14 Ekim 2025
  • İstanbul15°C
  • Ankara15°C
  • İzmir16°C
  • Konya13°C
  • Sakarya14°C
  • Şanlıurfa20°C
  • Trabzon15°C
  • Gaziantep19°C

DR. NAZİF ÖZTÜRK: VAKIFLARA ADANMIŞ BİR ÖMRÜN HİKÂYESİ

Söyleşi: Ziya Uğur

Dr. Nazif Öztürk: Vakıflara Adanmış Bir Ömrün Hikâyesi

07 Ekim 2025 Salı 13:47

Kültür ve Turizm Bakanlığı Emekli Müsteşar Yardımcısı ve Türkiye Yazarlar Birliği’nin Önceki Genel Başkanlarından Dr. Nazif Öztürk ile gerçekleştirdiğimiz bu kapsamlı söyleşide; kendisinin çocukluk yıllarından vakıf hizmetlerine uzanan hayat hikâyesine tanıklık ettik. Ömrünü vakıflara adayan bir ismin sahibi olan Nazif Öztürk, bu alandaki derin araştırmalarını ve uzun yıllara dayanan saha tecrübelerini akademik bir üslupla harmanlıyor.

Söyleşi boyunca, vakıf medeniyetimizin köklü yapısı üzerine bizleri yeniden düşünmeye davet eden Öztürk, vakıfları stratejik kurumlar olarak tanımlıyor. Ona göre vakıflar, "fetihlerde tutunma bölgeleri, geriye çekilme zamanlarında ise direnç merkezleri" olma özelliği taşıyor. Vakıf eserleri ise adeta bu topraklara vurulan birer mühürdür. Kültürel mirasımızın ve tarihimizin vazgeçilmez canlı numuneleri olarak ayaktadır, bundan sonra da ayakta olmaya devam edecektir.

“Allah’ın Lütfuyla Bugünlere Geldik”

Nazif Bey öncelikli olarak bize biraz çocukluk yıllarınızdan ve ailenizden bahsedebilir misiniz? Nazif Öztürk nasıl bir muhitte yetişti ve vakıflarla ilgili çalışma yapmaya nasıl karar verdi?

Gerçekten içinde yaşasaydım fark edemeyeceğim meseleleri, doğup büyüdüğüm yerlerden ayrıldıktan sonra daha derinden hissettiğimi söyleyerek konuşmama başlamak istiyorum. Dedem, Maraş Kurtuluş Harbi'nde, babam 12 yaşındayken şehit olan Mehmet Ali; adı sahibim babamın amcası, dedemin kardeşi Nazif Hoca, I. Cihan Harbi çıktığında medrese talebelerini silahaltına alma kararı doğrultusunda, Kayseri'de medrese talebesiyken askere alınıyor. Bugün kan ve gözyaşına bulanmış olan Filistin cephesinde, İngilizlere esir düşüyor. İngiliz esaretinde ne kadar kaldığı belli değil, ama her şeye rağmen o çileli yıllarda hayatta kalabildiği için tekrar köyüne dönebilmiş olan bahtiyar insanlardan biridir. Dedem Mehmet Ali’nin Annesi Zeynep, eşi Melek (babaannem), öksüz ve yetim kalan çocuklarına şehit maaşı bağlanması sebebiyle ailemizin diğer fertleri de arşiv belgelerinde kayda geçirilmişlerdir. Böylece belgelere dayalı tarih araştırmaları önce babamın daha sonra da benim ilgimi çekti. Babam hayıflanarak; dedem şehit oluncaya kadar, "Yasin'e kadar" okuduğunu ve iki amcamın, daha küçük, biri beş yaşında, diğeri üç yaşında öksüz kaldığını, onların maişetiyle meşgul olmak mecburiyeti sebebiyle örgün bir eğitim göremediğini hayıflanarak anlatırdı. İçten hissettiği örgün eğitim eksikliğini gidermek için ömür boyu sözlü kültüre dayalı eğitim ortamlarında bulunmuştur.  

