- Hakkımızda
- TYB Ödülleri
- Genç Yazarlar Kurultayı
- Kitaplık
- Ahlâk Şûrası
- Yazar Okulu
- Mehmet Âkif Ersoy
- Türkçe Şûrası
- Milletlerarası Şehir Tarihi Yazarları Kongresi
- Yayınlar
- Söyleşi
- Şube Haberleri
- Salgın Edebiyatı
- Haberler
- Şiir Şölenleri
- Mesnevi Okumaları
- Kültür & Sanat Haberleri
- Kültür Kervanı
- Kırklar Meclisi
- Duyurular
- Biyografiler
26 Ekim 2025- İstanbul18°C▼
- Ankara11°C
- İzmir19°C
- Konya17°C
- Sakarya17°C
- Şanlıurfa23°C
- Trabzon16°C
- Gaziantep18°C
D. MEHMET DOĞAN: “BATI EMPERYALİZMİNİN ZULMÜNE MARUZ KALMIŞ TOPLULUKLAR İSTİKLÂL MARŞI’NDA KENDİLERİNİ BULABİLİR”

24 Haziran 2021 Perşembe 13:40
Söyleşi: Mehmet Kurtoğlu
Türkiye Yazarlar Birliği başkanı olarak 1978 yılında, bir ilk faaliyet olarak Taceddin Dergâhı’nda Mehmet Âkif’i ölüm yıl dönümünde anmak istemiş, ancak Âkif’in kaldığı evin yerinde yeller estiğini görmüş, o günden bugüne büyük bir çabayla bu mekânda bir gelenek başlatarak Âkif’in ruhunu yaşatmış biri olarak 1978’den bugüne süregelen uzun o süreci anlatır mısınız?
Yazarlar Birliği, 1978’de kurulduğunda, arkadaşlarımızla oturduk nasıl bir yol takip edeceğimizi konuştuk. Zengin edebiyat ve fikir geçmişimizden hangi yazarları öne çıkarmalıyız? Önemli isimler üzerinde anlaşdık. İçlerinden bir ismi önplana çıkarmak ve sürekli anmak için Mehmed Âkif üzerinde mutabık kaldık.
O sırada hem Âkif’e karşı hem de İstiklâl Marşı’na karşı soldan-sağdan olumsuz tavırlar yükseliyordu. Hâlbuki İstiklâl Marşı bu milletin mutabakat sağladığı temel bir metindi. Millet yıllardır İstiklâl Marşı’nı heyecanla terennüm ediyor, kendini kanunlarda, anayasalarda bulamıyor fakat İstiklâl Marşı’nda buluyordu. Mehmed Âkif de her bakımdan büyük bir şahsiyetti. Şiiriyle, eserleriyle, mücadelesi ve yüksek karakteri ile gerçek bir büyük adam. Biz Âkif’i böylece mesleğimizin bir nevi yol atası gibi kabullendik.
Yazarlar Birliği’nin İlk faaliyeti Yahya Kemal’i vefatının 20. Yılında anmak oldu. Fakat asıl süreklileştireceğimiz ilk faaliyet Mehmed Âkif’i anmak olacaktı. Vefat yıldönümü olan 27 Aralık’ta Ankara’da ikamet ettiği Taceddin Dergâhı’nı ziyaret ederek besmeleyi çekecektik.
Hacettepe Üniversitesi sahasında kalan bina Üniversite tarafından 1974’te “Mehmed Âkif Evi” olarak düzenlenmişti. Bir aksilik olmaması için bir ay önceden Üniversite idaresine yazılı olarak başvurduk. Olumlu cevap aldık. 27 Aralık sabahı saat 10’da buluşup Dergâh’ın yolunu tuttuk. Biz yaklaşırken Müze evin etrafında bir hareketlilik görülüyordu. Birileri ellerinde bazı eşya ile girip çıkıyordu; meğer depoya kaldırılmış müze malzemesi bizim ziyaretimiz için asıl mekânına taşınıyormuş. Yaklaşınca, binanın temizlenmekte olduğunu fark ettik. İçeri girince de bazı elektrikli ısıtıcılarla mekânın ısıtılmaya çalışıldığını gördük. Velhasıl, bina adeta terk edilmişti. Bu sebepsiz de değildi. Sağ-sol çatışmasının şiddetli seyrettiği bir dönemde burası sınır bölgesi olmuştu. Bina bilhassa geceleri korunamıyordu. Üniversite müze malzemesini depoya kaldırmıştı. Binanın bazı camları kırılmıştı ve muhtemelen geceleri sarhoşların mekânı haline gelmişti.
