26 Ekim 2025
  • İstanbul18°C
  • Ankara11°C
  • İzmir19°C
  • Konya17°C
  • Sakarya17°C
  • Şanlıurfa23°C
  • Trabzon16°C
  • Gaziantep18°C

D. MEHMET DOĞAN: İKİ HAYATÎ SAVAŞ, İKİ BÜYÜK ŞİİR: ÇANAKKALE ŞEHİDLERİNE VE SAKARYA TÜRKÜSÜ

İki hayatî savaştan birincisi Çanakkale. Birinci Dün­ya Harbi’nin vitrin savaşı.

D. Mehmet Doğan: İki hayatî savaş, iki büyük şiir: Çanakkale Şehidlerine ve Sakarya Türküsü

17 Ağustos 2021 Salı 09:00

O zamanki dünya hâkimi İngiltere’nin açtığı flaş (gösterişli, çarpıcı) cephe. Önce dünyanın en büyük donanmaları, sonra en güç­lü orduları Çanakkale’yi geçmeye çalıştılar.

Çanakkale geçilse İstanbul düşecek...

Osmanlıların sultanı, türklerin hakanı, müslümanla­rın halifesinin başkenti düşmanın eline geçecek. Bu Devlet’in sonu demek, müslümanların atıf merkezi­nin tamamen çökertilmesi demek.

Bu savaşın şiirini Mehmet Âkif yazdı. Âsım’da yer alan parça destanî (epik) şiirin emsali görülmemiş örneği. Şiir olarak da şaheser olduğundan şüphe yok. Meh- med Âkif’in “ruhunun vahyi”ni duyarak yazdığı şiir, il­hamın ulaşabileceği şahika.

 

İkincisi Sakarya. 15 Mayıs 1919’da İzmir’e çıkan Yunan askeri 1921 yazında Eskişehir’i geçmiş, An­kara topraklarında ilerliyor. Sivrihisar o zaman Ankara’ya bağlı. Top sesleri Ankara’dan duyuluyor. TBMM’nin Kayseri’ye taşınması için harekete geçili­yor. Ankara’nın düşmesi demek düşmanla mücadele azminin büyük ölçüde kırılması demek. Ankara yal­nız Türkiye’nin emperyalimle mücadelesinin merke­zi değil, bütün İslâm âleminin istiklâl mücadelesinin “karargâh-ı umumi”si olarak görülüyor.1 Sakarya muharebeleri o zaman bir köy olan Polatlı civarında cereyan ediyor.

“Çanakkale Şehidlerine” diye bilinen bu şaheser şiiri Mehmet Âkif savaş devam ederken zihninde taşıyor ve zafer haberini yol arkadaşı Teşkilat-ı Muhsusa Reisi Kuşcubaşı Eşref’den duyunca Çanakkale’den binlerce kilometre uzakta, Hicaz de­miryolu hattında bir tren istasyonunda, El Muazzam’da, bir gecede hıçkırıklar için­de yazıyor. “Allahım bu şiiri yazmadan canımı alma” diye dua ediyor...

Bir kâbusun, ferdiyet adına değil; bir millet adına, bir din adına duyulan yok olma hissiyatının yerini zafer heyecanına bırakması şiirin bütününde farkediliyor.

“Şu boğaz harbi nedir” diye başlıyan şiir çok canlı savaş tasvirleri ihtiva ediyor. Sa­vaşın mahiyeti, düşmanın büyük savaş teknolojisi, dünyanın her tarafındaki sö­mürgelerden toplanmış asker kalabalığı ve her şeye rağmen tevhidi kurtaran as­kerin kahramanlığı Mehmed Âkif’e Bedr’i, Kılıçarslan’ı, Selahaddin’i hatırlatıyor.

Bedr islâmın ilk harbi. Varlık yokluk savaşı.

Kılıçarslan haçlıları Anadolu’da durduran kahraman.Anadoludaki tarihimizin ke­sintiye uğramamasını sağlıyor.

Selahaddin Kudus’ü işgalden kurtaran büyük kahraman. O yüzden “Şarkın en sev­gili sultanı.”

Çanakkale’de savaşan asker kanıyla tevhidi kurtarıyor ve Hz. Peygamber’in kucak açtığı bir şahsiyet olarak övülüyor.

Mehmed Âkif şiiri savaşın sıcağında yazıyor ve bu zaferin doğurduğu gelecek ümi­dini ifade ediyor.

Çanakkale’yi görmeden destanını yazdı,

Sakarya’yı yaşadı, fakat yazmadı

Mehmet Âkif Millî Mücadele’nın başlangıç safhasında davet üzerine “İslâm şairi” kimliği ile Ankara’ya geçti, Anadolu’nun ihtilaflı bölgelerinde, cephelerde dolaştı; halkı İslâmı boğmak isteyen emperyalizmle mücadeleye çağırdı. Sakarya Savaşı sırasında Ankara’yı terk etmeyenlerdendi.[1] [2]

Sakarya muharebelerinin top seslerini Ankara’da duydu, fakat Sakarya’nın şiirini yazmadı.

Ankara’da yazdığı İstiklâl Marşı, Çanakkale Şehidlerine şiiri ile aynı zeminde yazıl­mış bir şiir ve bir kimlik tanımlaması. Mehmed Âkif onu mecbur kaldığı için yazdı. Yazdığında Milli Mücadele’nin elle tutulur bir başarısı sözkonusu değildi, aksine Yunan kuvvetleri Batı Anadolu’da ilerliyordu. Millî Mücadele’nin kazanılmasında bu metnin de payının olduğunda şüphe yoktur.

İstiklâl Marşı’nın kabul edildiği 1921 yılının mart ayı, Yunan kuvvetlerinin taarruza geçtiği bir dönemdir. 23 martta Yunan ordusunun Bursa ve Uşak cephelerinde ile­ri harekatı başlamıştır. 25 martta Sapanca’yı, 26 martta Adapazarı’nı işgal etmiş­ler, 27 martta İnönü’ye taarruza geçmişler, ertesi gün, Kanlısırt ve Metristepe’yi ele geçirmişlerdir. Bu sıkıntılı zamanda BMM’nin Muhafız Taburu Batı Cephesi’ne sevkedilmiştir.

