- Hakkımızda
- TYB Ödülleri
- Genç Yazarlar Kurultayı
- Kitaplık
- Ahlâk Şûrası
- Yazar Okulu
- Mehmet Âkif Ersoy
- Türkçe Şûrası
- Milletlerarası Şehir Tarihi Yazarları Kongresi
- Yayınlar
- Söyleşi
- Şube Haberleri
- Salgın Edebiyatı
- Haberler
- Şiir Şölenleri
- Mesnevi Okumaları
- Kültür & Sanat Haberleri
- Kültür Kervanı
- Kırklar Meclisi
- Duyurular
- Biyografiler

- İstanbul15°C▼
- Ankara10°C
- İzmir19°C
- Konya14°C
- Sakarya14°C
- Şanlıurfa20°C
- Trabzon14°C
- Gaziantep15°C
DİYARBEKİR SOHBETİ 6

M. Ali ABAKAY
BU RAMAZANDA YİNE TERAVİH VAR!..
Gazeteler, çocukluğumuzda bir gün sonrasında şehre gelir, ilçeye ikindi vakti ulaşırdı. Ramazan Ayı’nda olduğumuzu hiç unutmam. Bir iftar yemeği tarifinde beyaz şarabın da olduğunu görünce, çocuk aklımızla, işin ciddiyetini tartışmıştık, birkaç arkadaşla.
Şimdi de yemek tarifleri verilecek, öyle görünüyor.
Gazetenizle birlikte günlük yemek kartlarınızı alacak, ismi belirtilen yağı, unu ve diğer malzemeleri alacaksınız. Sonuçta yapacağınız yemeği yerken gizliden gizliye kişinin şuur altına enjekte edilen gizli reklâmın esiri olmaktan kurtulamayacaksınız. Bu hilenin senelerdir yapıldığını bilmeyenin kalmadığı piyasada, bakarsınız ki kimileri zengin edilmiş…
Bire ürettiğinin dokuz katını da reklâma harcayarak, fiyatını on beş olarak belirleyenlerin vicdanına terk edilen piyasayı anlatan büyüklerimiz, Ramazan Ayı’nda nefsin kontrol altına alındığını söyler dururdu.
Şimdi baktığımızda midesi için yaşayanların içinde olduğu durum karşısında şaşıran bizlerin, olağan hale gelen bu durumlarda bazısınca haksız addedilme düşüncesi ile suçlanmak da söz konusu.
***
Ramazan Ayı’ndayız ve öğle sıcağının insanı susuzluktan orucu bozmaya niyetkâr eden olumsuzluğunu kitap okuyarak, arada bir giden elektriğin zor durumda bıraktığı, öyle her evde bulunmayan masa vantilatörünün serinliğindeyiz.
Bir gazete kupüründe camii kubbesinin çöktüğüne dair fotoğraf, oldukça net. Muhabir mihrabı çöken camiî olarak anlatıyor, haberinde.
Eski zaman hikâyesi haline gelen gazete tefrikalarında, ” Mekke’den Yazıyorum” şeklindeki yazı dizileri kaçınılmazdı. Biz, bu yazı dizilerini kaçırmaz, televizyonun olmadığı, dış dünya ile bağlantıyı sağlayan radyoyu da pili çabuk bitmesin anlayışıyla haber saatleri olan öğle arası birde ve akşamüstü yedide takip ediyoruz. İftar vakti de sesini sonuna kadar açtığımız radyoda ezan sesini bekliyoruz. Bize göre Mahalle Camiî İmamı erken okusa “İyi”, radyo tez davranırsa daha iyi olurdu. Radyodan verilen ezanın kayıt olduğunu düşünmezdik. Bazen geç okuduğunu var saydığımız İmamın önce iftarını açtığı için geç okuduğunu tartışmadan edemezdik.
Şimdi televizyonlarda, kimi telefonlarda ezan, dakikasına göre duyulmaktadır. Mahalle İmamı’na dair söylediğimiz sözlerin ne derecede anlamsız olduğunun farkına varıyoruz.
***
Her yapılan yemekten bir kabın, iki-üç kişiyi doyurabilecek kadarı, yetimi-öksüzü olan komşuya ya da fakir bir aileye iftar öncesi gönderilmesi söz konusuydu. Bu adet, halen perşembeyi cum’aya bağlayan günde yaşatılmaya çalışılıyor, doğup büyüdüğüm ilçede.
Kiminin ismine “Ölü Yemeği” diyerek öksüzü ve yetimi küçümsediği Cum’ a hatırına verilen yemeği, büyükşehirdekiler hatırlarlar mı, bilemem…
Yemeğin bereketi sayılan bir kap yemeği ayırmadan, evdekiler hiçbir şekilde yemekten tatmaz v e sofrayı kurmazdı. Şimdi hatırlatmaya gerek vardır, bu güzel eski adeti.
***
Her Ramazan akşamı eli dolu gelmeyi kendisine adet eden babamı uyaran komşusu, getirilenin alenî, açık biçimde elde taşınmasının, kimi yoksulluktan dolayı nefsini körelten insanların bakışları sebebiyle, bir zulme ortak olduğunu söyledikten sonra, kese kağıdına bırakılan ve fileye doldurulan meyveler, yine sokakta elimizde teşhir edilmeye devam ediyordu.
Beyaz etin her yerde satılmadığı, piliç etinin o dönemde bakkaliye dükkânlarında bulunmadığı, marketçiliğin bilinmediği zamanda gelen misafir için en kıymetli ağırlama, kesilen tavuk, tavuk bulunmazsa horozdu.
