- Hakkımızda
- TYB Ödülleri
- Genç Yazarlar Kurultayı
- Kitaplık
- Ahlâk Şûrası
- Yazar Okulu
- Mehmet Âkif Ersoy
- Türkçe Şûrası
- Milletlerarası Şehir Tarihi Yazarları Kongresi
- Yayınlar
- Söyleşi
- Şube Haberleri
- Salgın Edebiyatı
- Haberler
- Şiir Şölenleri
- Mesnevi Okumaları
- Kültür & Sanat Haberleri
- Kültür Kervanı
- Kırklar Meclisi
- Duyurular
- Biyografiler

- İstanbul19°C▼
- Ankara16°C
- İzmir23°C
- Konya19°C
- Sakarya18°C
- Şanlıurfa24°C
- Trabzon18°C
- Gaziantep23°C
DİYARBAKIR VE VAKIF ANLAYIŞI ÜZERİNE BİRKAÇ SÖZ

M. Ali ABAKAY
Uzun zamandır şehir konusunda yazma iştiyakı duymadım, içimden geçse de kaleme alma taraftarı olmak için yüreğimi cesaretlendirmedim. Kişi, bilmediği konuda yazı kaleme aldı mı, bilenlerin susması icap eder. Bu sebeple Diyarbakır hakkında bilenden çok bilmeyenin şehir sevdalısı kesilmesi, çoğunlukla yazanların kalemini dinlendirmesine yol açar.
Şehir hakkında son zamanlarda alışılagelmiş klasik sözler söylenir. Bu şehrin sanat, edebiyat ve özellikle fikir alanında dünyanın sayılı kentlerinden olduğu söylenilir. Ziya Gökalp’ten Süleyman Nazif’ten, Ali Emirî’den, Ahmed Arif’ten, Sezai Karakoç’tan başlanılır ve bakarsınız bu dünyaca sayılı, bilinen kentte isimler ınkıt’aya, kesintiye uğrar. Ne oldu da bu isimlerle yetinilir? Bunu bir türlü anlayamıyoruz.
Şehrin mimarî eserleri zikredilirken “Ulu Camiî kiliseden çevrilmedir, katedraldir.” Denilerek, birkaç han ve hamam ile kilise ismi zikredilerek, araya birkaç mekân ismi serpiştirilip meram ifade edilir. Mimarî dediğin yapı stili, bu denli her gelenin ahkam kesmesine izin verir mi? Dört Ayaklı Minare için yıllarca didinen, çalışan biri olarak hala bir şeyler yağılmamasının hüznü içindeyim.
“Diyarbakır” denilince Evliya Çelebî’den bahsedilir, söze ondan başlanılır, onun açıklamaları ile mevzuu sona erdirilir. Yani Evliya Çelebî olmasaydı, bir şeyler öğrenmemiz mümkün olmayacaktı.
Kiliselerin restorasyonu sağlanırken Havra da söz konusu… Kilise de Havra da onarılsın, ibadete açılsın. Gerektiğinde müntesibi olanlar da şehre yerleştirilsin. Buna şahsen itirazımız söz konusu olamaz. Nihayetinde bu yapılar, şehrin merkezinde bulunuyor, tescil edilmiş kültürel-dinî yapılardır. Şehirde bir hafta içinde yaşanan coşku görülmeye değer bir yapıdayken, iş camiî ve mescid hususuna gelince, insanlar halen ürkek davranıyorsa, suskunluk içindeyse ne diyelim?.. Biz, “Şehir Tarihçisi-Araştırmacısı” olarak, yetkililerin dikkatini çekmek istiyoruz, bu yazılarımızla.
Aşağıda yer alan ibadethaneler için de gerekli çalışmaların yapılması esastır. Vakıflar Bölge Müdürlüğü, gereken hassasiyeti elbette göstermektedir. Bunun icraatı henüz söz konusu değildir, olmadı.