Hâkimiyet-i Milliye’nin 28 mart nüshasında, birinci sayfanın sol alt köşesinde, üç sütun üzerine “Cebhelerde kahraman mücahidlerimize” başlığı altında Mehmed Âkif’in Berlin Hatıraları şiirinin bir bölümü yayınlanmıştır. Bilindiği üzere, Meh- med Âkif bu şiiri, Çanakkale muharebeleri devam ederken yazmıştır. Şiirin birin­ci bölümünde cephelerde savaşan, alınları dine en son istihkâm olan büyük mü- cahidlerden sebatı kesmemeleri, sonuna kadar mücadele etmeleri istenmekte, “korkma” diye başlayan ikinci kısımda ise, savaşan askerlerin, büyük mücahidle- rin cevabı şiirleştirilmektedir.

Huda rızası için ey mücahidini kiram

Huda rızası için ricat etmeyin

-Korkma

Cehenenem olsa gelen göğsümüzde söndürürüz Bu yol ki Hak yoludur, dönme bilmeyiz yürürüz Düşer mi tek taşı sandın harim-i namusun

Meğer ki harbe giren son nefer şehid olsun

Değil mi cebhemizin sinesinde iman bir, Sevinme bir, acı bir; gaye aynı, vicdan bir, Değil mi ortada bir sine çarpıyor...Yılmaz.[3] *

Cihan yıkılsa, emin ol bu cebhe sarsılmaz.[4]

Sakarya Zaferi, Anadolu’daki mücadelenin dönüm noktasıdır.

 

 

 
 
 

 

Millî Mücadele’nin değişen muhtevası

Millî Mücadele güçlü bir dinî muhteva zemininde başlatıldı ve sürdürüldü. Meclis’in açılışından, yürütücülerin beyanlarına kadar bunu biliyoruz. Sakar­ya muzafferiyetinden sonra bu zemin değiştirilmeye başlandı. “İslâm kıyamının karargâhı umumisi” olmak yerine Anadolu’nun mücadele merkezi olmakta karar kılındı. Büyük Millet Meclisi Türkiye Büyük Millet Meclisi oldu. Mehmed Âkif bu zemin değişikliğini başta çok fazla önemsemediyse de kuvvetli önsezileri, Millî Mücadele ile ilgili şiir yazmasını engellemiş olmalıdır. Çünkü savaşın sonunda, 1920’lerin dünyasında o zamanın büyük gücü, dünya patronu sömürge impara­torluğu İngiltere’nin gölgesinde yeni bir devlet yapılanması sözkonusu oldu.

Osmanlı iddialarını, İslâm âleminin öncülüğünü terk edip küçük ve etkisiz bir dev­lete mecbur kalmak ve bunun düşünce zeminini oluşturmak farklı uygulamalar, şiddetli baskılar getirdi ve Mehmet Âkif bu süreçte vatanından ayrılmak zorunda kaldı. Vefatına yakın günlere kadar...

Mehmet Âkif Sakarya’nın şiirini bu kırılmışlıkla yazsa idi, Necip Fazıl’la benzer şey­ler söyler miydi?

Şiirlerine bakarak diyebiliriz ki, söylerdi.

Vicdan azabına eş kayna kayna Sakarya.

Öz yurdunda garipsin, öz vatanında parya!

Sakarya Türküsü’nün en meşhur beyitlerinden birinde tarif edilen ruh hâli, Meh- med Âkif’in bir çok şiirinde çeşitli suretlerde ifade edilmiştir. Müslümanın garip­liği, kendi vatanında bile hor görülmesi onun şiirlerinde önemli bir yer işgal et­mektedir.

Müslüman yurdunu her yerde felaket vurdu...

Bir bu topraklar kalıyor dinimizin son yurdu!

(Süleymaniye Kürsüsünde)

Ezanlar sustu.Çanlar inletip durmakta âfâkı.

Yazık: Şarkın semasında hilâlin geçti işrakı.

Geçenler varsa İslâmın şu çiğnenmiş diyarından; Şu yüz binlerce yurdun kanlı, zâirsiz mezarından.

Vatansız, hanümansız bir garibim.Mülteca yok mu

(Hakkın sesleri)

Haykır! Kime, lâkin? Hani sahipleri yurdun?

(Hüsran-Gölgeler)

Görünmez âşina bir çehre olsun rehgüzarında

Ne gurbettir çöken İslâma İslâm’ın diyarında?

(1918-Umar mıydın?-Gölgeler)

Elbette, Sakarya Türküsü’nde bu hissiyatı anlaşılır kılan başka temalar da vardır.

Şimdi dövün Sakarya, dövünmek vakti bu ân;

Kehkeşanlara kaçmış eski güneşleri an!

Mısralarıyla başlayan ve

Mermerlerin nabzında hâlâ çarpar mı tekbir?

Bulur mu deli rüzgâr o sedayı: Allah bir!

beytiyle tamamlanan bölüm, Mehmed Âkif’in Süleymaniye Kürsüsünde şiirinde yer alan şu mısralarıyla karşılaştırılabilir:

Donanma, ordu yürürken muzafferen ileri, Üzengi öpmeye hasretti Garbın elçileri!

O ihtişamı elinden niçin bıraktın da,

Bugün yatıp duruyorsun ayaklar altında

Necip Fazıl’ın Sakarya Türküsü şiirinin duygu atmosferi, en çok da Mehmed Âkif’in Âsım’da yer alan “Zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem/Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem..." mısraı ile başlayan bölümüne denk düşer.

Bir öncü şair: Mehmed Âkif

“Sakarya Türküsü’nde Necip Fazıl büyük ölçüde Mehmet Âkif gibi konuşuyor”, di­yebiliriz!

Mehmed Âkif kendisinden sonra düşünce şiiri yazan herkeste derin izler bırak­mıştır. Bu Nâzım’da, Yahya Kemal’de hissedildiği gibi, Necip Fazıl’da da hissedilir.

Diyebiliriz ki, hissiyat ve tefekkür itibarıyla Mehmed Âkif’in bıraktığı yerden Ne­cip Fazıl başlamıştır.

Genç yaşlarda şair olarak şöhret yapan Necip Fazıl’daki değişimin yönlendiricisi, 1933 yılında tanıştığı nakşi şeyhi Adülhakim Arvasi’dir. Fakat 1938’e kadar bu tesir çok fazla hissedilmedi veya dışa vurulmadı.

1920’lerin başında yayınladığı şiirlerle ve 1930’larda yazdığı hikâye ve oyunlarla edebiyat sahasında kendini kabul ettiren Necip Fâzıl, daha çok 1940’lardan sonra fikrî faaliyetlerin içinde oldu.

