08 Kasım 2025
  • İstanbul16°C
  • Ankara15°C
  • İzmir16°C
  • Konya14°C
  • Sakarya15°C
  • Şanlıurfa21°C
  • Trabzon17°C
  • Gaziantep17°C

DOÇ. DR. ERTAN AYDIN'DAN: ERDOĞAN’IN UZLAŞTIRICI REFORMİZMİ

Geçtiğimiz haftalardaki MİT, Emniyet ve Yargı ilişkisi etrafında oluşan tartışmalar, neticede AK Parti’nin siyasi kimliği ve Tayyip Erdoğan’ın liderlik vizyonu hakkında bir taştırmaya da dönüştü.

Doç. Dr. Ertan Aydın'dan: Erdoğan’ın uzlaştırıcı reformizmi

AK Parti muhaliflerine göre son on yıllık süreç, ‘siyasal İslam’ın, adeta Leninist bir öncü parti olarak örgütlenip, seçimle başa gelerek, devrimleri uzun süreye yaymasıdır. İşin ilginci, hükümetin basın yayın camiasından bazı destekçileri de kısmen aynı katı devrimci veya radikal reformist modelle AK Parti’nin iktidarını açıklamaya ve yönlendirmeye çalışmalarıdır. AK Parti’den, Ergenekon, darbeci askeri güçler ve kemikleşmiş Kemalist elite karşı sivil demokratikleşmenin öncüsü olması misyonu bekleyen bu grup, son on yıldaki gelişmelerden netice olarak oldukça memnun olsa da, Tayyip Erdoğan’ın onların beklediği gibi bir devrimci olmaması sebebiyle çok sık hayal kırıklıklarına da uğramaktadırlar. AK Parti’yi ve Erdoğan’ı, olumlu veya olumsuz olarak sürekli bir devrimci olarak algılayan bu siyasi dil, Türk politikasında her türlü kurum ve kavramın aşırı siyasallaşmasına yol açmakta ve Türkiye’yi yönetmesi çok zor bir ülke konumuna getirmektedir. Zira ortalıkta her şeyin sorgulandığı ve yeniden kurulmaya ve tanımlanmaya çalışıldığı böyle bir radikal reformcu ortam, belli açılardan demokrasinin gelişmesine hizmet edeceği için olumlu görülebilse de, son MIT-Yargı krizinde görüldüğü gibi, devletin temel kurumları ve ilkeleri konusunda herhangi bir sağlıklı mutabakatı sarstığı için, kolayca bir demokrasi krizine de dönüşebilmektedir.

Tayyip Erdoğan’ı adeta Yeniçeri Ocağını kaldırıp yerine yeni bir ordu kurmaya çalışan bir İkinci Mahmut gibi görmek ciddi analiz hatasıdır. Erdoğan’ın baştan itibaren Türk devleti ile ilgili siyasi vizyonu kurumların haysiyetini koruyarak ıslahat yapmak ve ülke yönetimini tüm halk kesimlerinin katılımına açmak olagelmiştir. Gerek on yıllık AK Parti icraatlarının seyri ve muhtevası ve gerekse AK Parti’yi destekleyen yüzde 50’lik seçmen kitlesinin beklentileri yakından analiz edildiğinde, AK Parti’nin şedit taraftar ve muhaliflerinin, bu devrimci kadro hareketi beklentilerinin ne kadar yanlış olduğunu gösterecektir. Tayyip Erdoğan ve AK Parti, bir devrimci kadro hareketi değil, merkezdeki seçmenlerin normalleşme ve demokratikleşme taleplerini temsil eden ve mevcut devlet sistemini demokratikleşme süreciyle ıslah ederek, toplumun tüm kesimlerine açmaya çalışan bir siyasi vizyona sahiptir.