Kırmızı etin pahallı oluşu ve herkesçe alınamadığı-şimdi de aynı şekilde- zamanda, Ramazanın birkaç günü içinde çiğköftenin yapılmazsa olmazlardan olduğunu biliyorduk. Çiğ et, traşlanmış, pürüzsüz bir taş üzerinde tahta tokmakla dövülür, sinirler çıkartılır ve çiğ köfte malzemesi, ezana çiğ köfte olarak yetiştirilirdi. Bir kısmı, avuç içinde yassı hale getirilip, yağda kızartılarak, sofraya farklı tadlar taşınırdı.
Bazen sofradaki zenginliğe, daima kendi kendisini davet edenlere de hoş görü ile bakıldığı ortamda incitmek, kötü söz söyleme kimsenin aklına gelmezdi.
***
Teravih namazını usulüne göre kılandan çok, az zamanda kıldıran imamların tercih edildiği dönem, sanırım sadece bizim kuşakla sınırlı değil. İşi beden eğitimi hareketlerine dönüştüren kimisi, eleştirilirse de sevilirdi.
O dönemde-kırk yıl önce- yarım saati bulan teravih namazı ile kendimize gelen bedenimiz, öncelikle biten namazla oldukça sıcak camiî içinden, kendisini dışarı atmamızı telkin etse de tesbihata kadar dışarı çıkma, yadırganırdı.
Özellikle teravihe ilk günlerde gelen çocuk sayısı fazla olurdu. Gülenler, birbirini iteleyenler, fısıldaşanlar uyarılara rağmen gereğini yapmadıklarında dışarı atılırdı.
Bizim insanımız kırk elli sene kıldığı namazda okuduğu surelerin- ayetlerin mealini bilmezken, inanmış olmanın verdiği ruh temizliği ile ezberlediği sureleri- ayetleri İmamla beraber okurdu. Özellikle Fatiha Suresi’nden sonra uzunca bir “âmin!...” çekmek, belki sadece bizim çevremizde yaygın haldeydi. Şafiî Mezhebi’nden olduğumuz için cemaat Hanifî müezzin istemiyordu. Müezzine düşen ezanı ve salavatı getirtmekti. Tesbihatı fahri olarak bilenler yapmaktaydı. Çünkü telaffuz farklı olunca ve yaşlılar, Müezzin ne kadar gereğini yaparsa yapsın ikna edilemez derecede inada sahiptiler.
***
Oldukça yorucu yaz mevsimine rast gelen Ramazan Ayı’nda akşamları kadınımız, kızımız, anamız, bacımız evin avlusunda gece serinliği başlayıncaya kadar oturur, sahura hazırlık yapmaya hazırlanırdı.
***
Elektriğin akşam üç saatle sınırlandığı ve sahura kalkmadan önce verildiği ortamda buzdolabımızda yoktu. Tel ötgü tahta dolaplara bırakılan yiyeceklerin hava sirkülasyonu ile bir nebze soğuk hale geldiğini, böcekten-haşerattan korunduğunu biliyorduk. Soğuk olmasa da içilebilir kıvama gelmesi için su, destide bırakılır ve açık bir alana, yükseğe taşınırdı. Destinin ağzı bir tülbent ile kapatılır, toza, böceğe karşı tedbir alınırdı.
***
Bizim Ramazan akşamlarında anlatılan hikâyeler, büyüklerimizin masalları bize birer eğlence gibi gelirdi. Ben, Hazreti Ali (r) Cenklerini oldukça okumuş biri olarak, tekrarlardım. Rahmetli Anneannem-Nenem- Türkçeye yer yer hâkim olmasına rağmen, anlamadığı yerleri tercüme etmemi ister, öğrendiğimiz yeni dil olan Türkçe’den Kürtçeye yarım yamalak bir tercüme yapar, Nenemin hoşuna gidebilecek sözleri de araya bırakırdık. Ezbere bildiğimiz Zülfikâr, Düldül, Küffar kelimelerinden sonra mutlaka bir kafirin kellesi vücudundan ayrılırdı.
***
Şimdikilerin anlattığı Ramazanlardaki o geçmişte duyduğumuz ne haz kaldı ne yemek tadı ne samimiyet… Büyüğün küçüğe sevgisi, küçüğün büyüğe saygısına dönüştürüldüğü o demde, yokluk-yoksulluk vardı da insanlar arasında güven, merhamet, infak eksik olmazdı. Belki bu harçtı, bizi birbirimize yakınlaştıran, dostluk bağlarını kuvvetlendiren ve insanları inanç etrafında şekillendiren.
***
Bugün bu hazzı alamayan ben, tekrar o eski Ramazanlara dönmeyi düşlüyorum.
Bakarsınız bazı GSM operatörleri, “Cepten Hayırlı iftarlar” mesajını icad eder, bu hizmetlerine” “Sahura kalkın, Sahur Zamanı” diye hizmetine yeni bir sayfa açar.
Rahatsızız, bu günlerin Ramazanlarında. Oruç tutan çok, yaşamasını bilen oldukça az. “Neden oldu?” diye sorarsanız, bu sorunun da cevabını siz verin. Çünkü ben kimilerinin bu dönemde kişinin oruç halinin kendisini gün boyu aç ve susuz bırakması olarak algılandığını sanıyorum.
18.07.2012
- Geri
- Ana Sayfa
- Normal Görünüm
- © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.