Necip Fazıl, şiirden fikre, aksiyona geçişini 1941 yılında kendisiyle yapılan bir mü­lakatta şu şekilde açıklamaktadır:

“Bilhassa saf fikir ve ideologya cephesiyle zayıf olan memleketimde beklenen bü­yük sanatkârın, bütün bu şubeleri dolduracak mikyasta heyula gibi bir insan olma­sı lâzım geldiğini anladım. Bu iktidarı kendimde asla görmemekle beraber, mem­lekette ‘büyük sanatkâr’ın misyonu bu olduğuna inandım. Ben de muhteris bir sanatkâr olmak itibarıyla bu misyonu kahramanca kabul etmeye ve bu uğurda sa­vaşmaya karar verdim. Bunun için her şeyden evvel yepyeni bir dünya görüşü ve cemiyet sistemi telakkisi lâzımdı. Günü geldiği zaman mücadelem görülecektir. Bu telakkinin ismini “Büyük Doğu” koydum: Asyacı, Avrupa’ya yalnız müsbet ilim­leriyle tarafdar, ruh kutuplarını Asya kaynaklarında aramak ve Avrupa’ya tatbik etmek dâvasında Allahlı, şahsiyetçi; faşizm, komünizm ve liberalizm düşmanı ve mülkiyette tahditli (fakat komünist değil) bir telakki... Zamanında hayatımı dahi bu uğurda vererek, dâvamı örgüleştirmeye çalışacağım. Bunu bitirdikten sonra kendi­mi saf şiire vereceğim. Kendi ruhumun ve kafamın iklimini kurduktan sonra, yalnız onun duygularını temsil eden şiire çalışmaktan başka gayem yok.”[5]

Necip Fâzıl bu mülakatta sözünü ettiği mücadele yolunda ilk adımı 17 eylül 1943’te ilk sayısını çıkardığı “Büyük Doğu” mecmuası ile attı.

Necip Fazıl o zamana kadar Mehmed Âkif gibi, Tevfik Fikret gibi düşünce şiiri, sos­yal şiir yazanlara mesafeli idi. Fikir mücadelesinin başlangıç döneminde de bu tu­tum fazla değişmedi. Tutum değişikliğinin hissedilmediği dönemde dergisinde edebiyat mahkemeleri kurdu, mahkeme ettiği üç şair Tevfik Fikret, Yahya Kemal ve Mehmed Âkif idi.[6]

Tevfik Fikret’in fikir uyuşmazlığından ötürü, Yahya Kemal’in yaşayan şöhretli bir şair olarak hedef seçildiği düşünülebilir. Mehmed Âkif’in 3. Mahkeme’nin konusu yapılmasının daha karmaşık saikleri aranmalıdır.

Necip Fazıl bu mahkeme yazılarında, hem müddei (savcı), hem hâkim, hem de ehl-i vukuf (bilirkişi) olarak konuşmakta ve hüküm vermektedir.

Hâkim Mehmed Âkif’e “Savcı, hakikate aykırı olarak şair sayıldığınızı, bu şöhre­tin incelenerek hakikatin ortaya çıkarılmasını ileri sürüyor. Ne dersiniz?” sorusu­nu sorar. O da “Safahatımda eğer şiir arıyorsan arama” cevabını verir. Ardından amme şahitlerinin dinlenmesine geçilir. Fuat Köprülü, Agâh Sırrı Levend ve Abdul­lah Tansel’in görüşleri daha önce yazdıklarından aktarılır.

Bu şahitler dinlenildikten sonra, savcı mütaleasını bildirir:

“- Çok iyi tanıdığınız Mehmet Âkif hakkında gerek şimdiye kadar basılı olarak ile­ri sürülen düşünceler, gerek burada söylenenler, hemen istisnasız, bir noktada it­tifak ediyor: Âkif şair değildir. Bunu evvelâ kendisi söylüyor, sonra da eserleri... Bir takım manzum nesirler yazmış, tasvirler yapmış, hikâyeler anlatmış, vaazlar vermiştir. Kendini zorlaya zorlaya, manzum istida dahi kaleme almıştır. Şiirinde­ki (realizm) telâkkisinin ise müstehcenden farksız olduğu görüldü. Üstelik, bazı şahitlerin iddiası hilâfına, aruza hâkim değil, mahkûmdur. Nasıl Mehmet Emin’in manzumelerinde hece vezninin tıkırtısı her şeyin üstüne çıkarsa, Âkif’in manzu­melerinde de aruzun takırtısı düşünceyi de, diğer unsurları da bastırır. Şiir gibi görünen mısraları ise tercüme veya farkında olmadan başkasının sözlerini tek­rarlamadır. O da Fikret gibi (atletik) seciyelerin (şizofreni)ye müsait yapısı ica­bı, asla fiiliyata intikal edemiyerek nihayet ‘iki damla göz yaşı’nda karar kılar.”

“Geriye (ideolog) tarafı kalıyor. Bu temayül, Âkif’te şuurlu bir görüşün mahsu­lü değildir. 1908’den sonra başlar. Kör bir şevkle peşlerine takıldığı Abduh ve Afganî’yi tercüme etmekle kalır. İslâm birliği fikri onda milliyet fikrini unutturamaz:

....... Kalk baba, kabrinden kalk

Diriler koşmadı imdadına, sen bari yetiş...

Arnavutluk yanıyor, hem bu sefer pek müthiş!

der. İdeolocya alanında (aksiyon) dan mahrum, muayyen bir sınıfın menfaatlerine bilmiyerek âlet mevkiindedir. Hakikî (idealist)in sonuna kadar mücadele (karakter) ine onda rastlanmaz. Bilâkis, fesini çıkarmamak için Mısır’a kaçmayı tercih eder. O da Fikret gibi, cemiyet karşısında bedbindir, küser. İçtimaî fayda prensipine ge­lince... Zamanı itibariyle, faydacılık prensibiyle Tanzimat devrinin zihniyetine dön­müş olan Âkif’in cemiyete telkin etmek istediği fikirler o devirde cemiyete hiç fay­dası görülememiş fikirlerdi. Osmanlı İmparatorluğunu teşkil eden unsurların milli­yet ve kavmiyet feryatlariyle bayrak açtıkları bir devirde onlara, kendi cinslerinden olmıyan bir din memuru etrafında birleşmek tavsiye ediliyordu. Cemiyetler tari­hinde ileri bir merhale temsil eden milliyet fikriyle kıpırdanan ve çoktan parçalan­mış olan Osmanlı camiasını İslâm birliği gayesiyle kalkındırmağa çalışmak, ‘ittihadı anasır’ siyasetinden pek de farklı olmıyarak, nehri tersine akıtmaktı. Nitekim ta­rih, bu görüşün kısalığını ispat etti: Araplar, Arnavutlar, Hintliler, Afganlılar, Mısırlı­lar ayrı birer devlet yolundalar. İddia makamının görüşü budur.”