Manzara hoş değildi, fakat ziyaret bereketli oldu!
8-10 arkadaş Dergâhı ziyaret ederken, bir arkadaşımız Kur’an-ı Kerim okudu, o arada, cami cemaatinden bize katılanlar oldu. Samimi bir manevî hava hepimizi sarıp sarmaladı. Kısa bazı konuşmalar yapıldı… Yine Kur’an tilaveti ve Fâtiha okunarak ziyaret tamamlandı.
Bu samimi başlangıcın yıllar sürecek bir gelenek olacağını o sıralar tahmin etmek mümkün değildi. Türkiye çok sarsıntılı bir dönemden geçiyordu. Ertesi yıl da gittik Dergâh’a. 1980’in 27 Aralığında gidemedik, çünkü 12 Eylül darbesi oldu. Bütün dernekler kapatıldı. Neyse bir yıllık aradan sonra,1981’den itibaren kaldığımız yerden devam ettik. Hatta 12 Mart’ta İstiklâl Marşı’nın kabulünün yıldönümlerinde orada programlar yaptık. Sonra kapalı mekân yetersiz kaldı, bahçeye taştık. Daha sonra bahçenin dışında daha geniş bir alanda bu faaliyetler yapılır oldu. Kur’an okunarak başlayan ve Kur’an tilaveti ile tamamlanan Âkif anmaları zamanla gelenekleşti. Davet yapılmamasına rağmen kendiliğinden katılan seçkin bir grup teşekkül etti.
Akif’in görmezden gelindiği, adeta unutulmaya terk edildiği bir zamanda onu her yıl doğumu, ölümü, İstiklal Marşı’nın kabulü vs. anma günlerinde hatıraları ve fikirleriyle yaşatarak Türkiye’nin gündemine taşımış bir yazar olarak, bugünden geçmişe bakınca neler söylersiniz?
Mehmed Âkif kolay kolay unutulmazdı, unutturulamazdı. İstiklâl Marşı millî marş oldukça Âkif ismi yaşardı. Fakat daha yakından tanımak, eserlerini okumak, fikirlerini ve mücadelesini bilmek anlamında bir soğuma vardı. Bu dönemle ilgili bazı tepkilerin bir sonucu idi, marjinaldi, tutarsızdı; sürdürülebilir değildi. Geniş kitleler Âkif’i çok fazla tanımasa bile ona muhabbet beslemeye devam ediyordu. Biz marjinal tavırlar yerine geniş kabule dayanan bir çerçevenin çizilmesi için çalıştık. Elbette Âkif’i veya başka büyük bir şahsiyeti şu veya bu sebeple beğenmeyen, tasvib etmeyenler her zaman olabilir. Fakat bunun geniş kitlelerin görüşü olması neredeyse imkânsızdır.
Geçmişte Âkif’e mesafeli duran kişiler, kesimler zaman geçtikçe onun kıymetini anladılar. 1986’da vefatının 50. yıldönümünde Devlet ilk defa Mehmed Âkif yılı ilan etti ve onu en üst seviyede andı. Bunda da Yazarlar Birliği’nin çabaları etkili oldu.
Ayrıca İstiklal Marşı’nın kabulünün 100. Yılının ülkenin dört bir yanında şanına yakışır bir şekilde kutlanması fikrinin sizden çıktığını biliyoruz. Bu çabalarınızın sonucu olarak bu yıl “İstiklal Marşı Yılı” kabul edildi. Bu konuda neler söylersiniz?