Şimdi bu yapılardan ayakta duran Mervanî Mescidi hakkında birkaç söz söylemenin sırası. İlgili kimi yetkililer, bu ibadethanelerden Mervanî Camiî için belge istemişti, Vakıf Senedinin olması halinde çalışmaların yapılabileceğini belirtmişti, bir ziyaretimizde. “İbnu’l-Ezrak’ın eserinde geçen ifadeler yeterli değildir.” diyelim. Camiî-Mescid Kitabesi yerli yerinde durmaktadır. Bundan daha önemli belge var mıdır? İstenirse bir dönem Diyarbakır Halkevi’nin-o dönemin devletin resmî yayını- bir başvuru kaynağıdır. Osmanlı Salnameleri, elimizin altında durmaktadır.
Sultan Sa’sa’a ki İslâm’ın ilk valisidir ve şehrin kuşatılmasında şehre girenlerin ilklerindendir. Bu zatın, bu sahabî’nin mezarını açılıp, naaşı bilinmez bir yere kaldırıldı. O sahabînin hatırına boş bulunan mezar alanı hala anısına saygı nev’inden düzenlenmedi. Bu nasıl bir saygıdır? Bu Krallar, Sahabîler, Nebîler, Peygamberler Şehri’nde yapılan bu hata affedilir mi?
Bu nasıl bir anlayıştır ki Hz. Süleyman ve arkadaşlarının naaşları, yüzyıldır kimsenin görmediği, görmek istese de giremediği bir bodrum katı denilebilecek alanda penceresiz, ışıksız saklanılır? Bu alana verilecek düzenleme ile turizm ile kenti kalkındıracaklarını söyleyenler, Hz. Süleyman ve arkadaşlarının medfûn bulundukları alanı bir gün yüzüne çıkarsın. Ondan sonra şehir sevdalıları kervanından ismimizi sildirtip, kendi isimlerini ekleme yolu açılsın…
Bu nasıl anlayıştır ki Dağ Kapı Burcu’nda bir Mervanî Dönemi Mescid-Camiî, yüzyıla yakın ezansız durmakta, cemaatsız bırakılmış ve Kur’an Sesi’ne hasret duruma düşürülmüştür.
Bu nasıl bir şehirdir ki hoşgörüyü başka inançlara gösterip, kendi inançlarına kendi insanı yabancı kılınmıştır? Bu nasıl aydın sıfatı ki bu güne kadar Mervanî Dönemi Mescid- Camiî, gündeme taşınmamıştır? On Gözlü Silvan- Dicle Köprüsü Mervanî onarımından geçip tamamlandığı için değer kazanıyor da Mescid-Camiî kendi haline bırakılıyor? Eğer On Gözlü Köprü, Mervanî Mührü taşımaktaysa ve iş sadece Ekrad olmakla önem kazanıyorsa Mervanî Mescidi, bir Ekrad yapısıdır.
Bu nasıl şehirdir ki kendisini tanıtma amaçlı çalışanlara değer kuruşla ölçülürken, yerli olmayana değer yirmi dört ayar altınla kıyaslandırılıyor?
“Bu nasıl şehir ki “ derken, kalemin mürekkebi kurumuyor, klavyenin tuşları bozulmuyor da sözü okura bırakıyoruz. Çünkü şehirde yaşayan varken, uzak şehirlere gidiliyorsa, tarih-kültür-sanat üçgeninde yabancı gözüyle şehir tanıtılıyorsa, şehirde yaşayanın ortaya konmuş esere, layıkıyla bakması söz konusu olamaz.
Şimdi bu şehirden göç etmenin tam zamanıdır.
Şimdi bu şehirle ilgili ne kadar kitap varsa elimizin altında yakmanın zamanıdır.
Şimdi bu şehirle ilgili ne kadar gazete ve dergi varsa onları yok bilmenin zamanıdır.
Hayır hayır!.. Biz, bildiğimizi söylemekle mükellefiz ve bildiğimizi saklamakla sorumluluğun altından kalkamayız.
Geleneğimizde bilgi kutsaldır, değer verilmesi gerekendir.
İnancımızda bilginin baş tacı olması söz konusudur.
Kültürle uğraşan, işi turizmle sınırlı görünen yetkililer, Vakıflarla iştigal eden yetkililer, her şehrin envanterini çıkartıp, kendi uhdesinde bulunan eserlerin, yapıların ne olduğunu bilmeli ve çalışmalarını öncelik sırasına göre yapmalıdır.