“Hülâsa: Mucip sebeplerinin istendiği kadar tafsil edilebileceğini temin ederek, Mehmet Âkif’in kuvveti diye ileri sürülen her noktanın, onda birer zaaf teşkil et­tiği iddiasındayız. Bu itibarla kendisinin başaramadığı, tahakkuk ettiremediği bir (idealizm)e salik görünerek âmme efkârını aldatmak, şair olmadığı halde edebiyat tarihlerine girmek suçlarından dolayı adının şiir sahasından ihracına, (idealist)lik, payesinin ref’ine karar verilmesini talep ederim.”

Mehmed Âkif savcının mütalaasından sonra hâkimden bir nebze “tevsii tahkikat” (tahikatın genişletilmesi) talebinde bulunur.

Müdafaa şahitleri olarak Cenab Şehabeddin, Süleyman Nazif, İsmail Habip, Hakkı Süha, Yakup Kadri çağrılır.

Savcı da Nurullah Ataç, Şükûfe Nihal, Sabiha Zekeriya Sertel, Zekeriya Sertel’in çağrılmasını ister.

Mehmet Âkif söz alır: “- Lehimdekilerle aleyhimdekilerin, yalnız ve yalnız bizde gerçek tenkit olmadığını gösteren, istinatsız, insicamsız, miyârsız, mihraksız sözlerinden sonra, herşey yük­sek mahkemenizin hakkaniyet duygusuna bağlı kalıyor. Bu duyguya bir mesned teşkil etmek üzere, benim ne yaptığımı ve ne yapmak istediğimi, hem zarf ve hem mazruf cephesinden iyice takdir mevkiinde bir şahsiyetin dinlenmesini istiyorum. Hem benim iman ve mefkuremin, hem de saf şiir ve sanatın mahremiyetine nüfuz edebilmiş olduğuna inandığınız bir selâhiyet istiyorum.”

Hâkim, iki tarafındaki âza ile söyleştikten sonra kararı açıklar: “Mahkeme, sanı­ğın talep ettiği ölçülere malik bir selâhiyet olarak (Büyük Doğu)cu Adıdeğmez’den, “vukuf ehli” sıfatıyle bir rapor istemeğe karar vermiştir.”

Adıdeğmez, malum olduğu üzere Necip Fazıl’ın müstearıdır.

Adıdeğmez’in raporu Necip Fazıl’ın değerlendirme zeminini bütün açıklığı ile orta­ya koyar. Bu arada şahsına biçtiği rolü de ifşa eder:

“Mehmet Âkif, ne kendisini sevenlerce, ne de kendisinden tiksinenlerce anlaşıla­bilmiş bir şahsiyettir. Cephelerden ikisi de, mümkün olduğu kadar kaba ve sığ bir intiba; ister müsbet, ister menfî, son derece basit bir infial planındadır. Onu se­venler, Müslümanlığa karşı ya kendilerine göre bir bağlılıkları bulunan, yahut hiç­bir aykırılıkları bulunmıyan; ve şahsiyet, hâlisiyet, asliyet cevherlerini, üzerlerin­de hiçbir murakabe ve çile geçirmeksizin insiyakî olarak benimseyen ve umumi­yetle (kolay) ve (ucuz)a hayran olan iyi niyetli kimselerdir. Onu sevmeyenlerse, se­venlerin (kolay) ve (ucuz)undan namütenahî aşağı bir (kolay) ve (ucuz)la Yirmin­ci Asır moda yobazlıklarından herhangi birine mensup ve sadece Müslümanlığa olan hınçlarından Âkif’e gerilik, eskilik, adilik ve küçüklük isnad eden kötü niyet­li zavallılar...”

Adıdeğmez’e göre, Mehmed Âkif müslümanlığı derin, girift, saffet, hakikat ve es­rarıyla kavrayamadığı gibi, saf şiir ve sanatı da üstün bir sese ulaştıramamıştır. Mehmed Âkif müsbet bir Tevfik Fikret’tir. Orta halli bir aksiyon adamıdır.

“Bu bakımdan Fikret’i idam sehpasına götürecek müessir, Âkifi ziyafet sofrası­na davet edebilir; fakat Âkif in bu sofradaki istihkakı bir onbaşı tayınından faz­la değildir. Nüfuz bir olduğuna göre, hem İslâma, hem de şiire nüfuz bakımın­dan sadece bir onbaşı tayını... Nitekim Tevfik Fikret’in cezası da, büyük hakika­tin kutbundan kopmuş ve kaymış, (General) rütbesinde ileri bir mütefekkir ve sanatkâra mahsus değil, kaçak ve küçük bir onbaşıya göredir. Biri (menfî)nin, öbü­rü (müsbet)in bu iki onbaşısı, devirlerinin her sahada kukla oyunculuğu kadrosu­na giren çıkartma kâğıdı inkılâbları içinde dâvalarını tutanlarca, yahut onları bir dâva sahibi farzedenlerce (Mareşal) rütbesinde görülmüştür. Âkif’de İslâmi ha- kikatların mücahidi olarak biricik kuvvet, heyhat ki, bu mücahidliğin istinat ede­ceği nâmütenahî devreye ve girift, nâmütenahî geniş ve kesif idrak temelinden ziyade, makûs taraftaki müthiş sathîlik, sahtelik, köksüzlük, gerçeksizliktir....Hal- buki, karanlık yüklü kalblerde bütün pancurlarını ve kapılarını kapamış ve ışığı­nı maskelemiş bulunan İslâm, (aksiyon) ve mücahede safhasında, hem dostla­rı ve hem düşmanlarınca, Mehmet Âkif’de tecelli ettiği kadar sanılmıştır. Bu, ne hazin bir anlayışsızlıktır!.. Âkif’te, İslâmın içi, ruhu, bâtını olan ve şiir ve sanat­la beraber bütün eşya ve hâdiselerin gizli anahtarlarını saklıyan tasavvufî idrak ve mizaçtan eser bile yoktur. Akif’in, İslâmdan, zahir plânında görebildiği de, Şeyh Abduh ve Cemaleddin Efganî’nin rehberliğine bağlı, maalesef bir çıkmaz so­kak istikametinden başka birşey değildir. Yüksek mahkemenize karşı sadet endi­şesini kaydetmek korkum olmasaydı, Şeyh Abduh ve tâbilerinin İslâmiyete tat­bike kalkıştığı gençlik ve asrîlik aşısından, ebedî gençlik ve zindelik kaynağı­nın ne kadar münezzeh olduğunu belirtir; ve dolayısiyle dâvanın, İslâmiyeti ol­duğu gibi oldurmaktan başka bir şey olmadığını ve işte bu ‘olduğu gibi’yi asır­lar boyunca nasıl anlıyamadığımızı göstermeğe çalışırdım. İşte bütün ölçü: İslâmiyetin asılda ıslaha ihtiyacı yoktur; bizim asılda idrake ihtiyacımız vardır.” “Bundan Öteye şair Mehmet Akif, İslâmın, büyük duygu ve düşünce çilesi içinde pişmiş üstün sanatkârları olan Lebid, İbni Farız, Sadi, Hâfız, Süleyman Çelebi, Şeyh