Esasen 1990’lardan itibaren siyasiler nezdinde İstiklâl Marşı’nın TBMM’de kabul edildiği 12 Mart gününün millî günlerimiz arasına alınması için teşebbüslerde bulunduk. Siyasî otorite bu görüşü tasvib etmekle beraber, böyle bir sonuç almak için gereken irade ortaya konulamadı. Belki de bütün millî günler/bayramlar bir dönemde, tek bir otoritenin kabulleri üzerine oluşturulduğu için bundan çekinilmiş de olabilir. Fakat iki binli yıllarda Türkiye’de hava değişti. 2002 seçimlerinden sonra yönetimi devralan siyasî yapı, güç odaklarına karşı kararlı bir tutum sergiledi. O zaman başbakanımız olan Tayyip Erdoğan Bey, 2007 yılında, müracaatımız üzerine bir kanun tasarısı hazırlatarak Meclise gönderdi ve işte “12 Mart İstiklâl Marşı’nı ve Mehmed Âkif’i anma günü” böylece kabul edildi. Bu Türkiye’de ilk sivil millî gündür.
Kanun çıktı ama bürokrasi üç ayda hazırlanması gereken yönetmeliği bir yılda hazırlayamadı. Resmen ayak sürçtü. Ertesi yıl tekrar devreye girmek mecburiyetinde kaldık. Ancak ondan sonradır ki yönetmelik de hazırlandı ve resmî kutlamalar böylece başlayabildi.
Bürokratik yapının hâlâ da böyle bir sivil millî günü tam manasıyla kabullenemediğini söyleyebiliriz. Bu yüzden bilhassa Ankara’da merkez kutlamaları çok sönük geçer. Taşrada ise oranın valisi, kaymakamının ilgisi ölçüsünde yapılır. Bazen kurumların ilgisi de bu faaliyetleri canlandırıyor.
Anma faaliyetlerinin sekretaryasını Millî Eğitim Bakanlığı yürütüyor. Bu onlar için sıradan, hatta angarya bir iş. Yıllarca bu zihniyeti değiştirmek için çabaladık. Bir sonuç alınamayacağını görünce konuyla ilgili Yürütme Kurulu’nun toplantılarına katılmaktan vaz geçtik. 40 küsur yıldır sürdürdüğümüz faaliyetleri kendi geniş zeminimizde devam ettirmenin daha doğru olacağı kanaatine vardık.
İstiklâl Marşı yılı bizim için önemliydi. Milletler sadece geçmişteki zaferleri ile kimliklerini inşa edemezler. Bu kimlik inşasında temel metinlerin daha kalıcı rolü olur. Bizde İstiklâl Marşı bu bakımdan eşsiz bir metindir. Hem devletin kabulü, hem milletin benimsemesi onu güçlü kılar. Halkın benimsediği gerçek bir millî mutabakat metnidir.
100. Yıl güçlü bir hatırlatma için güzel bir fırsattı. Bunun için 2020 yılı başlarında çalışmaya başladık. Salgın çalışmalarımızı hayli yavaşlattı. Buna rağmen mayıs ayından itibaren resmî makamlar nezdinde teşebbüslerde bulunduk. 2021 İstiklâl Marşı yılı olmalıydı. Türkiye’de bunu kabullenmeyecek bir otorite olamazdı. Tabiî birbiri içine geçmiş meseleler, gündemi yerli yersiz işgal eden bazı konular, bu hususda adım atılmasını geciktirdi, fakat sonuç alındı. TBMM 2021’i İstiklâl Marşı yılı olarak ilan etti. Cumhurbaşkanlığı da bir genelge ile bu yıl yapılacak faaliyetlerle ilgili uygulamanın yoluna açtı.
Bizim açımızdan memnuniyet verici bir sonuç bu. Bu konu doğrudan siyasî otorite tarafından gündeme getirilebilirdi. Fakat ilgili bir kurumun, sivil kesimden bir kuruluşun bunu gündemimize sokması İstiklâl Marşı’nın ruhuna daha uygundur.
Türkiye’nin ruhunu çözmüş biri olarak, ancak Akif’in inanç ve düşüncesiyle yeniden bu topraklarda bir öze dönüş, bir medeniyet tasavvuru geliştirilebilir fikrini savunmuş biri olarak neler söylersiniz?