Sözümüzün kıymet taşıması için, bir üniversiteden unvan alıp akademisyen sıfatını kullanmamız gerekli midir? Biz de bu üniversitelerin birini okuduk, kendi alanımızda uzman olduk. Şehirler canlılıklarını dünden bu güne taşınan eserlerle, değerlerle korurlar.
Bir başkası bir şehri şehirde yaşayan kadar bilmez, araştıran kadar anlamaz. Maalesef, halen bunu idrak etmekten uzak anlayış sahibi olmakla yüz yüze kalan kuşak olarak, yarına ne bırakabiliriz?
Belki yazdıklarımız, zamanı gelince değer kazanacaktır. “Bu yapıdan, yapılardan bahseden yazarlar vardı.” diyenler olacaktır. Önemli olan söyleyen değil söylenen ise, “ Hiçbir ibadethane, amacı dışında kullanılamaz.” ifadesi, her vakfın ana şartıdır.
Sahi, sorun yoldan geçene ve deyin ki ”Vakıflar denince ne hatırlıyorsunuz?” Cevabı, mutlaka bir banka ismi olacaktır, öncelikle. “Evkâf” deseniz, anlayacak kişi bulmanız uzun sürer. Tavsiye de etmeyiz. Zaten bu ülkede yılın bir haftası “Vakıf Haftası” olarak kutlanmıyor mu?
Vakıflar, daha önce hayatın içindeydi, canlılığın işaretiydi. Birer birer bu mirası hovardaca tüketen bizler, şimdi Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Vakfı kurarak, eski işelvinin kötü bir fotokopisini devlet eliyle yürütüyoruz. İyi ki bu sistem işlemektedir ve yoksul olanlara sığınılacak liman vazifesi görüyor. Bizim anlayışımızda Vakıf, bu tarz değil, üretimin olduğu ve tüketimin hak sahiplerine adil biçimde paylaştırıldığı vasfa sahipti.
Her iş alanının, meslek çalışanlarının kurduğu vakıflar, vakfa bağışlanan tarla, bağ, bahçe ve akarlarla, halkın içindeki gelir dağılımındaki dengesizliği ortadan kaldırmakta ve hayatın her alanına işlemekte, etkisini göstermekteydi. Vakıflar, hayır kurumuydu, eğitim görene, yolda kalana, evlenmek isteyene, yaşlı olana, iş kurma isteğinde bulunana, yetim kalana, köprü-han-hamamdan kış ortasında ormanda şiddetli kış sebebiyle yiyecek bulamayan vahşi hayvana kadar, çözümü anında gerçekleştirirdi. Şimdi kâğıda, zamana ve tespite dayalı ayları bulan, mağdur olduktan sonra kısmen farkına varılan, istismara açık yardımlar, gerçek vakfın yanında sözü edilemeyen maket vakıf anlayışıdır. Vakıf, bir inanç, vicdan işiydi. Vakıf, insana değer vermenin ismiydi, erdemi yayan anlayıştı.
Şimdi Vakıflarla ilgili söylenecek çok söz vardır da biz, işin sadece öylesine bilenleriyiz. Elbette ehil olanlar, işin ne olup olmadığını bizden iyi bilir.
Bildiğimiz kadar Vakıfların bankacılıkla bir ilgisi yoktur, olmamıştır. Geleneğimizde inanç hükümlerince vakıf kuranların bankacılık işlemlerini tasvib etmeleri beklenemez. Çünkü çağın bir gereği olarak sunulan bankacılığın faiz, icra gibi işlemlerinin Vakıfların kuruluş senetlerinde yeri görülmemektedir. Cumhuriyetle birlikte Vakıflar, tel elde toplanınca, bankası da kuruldu, müdürlüğü de kuruldu. Azınlık haklarına olan kısıtlamanın yakın zamanda kaldırıldığını duymayan kalmadı. Nedense Vakıflar’da azınlıklar artık haklarını alırken, çoğunluklarda tek el anlayışı devam etmektedir.
02.11.2011
- Geri
- Ana Sayfa
- Normal Görünüm
- © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.