulaşmaya yardımı olurmuş gibi.

Şimdilerde Rock'n Roll'un babaları bile hızdan, makinelerin baskısından yakınıyor. İnsan bünyesi bu dağılmaya bir yere kadar dayanabilir. Geçenlerde bir haber okudum, İtalya'da şehirli gençler işsizlik nedeniyle çobanlığa meyletmeye başlamışlar. Belki kaval çalmayı da denerler sürülerinin başında, ama muhtemelen ekranlar da ellerinin altında olacaktır. Temposu hızlı hayat ve ekranda akan sahneler, hep bir yürüme şeridinde ilerleyebileceğimize inandırıyor. Teknolojiye çok bel bağlıyor ve fazla yük alıyoruz. Bu anlamda uçurum –trafik sorununu bir kenara bırakırsak ki bunu yapabilir miyiz, emin değilim- şehirle taşra arasında olmaktan çıkıyor. Çünkü sadece bir mesajlık mesafe var arada talebin iletilmesi için. Sınır olgusu da bu nedenle bambaşka şekilde sorgulanıyor ya! Tespit edilen sınırın iki yakasında, bir eksiğin içinden ya da bir damgayla yaşamaya, konuşmaya zorunlu olanlar için o sınırı bütün yönleriyle tartışmamak imkânsız.

Son günlerde muhafazakâr sanat konulu bir tartışma var, siz de bu konuda yazdınız. Bütün bu tartışmalara kısaca ne diyorsunuz?

Kavram kargaşası nedeniyle anlaşılmazlığı çoğaltan bir tartışma bu, gibi geliyor bana. Tıpkı üzerimize yapışan "türban" kelimesi gibi, bir de özel bir tarzda muhafazakârlık etiketini, benimsemeye zorlanıyoruz. Oysa bu etiket, eksik bırakılmak ya da adlandırılmakta tereddüt edilen ad ve sıfatlar yerine kullanılıyor son yıllarda. Kimisi "muhafazakâr sanat" derken, bir kesimin, Müslümanların imkânsız sanatını kastediyor sanki... Muhazakârların ürettiği ya da benimsediği sanat tarz ve üslupları olabilir, ama muhafazakâr sanat olmaz kanımca; çünkü sanat ancak bir tekrardan ibaret olmamak kaydıyla, yeni bir yaratım olma niteliğiyle bir mevcudiyet ve iddia kazanır. Ötesi ise taklit veya tekrar, sanat değil zanaat eseri seri üretim olur.

Pozitivist kalkınma söylemlerine ihtiyatla yaklaşan insanların bugün siyaset sosyolojisi zaviyesinden "muhafazakâr" olarak adlandırıldığını görüyoruz. Müslümanlık Türkiye toplumunun başat değer alanı olduğu için de bu ihtiyatı gösterenlerin büyük çoğunluğu aynı zamanda Müslüman. Kültür ve sanat alanında yeni üsluplar konusunda çekingen, geçmişin güzelliklerine sığınarak teselli arama eğiliminde bir tutumun adı ise muhafazakârlık.

Hiç olmazsa Diriliş ve Edebiyat gelenekleri açısından baktığımızda, Müslümanların bu sıfatla anılamayacağı açık. Hep söylüyorum: Müslümanların zevksizliğinin izahı olabilirmiş gibi ikide bir öne sürülen "çirkin cami" bir Anadolu göçü fenomenidir ve memleketlerini terk eden insanların bükük şehirlerin varoşlarında tutunma alameti olarak okunduğu ölçüde doğru anlaşılabilir. Maalesef Kur'an'ın "Oku!" emrine muhatap olmayı üstlerine almayan, kitap okurluğu yerine seyirciliği yeğleyen geniş Müslüman kesimler etraflarında olup biteni anlamlandırmakta zorlandıkları ölçüde muhafazakâr refleksler sergilemeye başlıyor. Doğrusunu isterseniz Cumhuriyetçi seçkinlerin sanatsal alanda geliştirdikleri iktidarı sorgulamanın yolu sadece bürokratik müdahalelerle olamaz, ortaya alternatif bir dil, karşıtınınkinden farklı, insani ve anlayışlı bir yaklaşım koymanız da beklenir.

Bu kısmı biraz daha açabilir misiniz?

Sözünü ettiğim kültürel ifade sıkıntısını şu şekilde açıklamak da olası: Cumhuriyet'in baskıcı politikaları yüzünden yaşanan bir içe kapanma sonrası dünyaya açılma dönemi bu. Dolayısıyla "diriliş" döneminin tersine, siyasetteki temsilin gerisine düşen bir kültür sanat gündemi var. Estetik anlayışı konusunda kendini savunamayacak kadar dağınık TOKİ konutları, nasıl savunulabilir ki. Mahalleyi, eski dokuyu, gökyüzünü, kıdemli oturmuş siluetleri sermaye ve inşaat adına, ihtişamlı çılgın projeler öne sürmek suretiyle yok sayan bir yaklaşımla kimseyi daha makûl ve değerli, sahici ve ahlâklı bir sanatı savunduğunuza ikna edemezsiniz.

Giderek daha kalıcı ve kemikleşmiş bir anlayışta muhafazakârlık; muhayyel tehlikeler adına büyük sorunlara göz yummanın da adı oluyor. Muhafazakâr savunu, mevcudun her durumda kötünün iyisi olma ihtimalinin zemininde kendini meşrulaştırıyor. AKP muhafazakâr bir parti olduğunu öne sürüyor ve kültür sanat politikalarını da bu kavram üzerinden oluşturmaya çalışıyor, ama ne açıdan muhafazakâr olduğunun ifadesinde yetersiz kalıyor.

Bir sonraki kitabınız hangi türde olacak ve sakıncası yoksa konusunu da söyler misiniz?

Hikâye kitabı yayımlamayalı dört yıl olmak üzere. Göçmen ve mülteci hikâyeleri yazıyorum yıllardır, onları Ocak 2013'de kitaplaştırmayı düşünüyorum. Ayrıca hepimizin bildiği geleneksel bir hikâyeyi bir romanla günümüze taşımaya dönük bir tasarım var, henüz okumalar yapıyorum. "Fırat'a Giden Ömür" başlığını taşıyan uzun hikâyemi romanlaştırma yönünde de çalışacağım kısmet olursa. Bunun için dönem dönem Urfa'ya gitmem gerek, müsait zamanı bekliyorum. Bir de "Dört Mevsim Park" ismini taşıyan bir deneme kitabı hazırlıyorum.

Söyleşi: Gülsüm Ekinci dünyabizim

Yorumlar
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.