Mehmed Âkif, kendini dinine, milletine hasretmiş engin gönüllü, sorumluluk sahibi bir mümin. Bütün hayatını buna göre tanzim etmiş. Mücadelesi, davası olan bir şahsiyet. Milletimizin gücünü bildiği kadar, zaaflarını da biliyor, zaman zaman âtıl kalan gücünü harekete geçirmek için şiiri, edebiyatı bir araç olarak kullanıyor. Sözünü en müessir şekilde böylece ifade edebileceğini, fikirlerinin halk arasında dalga dalga yayılabileceğini düşünüyor. 1908’den 1923’e kadar dur durak bilmeden çalışıyor, çabalıyor. Hem yazıyor hem konuşuyor ve milleti, vatanı için bir vazife olduğunda tereddütsüz kabulleniyor. Tabiî ki bunu bir inanç, fikir ve ideal uğruna yapıyor.
İslâm medeniyetinin son ve güçlü temsilcisi Osmanlı her şeye rağmen 19. Yüzyılın sonunda da medeniyet iddiasını sürdürüyordu. Mehmed Âkif gibi bir şairin 20.yüzyıldaki varlığı bile bu medeniyetin değişerek devam etme iradesinin bir tezahürü olarak görülebilir. Mehmed Âkif de bu medeniyet zeminini kaybetmeden mücadelesini yürütüyor. Fakat Türkiye Cumhuriyet’ten sonra kendi medeniyet iddiasını terk ediyor ve Avrupa medeniyetinin sorgulamasız bir parçası olma yönünde hareket ediyor.
“Muasır medeniyet” esasında bir yönüyle Âkif’in “tek dişi kalmış canavar” dediği şey. Biz her müşkil zamanımızda Avrupa’nın bu yüzüyle karşı karşıya kalıyoruz. Resmen medeniyet iddiasından vaz geçilmesi böyle bir davanın varlığını ortadan kaldırmıyor. Elbette kendi inanç ve fikir zeminimizde kendimize has varlığımızı sürdürmek vazgeçilemez bir idealdir. Medeniyet iddiamız, hatta davamız olmazsa, bu topraklar üzerinde varolmaya devam edemeyiz. Âkif bunu söylüyor, Yahya Kemal aynı şeyi farklı bir şekilde ifade ediyor. Onlardan sonra da bu fikirleri savunan büyük şahsiyetler var. Bundan sonra da olacak.
İstiklal Marşı’nın bir “Milli Mütabakat metni” olduğunu ilk defa dile getirerek, gerçekte Türkiye‘nin bugün içinde bulunduğu siyasi, sosyal ve kültürel sorunlarının çözümünü de göstermiş oldunuz. Yeniden haritaların çizildiği, milliyetçiliklerin ve mezhepçiliklerin yükselişe geçtiği, sosyal ve kültürel anlamda bir sancı yaşandığı günümüzde İstiklal Marşı’ndaki ruha, dün olduğundan daha çok bugün ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum. Ne dersiniz?
İstiklâl Marşı sınırlarımızın daraldığı, bu dar sınırlar için dahi mücadeleye mecbur kaldığımız bir zamanda yazılıyor. Fakat İstiklâl Marşı’mız o günkü iyice daraltılmış sınırlarımızla tahdit edilebilecek bir metin değil. Hatta zafer sonrasında kabullendiğimiz sınırlara da sığmaz. Milletimiz de bu sınırlarla tahdit edilemez. Âkif çok geniş bir ufka bakarak yazıyor. O güne göre yazsa idi, dar bir zaviyeden konuşurdu. O günün şartlarını bilerek, o zamanki vatan zeminine basarak konuşan, fakat o günle ve zeminle sınırlanmayan bir metin İstiklâl Marşı. Bayrağımız gibi bizim, fakat bizden ötelere uzanan bir metin. Nasıl hilâl bizim bayrağımızda olduğu gibi Cezayir’den Malezya’ya kadar birçok devletin bayrağında varsa, İstiklâl Marşı da bayrağımız gibi çok geniş bir coğrafyayı, topluluğu ifade edecek vüs’atde. Hatta diyebiliriz ki, bütün mazlum milletler, batı emperyalizminin zulmüne maruz kalmış topluluklar bu marşta kendilerini bulabilir.