İdeolojik kadro hareketi değil

Bu ihtiyatlı reformist politikaların, sonraları bir sessiz devrimci politika olarak görülmesinin sebebi, normalleşme ve demokratikleşme sürecine karşı çıkıp onu sekteye uğratmaya çalışan değişik grupların, hem kendi kendilerini imha edecek yanlış adımlar atmaları ve hem de zamanla kamuoyundaki meşruiyet ve itibarlarını tamamen yitirmeleri olmuştur. Bugün de, AK Parti’ye destek verdiğini bildiğimiz kimi liberal ve muhafazakar gurupların bu normalleşme ve demokratikleşme ortamının kendi aleyhlerine işlediğini düşünerek önalma çabaları, tıpkı Ergenekoncu ve Ulusalcı kesimlerde olduğu gibi onları kendi kendilerini imha sürecine sürüklemektedir. Yani her türlü hizip, kurum ve grubun devrimcilik yapmaya çalıştığı, keskin bir şekilde kutuplaşmış Türk siyaset ortamında, ortadaki merkez seçmenlerin desteği sayesinde ihtiyatla ve sükunetle ülkeyi yönetebilmek sonradan büyük bir dönüşüm olarak görülmeye başlamış olsa da bu bir ideolojik kadro hareketinin ve katı devrimciliğin sonucu olarak görülmemelidir.

AK Parti’nin Türk siyasetine getirdiği dönüşümü bir devrim olarak nitelendiren tezlerin ana dayanağı esasında mantıklı bir temele dayanmaktadır:  Eğer son on yıldaki değişiklikler, bir yıl içerisinde peş pese yapılsa, bunlar çok keskin bir devrimler dizisi olarak görülüp, şiddetli çatışmalara yol açabilirdi. Ancak, yine son on yıldaki değişimleri kendi ortamı içinde incelersek, Erdoğan tarzı siyasetin gözden kaçan en önemli özelliğinin, sert bir dönüşüm ve devrim değil, kurumları kendi haysiyeti ve mümkünse kendi mevcut kadrosuyla dönüştüren uzlaşmacı ve tedrici bir ıslahatın, sert değişimlere tercih edildiği görülecektir. AK Parti’nin kuruluş aşamasından itibaren, Türkiye Cumhuriyeti’nin ana ilkeleri, Avrupa Birliği üyeliği vizyonu ve devletin genel ilke ve kurumları konusunda herhangi bir problemi olmamış, daha çok geçmiş hükümetlerin ve mevcut bürokrasinin bu ilkeleri yerine getirmediği eleştirisi yapılmıştır. Bugün gelinen noktada Tayyip Erdoğan ile uzlaşmacı ve tedrici ıslahat fikirlerini bir arada düşünmek aykırı görünse de geçmişteki olayların bu gözle hatırlanmasında fayda var. Örneğin, Tayyip Erdoğan baştan beri TSK’nın kurumsal itibarını koruyarak değişim yapmak istedi ve ordunun kendi iç mekanizmasına karışmadı. Hatta bazıları bu süreçte onu Turgut Özal kadar generallere karşı sert olamamakla suçladı. TSK’daki darbeci kültürün kırılıp, şimdiki demokratik kültürün yerleşmesi ise yine ordu içindeki Hilmi Özkök gibi demokrat subayların yardımı ve liderliğiyle oldu. Daha doğrusu, eğer bugün TSK’da bir dönüşümden söz ediliyorsa, bu dönüşüm yine mevcut kadrolarla gerçekleştirilmiş oldu. Ergenekon süreci ile pek çok subay hakkında soruşturma başlatılması veya 27 Nisan muhtırası, Erdoğan’ın asker kadrolarını değiştirme veya orduyu reforme etme isteğinin sonucu olmayıp, bilakis, bu normalleşme ve demokratikleşme sürecine müdahale etmek isteyen bir grup subayın, yine ordu içindeki subayların işbirliği ve kamuoyu desteğiyle yargı önüne getirilmesi sonucu oluşmuştur.