Galip gibi örneklere nisbetle bir kaburga kemiğinden daha küçük bir parça; fakat nazmı tereyağından kıl çeker gibi meramına uyduran, gerçekten dilini en evvel sa­deliğe ve hayata ulaştıran, telkin iklimlerine asla sokulmaksızın usta tebliğ reçete­leri yazan bir ‘münevver’dir. Sırası gelmişken kaydedelim ki, büyük şiir, tereyağın­dan kıl çekercesine kolaylık göstermek değil, tereyağından kıl bile çekememecesi- ne bir zorluğa ve kekemeliğe düşmek işidir.”

Adıdeğmez anlayışını şöyle özetler:

“Her şeye rağmen Mehmet Âkif, bütün bir sahte gidiş içinde, o sahteliğin sade­ce sahte olmıyarak aynı kıratta bir aksülâmeli halinde, hem mefkuresi ve hem san’atiyle, hakkı verilememiş bir hakikilik, aslîlik ve hâlislik örneğidir. Bu bakım­dan, onu, hakkını verememiş de olsa gününün biricik büyük (aksiyon) plânına ge­çebilmiş ve bu plânda gerçekten ahlâklı ve feragatli bir kahraman hayatı yaşamış, fakat aynı yolun beklediği gerçek kahramanların gerçek vasıfları önünde mahcup kalmış kabul edebiliriz.”

Mehmet Âkif’le ilgili savcının mütalaası Necip Fazıl’a ait olduğu gibi, bilirkişi ola­rak da asıl söylemek istediklerini ortaya koyar. Burada dikkat çekici husus, Ne­cip Fazıl’ın Mehmed Âkif’le fikir ve tavır ayrılığıdır. Mehmed Âkif ve Meşrutiyet islâmcıları, tasavvufa karşıdır veya tasavvufa mesafeli dururlar. Bu yaklaşımlarında Cemaleddin Efgani ve Abduh’un etkili olduğu düşünülebilir. Mehmed Âkif’in po­zitivizm asrı olan 19. Yüzyılın sonunda doğduğunu, resmi olarak pozitif ilimler öğ­retilen bir yüksek öğretim kurumunda tahsil gördüğünü hatırlarsak, onun akliliğe, sanatta realizme ve natüralizme yönelmesinin saiklerini keşfedebiliriz. Bu çerçe­vede Mehmed Âkif tasavvufa uzak durmuştur. Fakat çevre ilişkilerinde çok sayıda mutasavvıfla beraber olduğu, bilhassa son şiirlerinde tasavvufi bir neşvenin varlı­ğı hissedilmektedir.

Cumhuriyet sonrasının ilk islâmcılarının bariz vasfı ise tasavvufa meyilleridir. Bu­nun açıklanabilir tarafı, Cumhuriyet’ten sonra sünni-akli islâmın devlet kontrolü­ne geçmesi (veya devletçe teslim alınması), buna karşılık tasavvufun ise yok edil­mek istendiği bir dönem olmasıdır. Bu dönemde devlet kontrolündeki İslâm çer­çevesinde konuşmak ne mümkün ne de etkili olacaktır. Oysa, devletin bir türlü zaptürapt altına alamadığı tasavvuf alanında konuşmak, düşünce ve mücadele için olduğu kadar, sanat için de daha doğru ve etkileyici bir tutumdur. Necip Fa­zıl, savcı ve bilirkişi olarak konuştuktan sonra hâkim olarak da aynı paraleldeki ka­rarı açıklar: “- İcabı düşünüldü. Mahkeme hey’eti rey birliğiyle mucip sebeplerini ‘vukuf ehli’ raporuna istinat ettirerek, Mehmet Âkif’e, temsil ettiği mücahede ve hamle hede­findeki aslî değer bakımından bir çelenk vermeğe, fakat çelengin üzerine şu kay­dın yazılmasına karar verdi: ‘Doğru yolun kifayetsiz mütefekkirine, küçük şairine, fakat hayatiyle büyük feragatkâr ve namuskârına Allah rahmet etsin’...”

Necip Fazıl’ın Mehmed Âkif eleştirileri, Cumhuriyet sonrası oluşan dinî muhteva­da önemli payı olan bir şahsiyete yönelik olduğu için, dindar kesimler tarafından pek fazla kabul görmemiştir. Necip Fazıl’ın bu eleştirilerinde bir taraftan saf şiir ve sanat adına bir tavır hissedilirken, diğer taraftan farklı islâmi yaklaşımlar ve niha­yet kişilik meseleleri (Necip Fazıl’ın semasında tek yıldız olma iddiası) de rol oyna­mış gibi görünmektedir.

Necip Fazıl’ın 1940’lardaki kadar keskin olmamakla beraber, hayatının sonuna ka­dar Mehmed Âkif’le ilgili olarak tam müsbet bir konumda olmadığı söylenebilir.

1965’te, yani Mahkeme’den 20 sene sonra Necip Fazıl’ın Çapa Yüksek Öğretmen Okulu’nda bir Mehmed Âkif gününde yaptığı konuşma, bu açıdan belli bir değişim ve yumuşamanın eseri olarak değerlendirilebilir:

Akif’in harp arabasını iki at çeker. Biri iman ve islam savaşçısı, öbürü şair. Esas olan, birincisi. O, bütün kuvvetini imanından aldı ve birbirine dayalı iki kalas gibi, imanını şiiriyle taşırken, şiirini imanı sayesinde ayakta tutabildi. Ya onun iman cep­hesi! Bütün köşeleriyle iman ve İslâm savaşçısı cephesi! Bu köşeler, hikmet, haki­kat, ilim, ahlâk ve aksiyonculuk seciyesi noktalarında toplanır.”