Akif ile ilgili sayısız yazılarınız ve eserleriniz var. Akif âlim-aydın vasfını üzerinde somutlaştıran müstesna şair ve yazarlarımızdan. Milli Mücadeledeki rolünü hem camide hem sahada devam ettirmiş. O sokaktan, kahveden, camiden, savaş ortamından seslenmiş bir şair. Âkif’i, özellikle “Camideki Şair” olarak tanımlamanızda, bir kesimin onu resmi zihniyetin temsilcisi, bir başka kesimin ise onun şahsında temsil ettiği düşünce ve inanca saldırıların etkisi olabilir mi?
“Camideki Şair” bir vakıa, bizim milletimizin, tarihimizin bir vakıası. Tarihimizin bir anında, milletin maneviyatını sarsan Balkan bozgunu sonrası bir şairin İstanbul’un selatin camilerinde konuşmasına ihtiyaç duyuluyor. Ve şair Âkif, ilk defa Bayezid camiinin kürsüsüne çıkıyor. 1922’ye kadar devam eden bir safha bu. Halkın sarsılmış olan maneviyatını yükseltmek için caminin seçilmesi de şaşırtıcı değil. Bizi yok etmek isteyenlerin nihai hedefinin cem olduğumuz, toplandığımız camiyi yok etmek olduğundan şüphe yok. Âkif işte esas bu merkezi savunan bir şahsiyet olarak cami kürsülerine çıkıyor. Oradan fikirleri, sade fikirleri değil heyecanları ve sarsılmaz ümidi de yayılıyor.
Akif’in hayatının trajedisi yalnızca kendisiyle bitmemiş, ailesinde de devam etmiştir. Oğlu Emin’in trajik hayatı, küçük oğlu Tahir çekingenliği ve vefatına kadar konuşmaktan imtina etmesini sayabiliriz. Özellikle Emin’in hayatı gözden kaçırılmıştır. Tevfik Fikret’in haluk ile Akif’in Asım’ı hep karşılaştırılmıştır ama siz Camideki Şair Mehmet Akif kitabınızda, ilk defa Haluk ile Emin ve Asım’ı karşılaştırıyorsunuz? Neler söylersiniz?
Âkif Millî Mücadele’nin vücuduna ihtiyaç duyulan “İslâm şairi”, Cumhuriyet’in ise sakıncalı kişisi! Takibat altında. Bu baskıyı aile de hissediyor. Göz önünde olmak zor. Mehmed Âkif olmak zor, onun ailesinden olmak zor; hatta onunla dostluk zor.
Tevfik Fikret, kendi egosunu öne geçirerek topluma oğlunu model olarak sunuyor. Kendi büyüklüğü, oğlunda tezahür edecek. Oğlu Avrupa’dan aydınlık getirecek. Onun için aydınlık pozitif ilim, hatta pozitivizm. Fakat Avrupa sadece bu değil ki. Nitekim Halûk her ne kadar teknik konularda tahsil görüyorsa da Avrupa’nın dinine tâbi oluyor. Babası Halûk’u camiden kaçırmıştı, o kiliseye sığınıyor. Velhasıl, Fikret’in gençlik ideali daha o sağken iflas ediyor. Hem aile, hem Cumhuriyet yönetimi Halûk’daki bu değişikliği gizlemeye çalışıyorlar. Bunda bir hayli başarı oluyorlar. Halûk’un Hıristiyanlığı, hatta papaz olduğu ancak 1940’lardan itibaren kamuoyunun malûmu oluyor.