Katılımcı değişim modeli

Benzer bir şekilde, Cumhuriyet Başsavcısı AK Parti aleyhinde bir hukuk skandalı olabilecek kapatma davası açtığında, Erdoğan Anayasa Mahkemesi’nin itibarını zedelemekten kaçındı ve bu mahkemeye olan güvenini beyan etti. Bu kapatma davasındaki hukuksuzluklar o kadar bariz idi ki bunları o zaman Erdoğan ve Türk kamuoyu çok iyi bilmekteydi. Erdoğan için asıl yapılması gereken reformcu tavır, bir anayasa değişikliğine hemen gidip, mahkeme için parti kapatmayı imkansız haline getirmek olabilirdi. Zira, Osman Can’la yapılan bir mülakatta okuduğumuz kadarıyla, Anayasa Mahkemesi’nin pek çok üyesi bu kapatma davasında partizan bir tavır takınıp, hukuk kurallarını ihlal etmeye çok meyilli idiler. Ancak yine de Erdoğan, kendisini ve partisini celladına teslim eder bir tavırla, Anayasa Mahkemesi’nin kurumsal itibarını gözetmeye çalıştı ve kendisinden beklenen bir devrimci ve sert bir strateji yerine, Anayasa Mahkemesi üyelerinin vicdanına seslenip, onlardan bir ıslahat yapmasını istedi. Benzer bir ıslahatçı tavrı, Türk hariciyesinde de görmek mümkün. AK Parti iktidarının en aktif ve başarılı dönüşümlerinden birine sahne olan Türk dış politikası, Dışişleri Bakanları dışında hemen hemen hiç bir kadro değişikliğine gidilmeden, tamamen dışişlerinin mevcut personelinin katılımı ve ikna olmasıyla gerçekleşti. Kısacası, Erdoğan değişimleri, çok geniş kesimlerin katılımıyla yapıp, devlet kurumlarının itibar ve sürekliliğini zedelemeden uzun zamana yaydı ve başlangıçta normalleşme, demokratikleşme ve ülke yönetimini geniş kesimlerden gelen liyakatli insanlara açmak dışında herhangi bir ideoloji ve plana da gerek görmedi. Bu süreçte sürekli kamuoyunun desteği ve demokratik meşruiyet dikkate alındı. Tüm bu ıslahat ve normalleşme sürecinin on yıllık sonucunun bir devrim kadar derin bir dönüşüm olarak görülmesi, AK Parti’nin devrimci bir ajandayla siyaset yaptığı sonucunu doğurmamalıdır.

Erdoğan’ın Leninist bir metotla ve katı ideolojik anlayışla iş yaptığı tezini çürüten diğer bir gösterge, seçmen kitlesinin AK Parti’ye bakışıdır.  Pek çok gözlemci, AK Parti’ye oy veren kitleyi monolitik bir milliyetçi muhafazakar blok olarak gördüğü için son on yıllık Türk siyasetindeki en önemli demokratik başarılardan birini göz ardı ettiler: AK Parti tabanı hiç bir zaman monolitik ve homojen bir grup olmayıp, çok değişik siyasi eğilim ve hiziplerin bir ittifakı olagelmiştir. Yine pek çok analist, AK Parti’yi Sünni bir kimlik ve ideolojinin temsilcisi olarak gördüğü için, Tayyip Erdoğan’ı da bu Sünni seçmenin doğal ve karizmatik lideri olarak algılayagelmişti. Ancak, bu varsayım da gerçeği tam olarak yansıtmıyor. Tayyip Erdoğan’ın siyasetteki başarısı, var olan bir Sünni ve milliyetçi bloğun kutuplaştırıcı lideri olması değil, çok değişik talepleri olan bir çok eğilimi, Türk siyasi kültürünün asker, yargı veya polis gibi temel kurumlarıyla doğrudan çatışmaya girmeden pragmatik ve uzlaştırıcı, ve ıslahatçı adımlarla yönetebilmesi olagelmiştir.  Son zamanlardaki polis, mit, yargı, asker gibi kurumlar arasındaki tansiyon düşünüldüğünde bu kurumlar arasındaki dengenin sağlanması ve reformların hiç bir grup tamamen dışlanmadan ve çatışma çıkmadan yapılabilmesi sureci üzerinde daha fazla düşünmek gerekmektedir.