“Âkif, Milli Kurtuluş hareketini bütün gönlüyle benimsedi. Anadolu’ya geçti. Mec­muasını oralara taşıdı ve İstiklâl Marşı ile Türk’ün varolma hamlesindeki mânayı ebedileştirmek istedi. Marşı resmen kabul olundu fakat ne garip tezattır ki asıl mâna, marşın söylenmeyen mısralarında kaldı. Ortaya çıkan yeni mâna ise, Âkif’in Mısır’a çekilmesine, orada uzun bir müddet bir prensin himayesi altında kalması­na ve İstanbul’a yalnız ölmek için gelmesine sebep oldu.”

“Bütün bu ana meseleleri, temel ölçüleri şahsı ve eseriyle ortaya atan, meydana çıkaran Âkif, onlarda ister kuvvetli, ister hafif olsun büyük dâva ve mücadelenin örnek şahsiyeti mevkiindedir. Ve yarının bu dâvada zuhurunu beklediğimiz büyük adamı ve elmas nesli, öndeki bu ilk örnek haysiyetini daima azizleştirecektir. Dava, Mehmed Akif’i anma vesilesiyle, yarın arkasından muhteşem bir tuluğ; birdenbire bir tepecik üzerinde peydahlanacak şanlı süvari gibi, o büyük adamı ve ardındaki ovalar dolusu yeni gençliği gözlemekten ibarettir.”

“Ne zaman?... ‘Kimbilir, belki yarın, belki yarından da yakın...”[7]

Necip Fazıl’ın Mehmed Âkifleşmesi

Necip Fazıl, 1947’de yazdığı “Muhasebe” şiirinden itibaren sanatta gerçek anlam­da yeni bir yola girmiş sayılabilir. Bu şiir ve aynı yıl yazdığı “Destan” şiiri bu yeni yolun Mehmed Âkif’in takip ettiği yoldan farklı olmadığını gösterir. Her iki şiirde ve iki sene sonra yazılan Sakarya Türküsü’nde Mehmed Âkif tarzı, edası, havası hissetmemek mümkün değildir.

Necip Fazıl’daki bu değişim, sanat ve edebiyat çevreleri tarafından ömrünü sonu­na kadar “sâbık şair” olarak tesmiye edilmesine yol açmıştır. Mehmed Âkif’in şair­liğini inkâr eden Necip Fazıl, aynı inkârla karşılaşmaktan kurtulamamıştır.

Cumhuriyetin Mehmed Âkif’i ve Sakarya Türküsü,1949

14 Ekim 1949’da, yeni bir dönemin eşiğinde, 1950 seçimlerinin öncesinde Necip Fazıl Büyük Doğu’yu yeniden yayınlamaya başlar.

Yeni dönemin bu ilk sayısında “Dünyayı kurtaracak ideal” kapak yapılmıştır.

İç kapakta bu ideal şöyle ifade edilir: “Güneşe karşı billurdan bir menşur tutup için­deki harikulade yolları gösterir gibi, artık bütün insanlığa kurtuluş yolu olarak İslam inkılabının bütün ideolocyasını, en ince noktalarına kadar arzetmenin zamanı geldi.”

Cumhuriyetin ilk çeyrek yüzyılı geride kalmıştır ve inkılâp tarihi eleştirileri dergide geniş yer tutmaktadır.

“Sakarya’nın Destanı” da bu ilk sayıda yayınlanır. “Vecd aşk ve iman gençliği”ne ithaf edilmiş olan şiirin 1950 İnönü Mükâfatı’na talip olmadığı belirtilmiştir. Şiirin adı sonradan “Sakarya Türküsü” yapılmış ve gerçekten gençlerin en çok okuduğu, ezberlediği şiirler arasına girmiştir.

Şiirin Mehmet Âkif’in uzun mısralarıyla ve beyit düzeninde yazıldığı görülmektedir.

Necip Fazıl’ın “Sakarya Türküsü”nü 1949’da trenle Ankara’dan İstanbul’a döner­ken iç Anadolu bozkırında kıvrıla kıvrıla akan Sakarya nehrinin uyandırdığı ilhamla yazdığı söylenir.

Mehmet Âkif, Çanakkale Şehidlerine şiirini zafer haberine aldığı El Muazzam tren istasyonunda yazmıştır, Necip Fazıl’a ise, bir tren yolculuğu sırasında Sakarya Türküsü’nün ilhamı gelmiştir...

Âsım’ın nesline “Gençliğe hitabe”

Mehmed Âkif, şiirinin zirvesini Âsım isimli kitabında yapar. “Çanakkale Şehidlerine” diye bilinen şiir de bu kitabın bir parçasıdır. Âsım, Mehmed Âkif’in gerçek hayat­tan çıkardığı ideal tiptir. Gerektiğinde mes’uliyet hissiyle tahsilini bırakıp cepheye koşan gençler bu ideal gençlik modeline ilham vermiştir.

Mehmed Âkif’in Âsım modeli, hem bedenen, hem ruhen kuvvetli; imanlı, ahlâklı ve ilim aşığı müsbet bir tiptir. Mehmed Âkif bu gençliği Avrupa’ya tahsile gönde­rir. Gerçekten de, savaş sonrasında çok sayıda genç Avrupa’ya tahsile gönderil­miş, fakat dönüşlerinde Türkiye’nin düşünce ve inanç zemininin değişimi ile kar­şılaşmışlardır.

Necip Fazıl, 1950’lerden sonra gençliğe yönelik çabalar içinde olur. Esasen, Necip Fazıl’ın ve başka fikir ve ilim adamlarının çabaları, yayınları Cumhuriyetin oluştur­duğu gençlik tipi dışında bir geçlik kitlesinin oluşmasına zemin hazırlamıştır. Necip Fazıl bu gençliği yönlendiren, en azından motive eden bir rol üstlenir. Bu çerçeve­de çok fazla yayılamasa da Büyük Doğu Klüpleri kurar. Hatta, resmi gençliğe hita- benın tamamen zıddı bir “Gençliğe hitabe” kaleme alır. Mehmed Âkif’in şiirleriy­le beslenen geniş dindar kitlenin çocukları, bu gençliğe hitabeye muhatab edilir.

Necip Fazıl’ın gençliğe hitabesi, Ne Mustafa Kemal Paşa’nın Büyük Nutuk’unun so­nundaki gençliğe hitabesine ve ne de Mehmed Âkif’in Safahat’da Âsım karakteri­ne verdiği öğütlere benzemez. M. Kemal Paşa’nın politik mesajlarının tersine çev­rildiğini söyleyebiliriz. Diğer taraftan Mehmed Âkif’in Âsım karakterine öğütlediği ilim ve fen Necip Fazıl’ın tavsiyelerinden hayli farklıdır.