Mehmed Âkif ise örnek gencini Çanakkale savaşından çıkarıyor. Âsım, emperyalist güçlerin Çanakkale’ye saldırısının nasıl bir sonuç vereceğini, nasıl bir yok oluşa yol açacağını görerek Avrupa’daki tahsilini yarıda kesip cepheye koşuyor. Çanakkale cephesinde lise talebeleri, yüksekokul öğrencileri hatta medresede okuyan çok sayıda gönüllü var. Bunların büyük bir ekseriyeti şehid oluyorlar. Âsım kendi varlığının üstüne çıkarak imanının, milletinin varlığı uğrunda kendini feda etmeyi seçiyor. Bu her bakımdan yüksek bir idealist tavrı. Âkif bize işte böyle ideal sahibi, fizik olarak güçlü olduğu kadar, maneviyat olarak da kuvvetli, ahlâk sahibi, faziletli bir genci örnek olarak gösteriyor, Fikret gibi kendi çocuğunu değil. Hatta Âsım kitabında Âkif oğlunu da ayrıca konuya dahil ederek Âsım üzerinden konuşuyor. Böylece isim değiştirerek oğlunu örnek olarak sunduğunun sanılmasının da önüne geçiyor.
Akif’in özellik Mısır yıllarında içine döndüğünü, derinleştiğini Gece, Hicran ve Secde gibi mistik şiirler yazdığını biliyoruz. Ömrü vefa etseydi Akif’in toplumcu şiirlerinin yerini bu ferdi şiirler alırdı diyebilir miyiz? Akif’in son yıllardaki bu değişimi yalnızca şiir de olmuştur?
Âkif “Safahat şairi”dir. Yani, bize hayatımızın safhalarını anlatan şair. Yaşanılanlardan hareketle fikirlerini şiirleştiren mütefekkir şair, zaferden sonra artık bizim hayatımızdan koparılmıştır. Cumhuriyet’ten sonra Âkif’in hayatla bağı kesilmiştir. Millî Mücadele’nin fikir zemini terk edilmiştir, hatta tam zıddı bir ideolojik zemin oluşturulmaktadır. Bu zemin Mehmed Âkif’in Türkiye’de yaşama şartlarını ortadan kaldırır, İstiklâl Marşı şairi İstiklâl Mahkemesi’ne düşmemek için Mısır’a gider. Hayattan koparılan Âkif Mısır’da içine döner. Gece’yi, Hicran’ı, Secde’yi yazar. Taceddin Dergâhı’nda günlerini beraber geçirdiği Hasan Basri Çantay bu şiirleri okuduktan sonra “üstad vadiyi değiştirmişsiniz” der. O da “benim asıl vadim bu idi” der. “Gül devrinde yaşasaydım, bülbül olurdum.”
Fakat Mehmed Âkif bu şiirleri “gül devrini” yaşadığı için yazmamıştır. Dışta olup bitenlere kendi kapattığı için, böyle bir iç hesaplaşmaya mecbur kaldığı için yazmıştır.
Son yıllarda Akif’e gösterilen ilgi ve teveccühü neye bağlıyorsunuz?
Âkif şiirleri için Safahat’ın başında “Bir yığın söz ki, samimiyyeti ancak hüneri” diyor. Onun imanındaki samimiyeti, davasındaki, mücadelesindeki samimiyeti; yüksek karakteri, bu sonucu doğurmuştur. Özü sözü bir olmak, bunu hayatının her safhasında sürdürmek, her babayiğidin başarabildiği bir şey değildir.
Son olarak kırk, kırk beş yıldır Akif’i her platformda dile getiren, eserleriyle yaşatan biri olarak neler söylersiniz? İstiklâl Marşı’na dikkat çekmeniz, onun yazıldığı mekân olan Taceddin Dergâhı’nın ayakta kalması yönündeki mücadeleniz, şehrin bir bölümünün korunması yönündeki çabalarınız belli bir sonuca ulaştı mı?
Bunca zaman Mehmed Âkif gibi yüksek karakterli bir şahsiyetle hemhal olmak her kula nasib olmaz! Âkif’le birlikte olmak, aynı zamanda yakın tarihle yüzleşmeyi göze almak demek. İşte bu yakın tarihin nasıl olup da uzak tarih haline getirildiğini anlamak yolunda yürümek demek. Zamana ve zemine göre konuşmayan bir yüksek karakterin yol açıcılığında devrini anlamak, bugüne söylenmesi gerekeni ifade etmek bizim için bir sorumluluk meselesi oldu.