Erdoğan’ın aşırı taraftar ve düşmanları arasında, onu kutuplaştırıcı bir figür olarak görme eğilimi olsa da, Türkiye’deki seçmen kitlesi, Erdoğan’a kavgacı ve kutuplaştırıcı olduğu için değil, onu ihtiyatlı, uzlaştırıcı ve ıslahatçı olduğu için desteklemiştir. Zaten bir ülkede yüzde 50 oy alan bir partinin kutuplaştırıcı ve ideolojik olduğunu düşünmek ciddi bir mantık hatasını da içermektedir, zira yüzde 50’lik bir kutup olamaz. Bu yüzden, Tayyip Erdoğan’ın bazen kimseye yaranamayan ve değişik kesimlerin tepki çekeceği uzlaşmacı siyasetler izlemesini bir zayıflık alameti olarak değil, yeni Türkiye siyaseti adına bir hükümet için atılabilecek en makul adımlardan biri olarak da görülebilir. Pollmark olarak son 8 yılda yaptığımız anketlerde ortaya çıkan en çarpıcı sonuçlardan birisi de, Türk seçmeninin yüzde 60’lık kesiminin ana eğilimlerinin Erdoğan’ın bu ihtiyatlı ıslahatçılığıyla örtüştüğüdür. Örneğin, 27 Nisan Muhtırası sonrası Türkiye’nin muhafazakar kitleleri Askerlik müessesesini zedelemek istemediler, yada AK Parti’yi kapatma davasında bile Anayasa Mahkemesi’nin itibarını korumasını istediler.

Devlet kurumlarını kırıp dökmeden, başını gözünü yarmadan, kurumsal beka ve itibarı zedelemeden ihtiyatlı ve sağduyulu bir reformu tercih eden Erdoğan, Türk devlet geleneğinde devlete hınçla veya rövanşist bir halet-i ruhiye ile yaklaşmama ve her şeyden önce “hatası da olsa benim devletim” diye bakan bir kültürel eğilimi de temsil ediyor görünmektedir. Yine AK Parti’nin seçmenlerinin bir monolotik kitle değil, mozaik oluşunun sonucu olarak, Erdoğan’ın siyasi envanterinde çeşitliliği dışlamayan, farklı geçmişten gelen eğilimleri harmanlayan bir çoğulculuk olarak ortaya çıkmıştır.  AK Parti hem Mehmet Metiner’in, hem Ahmet Kutalmış Türkeş’in, hem Hakan Şükür’ün hem de Ertuğrul Günay’ın partisi olabilmektedir. AK Parti içerisinde, eski radikal İslamcı da kendini güvende hissediyor, en katı milliyetçi de, en batıcı liberal de, en koyu cemaatçi de. Bu anlamda AK Parti’nin ılımlı çoğulculuğa dayalı bir siyasi çizgisi olduğu rahatlıkla söylenebilir. Parlamentoda temsil edilen diğer partilerin siyasi vizyonu bu kadar çeşitliliğe imkan vermiyor. Aynı şekilde AK Parti’yi stratejik sebeplerle destekleyen kimi çevre ve camiaların içerisinde bu tarz bir çeşitliliği kaldıracak yapının olmadığı da söylenebilir. Daha doğrusu, onların Türk seçmenindeki fikir ve siyasi eğilim çeşitliliğine karşı bakışları AK Parti kadar içselleştirici ve katılımcı olamıyor.