“Dininin, dilinin, beyninin, ilminin, ırzının, evinin, kininin, kalbinin dâvacısı bir gençlik...

“Halka değil, Hakka inanan; meclisinin duvarında ‘Hakimiyet Hakkındır’ düsturu­na hasret çeken, gerçek adâleti bu inanışta bulan ve halis hürriyeti Hakka kölelik­te bilen bir gençlik...”

Necip Fazıl’in Mehmed Âkif’le gerçek bir zıddiyet içinde olduğu kanaatinde deği­liz. Onun kendi otoritesini, tesirini esas aldığını, bu çerçevede İstiklâl Marşı’nın de­ğiştirilmesi yönünde talep ortaya çıktığı zaman yeni bir milli marş yazma konusun­da istekli olduğunu ifadelerinden çıkarıyoruz. Son hali Büyük Doğu Marşı olan bu metni kaleme alması fakat İstikâl Marşı yerine bu metnin konulamaması değer­lendirme yapılırken bilhassa üzerinde durulması gereken bir husustur.

Sonuç:

Osmanlı’nın son zaferinin şiirini Mehmed Âkif yazdı. Cumhuriyete giden yolda önemli bir yeri olan Sakarya’nın şiirini ise Necip Fazıl. Mehmed Âkif zaferi gelece­ğe yönelik ümitler içinde en yüksek bir dini muhteva içinde kaleme alırken, Necip Fazıl Sakarya’nın şiirini cumhuriyetten sonra olup bitenelerin sorgulaması ve yine dini muhtevalı bir tepki zemininde ifade etmiştir.

Sakarya türküsü

İnsan bu, su misali, kıvrım kıvrım akar ya: Bir yanda akan benim, öbür yanda Sakarya.

Su iner yokuşlardan, hep basamak basamak;

Benimse alın yazım, yokuşlarda susamak.

Her şey akar, su, tarih, yıldız, insan ve fikir: Oluklar çift, birinden nur akar, birinden kir.

Akışta demetlenmiş, büyük, küçük, kainat: Şu çıkan buluta bak, bu inen suya inat!

Fakat Sakarya başka, yokuş mu çıkıyor ne? Kurşundan bir yük binmiş, köpükten gövdesine:

Çatlıyor, yırtınıyor yokuşu sökmek için.

Hey Sakarya, kim demiş suya vurulmaz perçin?

Rabb’im isterse, sular büklüm büklüm burulur.

Sırtına Sakarya’nın, Türk tarihi vurulur.

Eyvah, eyvah, Sakaryam, sana mı düştü bu yük?

Bu dâvâ hor, bu dâvâ öksüz, bu dâvâ büyük!..

Ne ağır imtihandır, başındaki Sakarya!

Binbir başlı kartalı nasıl taşır kanarya?

İnsandır sanıyordum mukaddes yüke hamal; Hamallık ki, sonunda, ne rütbe var, ne de mal,

Yalnız acı bir lokma, zehirle pişmiş aştan:

Ve ayrılık, anneden, vatandan, arkadaştan!

Şimdi dövün Sakarya, dövünmek vakti bu ân; Kehkeşanlara kaçmış eski güneşleri an!

Hani Yunus Emre ki, kıyında geziyordu?

Hani ardına çil çil kubbeler serpen ordu?

Nerede kardeşlerin, cömert Nil, yeşil Tuna?

Giden şanlı akıncı, ne gün döner yurduna?

Mermerlerin nabzında hâlâ çarpar mı tekbir?

Bulur mu deli rüzgâr o sedayı: Allah bir!

Bütün bunlar sendedir, bu girift bilmeceler;

Sakarya, kandillere katran döktü geceler.

Vicdan azabına eş kayna kayna Sakarya.

Öz yurdunda garipsin, öz vatanında parya!

İnsan üç beş damla kan, ırmak üç beş damla su:

Bir hayata çattık ki, hayata kurmuş pusu.

Geldi ölümlü yalan, gitti ölümsüz gerçek:

Siz, hayat süren leşler, sizi kim diriltecek?

Kafdağını assalar, belki çeker de bir kıl!

Bu ifritten sualin, kılını çekmez akıl!

Sakarya, saf çocuğu, mâsum Anadolu’nun, Divanesi ikimiz kaldık Allah yolunun!

Sen ve ben, gözyaşıyle ıslanmış hamurdanız;

Rengimize baksınlar, kandan ve çamurdanız!

Akrebin kıskacında yoğurmuş bizi kader;

Aldırma, böyle gelmiş, bu dünya böyle gider!

Bana kefendir yatak, sana tabuttur havuz:

Sen kıvrıl, ben gideyim, Son Peygamber kılavuz!

Yol onun, varlık onun, gerisi hep angarya: Yüzüstü çok süründün, ayağa kalk, Sakarya!

 

Şu boğaz harbi nedir

Şu Boğaz Harbi nedir? Var mı ki dünyada eşi?

En kesîf orduların yükleniyor dördü beşi, - Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’ya - Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya, Ne hayâsızca tahaşşüd ki ufuklar kapalı!

Nerde - gösterdiği vahşetle “Bu: bir Avrupalı” Dedirir - yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi, Varsa gelmiş, açılıp mahbesi, yahut kafesi!

Eski Dünya, Yeni Dünya, bütün akvâm-ı beşer, Kaynıyor kum gibi, tûfan gibi, mahşer mahşer.

Yedi iklîmi cihânın duruyor karşında;

Ostralya’yla beraber bakıyorsun: Kanada!

Çehreler başka, lisanlar, deriler, rengârenk.

Sâde bir hâdise var ortada: Vahşetler denk.

Kimi Hindû, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ... Hani tâûna da züldür bu rezil istîlâ!

Ah o yirminci asır yok mu, o mahlûk-u asil, Ne kadar gözdesi mevcûd ise hakkıyla sefil, Kustu Mehmed’ciğin aylarca durup karşısına;

Döktü karnındaki esrârı hayâsızcasına.

Maske yırtılmasa hâlâ bize âfetti o yüz... Medeniyyet denilen kahpe, hakîkat, yüzsüz.

Sonra mel’undaki tahrîbe müvekkel esbâb, Öyle müthiş ki: Eder her bir mülkü harâb.

Öteden sâikalar parçalıyor âfâkı;

Beriden zelzeleler kaldırıyor a’mâkı:

Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin; Sönüyor göğsünün üstünde o arslan neferin.

Yerin altında cehennem gibi binlerce lâğam;

Atılan her lâğımın yaktığı: yüzlerce adam.

Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer;

O ne müthiş tipidir: Savrulur enkaaz-ı beşer...

Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak, Boşanır sırtlara, vâdîlere sağnak sağnak.

Saçıyor zırha bürünmüş de o nâmerd eller, Yıldırım yaylımı tûfanlar, alevden seller.

Veriyor yangını, durmuş da açık sînelere, Sürü hâlinde gezerken sayısız tayyâre.

Top tüfekten daha sık, gülle yağan mermiler... Kahraman orduyu seyret ki bu tehdîde güler!.. Ne çelik tabyalar ister, ne siner hasmından; Alınır kal’a mı göğsündeki kat kat imân?

Hangi kuvvet onu, hâşâ, edecek kahrına râm? Çünkü te’sis-i ilâhî o metîn istihkâm.

Sarılır, indirilir mevki-i müstahkemler, Beşerin azmini tevkîf edemez sun’-ı beşer; Bu göğüslerse Hüdâ’nın ebedî serhaddi; “O benim sun’-ı bedîim, onu çiğnetme!” dedi. Âsım’ın nesli... Diyordum ya... Nesilmiş gerçek: İşte çiğnetmedi nâmûsunu, çiğnetmeyecek.

Çanakkale Şehidlerine

Şühedâ gövdesi, baksana, dağlar, taşlar... O, rükû olmasa dünyâda eğilmez başlar, Vurulup tertemiz alnından uzanmış yatıyor; Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne Güneşler batıyor! Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş, asker!.. Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer. Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhîd’i... Bedr’in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi... Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın? “Gömelim gel seni târîhe!” desem, sığmazsın. Herc ü merc ettiğin edvâra da yetmez o kitâb. Seni ancak ebediyyetler eder istiâb.

“Bu, taşındır” diyerek Kâbe’yi diksem başına; Rûhumun vahyini duysam da geçirsem taşına; Sonra gök kubbeyi alsam da, ridâ nâmiyle, Kanayan lâhdine çeksem bütün ecrâmiyle, Ebr-i nîsânı açık türbene çatsam da tavan, Yedi kandilli Süreyyâ’yı uzatsam oradan;

Sen bu âvizenin altında, bürünmüş kanına, Uzanırken, gece mehtâbı getirsem yanına, Türbedârın gibi tâ fecre kadar bekletsem;

Gündüzün fecr ile âvizeni lebrîz etsem;

Tüllenen mağribi, akşamları, sarsam yarana...

Yine birşey yapabildim diyemem hâtırana.

Sen ki, son ehl-i salîbin kırarak savletini;

Şarkın en sevgili sultânı Selâhâddîn’i, Kılıç Arslan gibi iclâline ettin hayrân... Sen ki, İslâmı kuşatmış, boğuyorken husran; O demir çemberi göğsünde kırıp parçaladın;

Sen ki rûhunla berâber gezer ecrâmı adın;

Sen ki a’sâra gömülsen taşacaksın... Heyhât! Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihât... Ey şehîd oğlu, şehîd isteme benden makber, Sana âgûşunu açmış duruyor Peygamber.

Şühedâ: Şehidler.

Rükû: Eğilme, namaz sırasında eğilme.

Ecdâd: Atalar.

Tevhîd: Allahın birliği. İslâmın temel ilkesi.

Bedr: Hz. Peygamber’in müşriklerle ilk savaşı.

Makber: Mezar.

Herc ü merc: Karmakarışık.

Edvâr: Devirler.

Ebediyyet: Sonsuzluk.

İstiâb: İçine alma.

Ridâ: Örtü.

Lâhd: Tabut şeklinde yapılmış sanduka, mezar.

Ecrâm: Gök cisimleri.

Ebr-i nîsân: Nisan bulutu.

Süreyyâ: Yedi yıldızlık yıldız kümesi, Ülker.

Fecr: Güneşin doğması.

Lebrîz: Taşacak kadar dolma.

Mağrib: Batı, batı kızıllığı.

ehl-i salîb: Haçlılar.

Savlet: Saldırış, hamle.

Kılıç Arslan: 2. Kılıç Arslan, Haçlılara karşı Anadolu’yu savcunan Selçuklu hüküm­darı.

Selâhâddîn: Selahaddin Eyyubî. Kudus’ü haçlılardan kurtaran İslâm karamanı.

İclâl: Büyüklük, ululuk.

Ecrâm: Cisimler.

a’sâr: Asırlar, yüzyıllar.

Cihât: Yönler.

Makber: Mezar.

Âgûş: Kucak.

Mehmet Âkif Bilgi Şölenleri’nin dördüncüsünde sunulan bildirilerden oluşan ve 2010 yılında basılan kitap Mehmet Akif Ersoy Araştırmaları Merkezinin beşinci kitabı.
 
 

[1] 11 Mart 1920’de Matbuat ve İstihbarat Umum Müdürü Hüseyin Ragıp (Baydur)’ın, M. Kemal Paşa tarafından yayınlanan Hakimiyet-i Milliye gazetesinde “Ankara’da bir İslâm Kongresi” başlıklı baş­yazısı şu cümle ile sona ermektedir: “Mısır’ın, Cezayir’in, Trablus’un, Tunus’un, Hind’in, Efgan’ın, Azerbaycan’ın, Suriye ve Irak’ın müslüman murahhasları İslâm kıyamının karargâh-ı umumîsi olan Ankara’da toplandıkları vakit bu arzuyu müttehiden ve kuvvetle söyleyecekler, ve salîb ve sermaye istilasına karşı en kahhar mukavemet ve azmini ilân edecekler!”

[2] Mehmed Âkif’in Ankara’ya davet edilişi, geçişi, burada “islâm şairi” olarak karşılanışı ve Ankara’da hayatı konusunda bkz. D. Mehmet Doğan: İslâm Şairi İstiklâl Şairi Mehmed Âkif. Ankara, 2008 sf. 41-82

[3] Kitap halindeki baskılarda “Değil mi sînede birdir vuran yürek...Yılmaz.” şeklindedir.

[4] D.M.Doğan, a.g.e, sf. 76-79

[5] Yedigün, 21.7.1941

[6] 1945-46 Büyük Doğu’larında yayınlanan mahkeme yazıları, Edebiyat Mahkemeleri adıyla kitaplaş- tırılmıştır. (Bütün Eserleri cilt: 65, Hazırlayan: Suat Ak, İstanbul 1997) Necip Fazıl dördüncü ve son mahkemede Nurullah Ataç’ı konu edinmiştir.

[7] Necip Fazıl: Hitabeler. 4. bs. İstanbul 1994, sf. 123-129

Yorumlar
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.