Âkif yüksek şahsiyetiyle, büyük eseriyle, mücadelesiyle milletimizin unutulmazları arasındadır. Biz onun hatırlanma zeminlerinin ayakta tutulması için gayret sarfettik. Taceddin Dergâhı’nın korunması, açık tutulması, tarihe şahitlik etmiş bir yapının böylece halkımızın, bilhassa gençlerimizin gözünün önünde olması bir tarih okumasına fırsat veriyor. Dergâh’ın korunması yolundaki çabalarımız sonuca ulaştı. Fakat şu anki haliyle Dergâh içi boş bir mekândır. Boş değil de gereksiz bazı plastik heykellerle ve gerekli gereksiz çoğaltma resimlerle doldurulmuştur. Gerçek müze malzemesi Kültür Bakanlığına intikal etmiş, bakanlık bu malzemeyi gerçek mekânına iade huşunda bugüne kadar bir adım atmamıştır. Geçen ay doğrudan bakana hitaben bir mektup yazdık, bugüne kadar bir cevap alamadık.
Bir bina sadece tek başına bir yapı değildir, çevresiyle birlikte değer taşıyan bir mimarî unsurdur. Dergâh’ın çevresini ona uygun hale getirme mücadelemiz, Üniversite’nin ruhsatsız yapılarını engelleme çabalarmız kısmen başarılı oldu. Binalardan birinin yıkılmasını sağladık, Taceddin Veli külliyesi ile Ankara’nın 2. Murat devrinden kalma Karacebey külliyesi arasına 11 katlı devasa bir binanın beton perde olarak çekilmesine maalesef mani olamadık. Önceki belediye başkanı daha inşaat bitmeden bu binayı yıkma sözü verdi, sonra ne olduysa oldu Üniversite ile anlaşarak ruhsatsız yapıyı meşrulaştırdı.
İstiklâl Marşı’nın yazıldığı bina olan Taceddin Dergâhı’nı merkeze alan bir çevre düzenlemesi için İstiklâl Marşı bahçesi projesi hazırladık. Bu fikrimiz en yüksek seviyede kabul gördü. Zamanın Altındağ belediye başkanı bu durumda konuyla ilgilenmek zorunda kaldı. Genç bir mimar hanıma hazırlattığı projeyi gönderdi. Mimar hanımın ilk sözü “ben Âkif pek fazla tanımıyorum!” oldu. Türkiye’nin İngilizce öğretim veren bir üniversitesinden mezun bu hanımın daha sonra başkanla akrabalık ilişkisi olduğunu duyduk. Tabiî projenin İstiklâl Marşı bağı/parkı olması için gerekli şartları taşımadığını, bunu ifade edecek bir düzenlemenin şart olduğunu söyledik. Sonunda oraya alelade bir park yapıldı. Kod yükseltildi, Taceddin Dergâhı, zaten küçücük bir yapı, kotun altında kaldı, merdivenle inilen bir yer halîne geldi.
Bizim projemizde tarihî yapıları bir kısmı ayakta olan çevrenin tarihi kimliğine uygun şekilde düzenlenmesi ve buradaki yapıların kültür ve sanat konularıyla ilgili kuruluşlara tahsis edilmesini ihtiva ediyordu. Devletin ciddi desteği ile bölge ele alındı, tarihî yapılar onarıldı, bazı yeni yapılar eski görünümlü olarak eklendi. Bu yapıların çoğu yeme içme, eğlence yerlerine dönüştürüldü. Bu fikrin öncüsü olan Türkiye Yazarlar Birliği hariç birçok derneğe, vakfa yerler tahsis edildi. Bugün Hacettepe’nin bu bölümünü gezenler çoğu tabeladan ibaret kuruluşların binalarını görürler. Birçoğunun kapısı yılda bir gün bile açılmaz. Velhasıl, bizim Ankara’nın merkezinde kültür ve sanat erbabının kümeleneceği bir mahalle tasavvurumuz, dar ufuklu bazı zevatın hasis emellerinin kurbanı oldu.
Bizim Külliye, 88. Sayı Haziran, Temmuz, Ağustos 2021
- Geri
- Ana Sayfa
- Normal Görünüm
- © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.