Yüzde 50’lik bir kutup olamaz

Kendi seçmen mozaiğini temsil etme rahatlığı ile Erdoğan’ın gizli bir gündemi olmadığı gibi, olması da imkansızdır. Tam da böyle bir gizli gündem olmadığı için Erdoğan’ın Türkiye’de katılmadığı kişi ve işlere karşı kamusal alandaki eleştirisi sert olabiliyor. Eğer gizli ve ideolojik gündemi olsa, kamusal alandaki sert eleştiri yerine, andıçvari gizli mekanizmalarla bu eleştirileri karşı hamleye dönüştürebilirdi. Erdoğan bir gazeteci ile ilgili olumsuz kanaatini, eskiden olduğu gibi gazete patronlarıyla gizli pazarlık yaparak değil, kamuoyu önünde ifşa ederek, esasında daha şeffaf ve daha samimi bir tavır sergileyebiliyor.

AK Parti’nin Türk seçmen mozaiğini temsil etme ve çoğulcu tabanı düşünüldüğünde, AK Parti ile kendilerine dini ve milli kaygılarla ülkenin hizmetine adadığını iddia eden bir cemaat arasında güçlü ittifak olması doğaldır. Zaten Türkiye’deki bu tür camialar geçmişte de siyasi partilerle ilkeler temelinde veya pragmatik gayelerle değişik ittifaklar kuragelmişlerdir. Aynı Hizmet Cemaati’nin Bülent Ecevit liderliğindeki DSP ile de bir ittifak kurduğu bilinmektedir. AK Parti ile Cemaat arasındaki işbirliğinin pek çok yönden derin ilkelere ve vizyonlara dayandığını söylemek de mümkündür.

Ancak, AK Parti ve Erdoğan’ın yukarıda tartıştığımız ıslahatçı eğilimi ile normalleşme ve demokratikleşme dışında fazla ideolojik bir muhtevasının olmadığı düşünülürse, Hizmet Cemaati, diğer cemaatler veya Türkiye’deki liberal gruplarla yaptığı ittifaklar ve gönül birliğinin, bir devrim yada kadrolaşma programına dönüşemeyeceği çok açıktır. Nitekim, AK Parti ve Cemaat işbirliğine rağmen, AK Parti yönetimi altında herhangi bir cemaat kadrolaşmasından söz edemiyoruz, zira AK Parti yüzde 50’lik tabanını gözeterek, kadroları liyakat çerçevesinde herkese açma siyaseti gözetmek zorundadır. AK Parti’nin bu çeşitliliği itibariyle, hiç bir devlet kurumunun bir cemaat veya ideolojik örgütlenme yoluyla devlete alternatif paralel bir yapıya dönüşmesine seyirci kalması düşünülemez. Esasında, dünyada da hiç bir açık toplumun bu tarz devlet kurumları içindeki paralel yapılanmaları kaldıramadığı görülmüştür. Türkiye’de daha önce devlet kurumları içerisinde paralel bir şebeke gibi işleyen Ergenekon örgütlenmesi AK Parti iktidarlarının sağladığı demokratikleşme ve normalleşme sürecinde tasfiye olmuştur. Bundan sonra da, açık bir topluma dönüşen Türkiye’de kurumlara sirayet edebilecek olası örgütlenmelerin uzun süre ayakta kalabilmesi oldukça zordur. AK Parti’nin devrimci bir ajandası olmadığı için herhangi bir devlet kurumuna dışarıdan dönüşüm programı empoze edeceği veya ettireceğini düşünmek olası görülmemektedir. Sonuç olarak son günlerdeki yoğun tartışmaya dönecek olursak, Türkiye’de MİT içinde bir değişim olacaksa, tıpkı daha evvel TSK’da veya Hariciye’de olduğu gibi bu değişim oradaki mevcut kadroların iç ıslahatıyla, kurumun saygınlık, güven ve itibarını zedelemeden yapılabilecektir. Ancak bu tür bir ihtiyatlı reformist vizyonla ve demokratik normalleşme ile Türkiye’de bürokratik kurumlara sirayet etmiş vesayetçi zihniyetin ortadan kalkması mümkün olacaktır.

04.06.2012 Star

Yorumlar
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.