Merkeze bağlı “Menciki Maa Varyanlı” adlı köyümüzde, Osmanlı dönemine kadar geriye giden Cumhuriyetin ilk yıllarında ve harf devriminden önce okul vardı. Bu örgün eğitim-öğretim faaliyetlerine ilaveten genç nesillerin geleneksel yaygın eğitim konusunda yetiştirilmeleri için köyümüzde enteresan bir görev bölümü vardı. Toplu kitap okuma geleneğiyle kültürü sözlü olarak kuşaktan kuşağa aktaran bir iklim mevcuttu. Kız çocukları bile okuyordu. Herkes molla seviyesinde dinî bilgiye sahipti. Köyün üç tane saygın insanı vardı. Birisi teyzemin beyi, diğeri halamın beyi, öbürü de yine komşu amcalarımızdan biridir. Bunlardan bir tanesi kitabî olarak insanların/çocukların Kur'an, ilmihal ve mevlit okumasını bilecek seviyeye kadar kendi evinde, para pul, menfaat temin etmeden... Bir de üstelik Kur’an ve dinî bilgileri öğrenmek üzere oraya gelen çocukların yemeklerini de vererek eğitimlerini sağlıyordu. Teyzemin beyi, köyümüzün imam hatibi, Osmanlı döneminde babası imam ve hatipti. Bu arşiv belgelerine dayanarak şimdi bu caminin mülkiyet kaydını mazbut vakıf cami olarak düzelttirmeye çalışıyorum. Nasihat etme ve cami hutbesini okuma görevini bu zat yürütüyordu. Öbür üçüncü şahıs ise bu şekilde eğitim imkânı bulamayan veya eğitime zaman ayıramayan çocuklara ezberleme yöntemiyle Fil Suresi'nden aşağısını ezberletiyordu. İmanın esaslarını, 33 farzı, abdest ve gusül almayı, namaz kılmayı öğretiyordu. Böylece köyümüzde doğup büyüyen kadın erkek her şahıs bireysel olarak bir kişinin ihtiyacı olan ibadet ve teati, hayır ve hasenatı, iyi ve kötüyü ayırt edecek bir vasfa gelmiş oluyordu. Bu görev bölümü senelerce devam etti. Köyün dinî eğitim ortamı buydu.

Bu yaygın eğitim-öğretim faaliyetlerine ilaveten "Şark Klasikleri" dediğimiz eserlerin toplu kitap okuma geleneği doğrultusunda tilaveti de önemli bir yere sahipti. Yazıcıoğlu kardeşlerin kaleme aldığı Ahmediye, Muhammediye kitaplarını, nazım halinde kaleme alınan Hazreti Ali'nin Cenklerini amcam okurdu. Uzun kış gecelerinde akşam oldu mu bizim evde veya amcamın evinde insanlar bir araya gelir bu kitapları okurlardı. Böyle bir ortam vardı. Ayrıca her şehre indiğinde babam; Leyla ile Mecnun, Âşık Garip, Sürmeli Bey, Kerem ile Aslı gibi klasikleri alır bize okutur ve onları takip ederdi. Bazen yaz tatilinde köye geldiğimde, Tercüman Gazetesi'nde tefrika edilen Pehlivan hikâyelerinin kahramanlarını bana sorardı. Yenen kim yenilen kim ne oldu, ne bitti, bunları zihnen takip ederdi. Anlatılan veya okunan kitapları dikkatle dinleyen bir yapıya sahipti.

Tabi ki bunlar hayatımda çok önemli duraklardır. Fakat Cenâb-ı Allah'ın bir lütfu ve ihsanı olarak hayat serüvenimde beni yönlendiren başka şeyler de oldu. Yaşım küçük diye öğretmen köyümüzdeki ilkokula kaydımı yapmıyordu. İyi hatırlıyorum, okula gitmek istiyorum diye ağladım. Öğretmen köyümüzün çocuğu birisiydi, hatta uzaktan akrabamız oluyordu. Babam rica etti, güçbela okula kaydoldum. Böylece beş yaşında okula gittim, on yaşında ilkokulu bitirdim.

Öğretmenimizin yönlendirmesiyle devlet parasız yatılı olarak okumak üzere öğretmen okulu sınavlarına girmek için başvurduk, müracaatımız kabul edildi, giriş belgemiz geldi. İmtihan günü sınava gireceğimiz Okulun önüne gelince "sizin yaşınız küçük, 10 yaşındasınız, halbuki 12 yaşında olmanız gerekiyor. Sizi imtihana alamayız." dediler. Babam, öfkelendi; “nasıl olur?" dedi, "Mademki sınava almayacaktınız neden giriş belgesi gönderdiniz, bizi neden perişan ettiniz? Bu kadar yol yürüdük. Önceden haberdar etseydiniz."  Şimdiki aklımla düşünüyorum, sınav komisyonu üyeleri öğretmenler; “amcacığım bize niye kızıyorsun? Emir böyle, 12 yaşında olacak dediler. Biz sizi sınava alamayız” deyip kapıları kapattılar. Böylece eğitim imkânını tamamen kaybetmiş olarak biz köyümüze geri döndük.

Artık kafamızda ve gönlümüzde okumak diye bir ümidimiz kalmadı. 27 Mayıs 1960 İhtilali'nden sonra köye bir öğretmen geldi. Aradan birkaç ay geçtikten sonra bir gün öğretmen köyümüzün camiinde hutbe okuyup cuma namazı kıldırdı.  Allah Allah, nasıl olur, bu öğretmen nerede okumuş ki bu iki vazifeyi de ifa edebilecek donanıma sahip. Bu mesele köyde büyük bir heyecan uyandırdı. İmamla öğretmenin aynı şahıs üzerinde birleştirilmesi konusuna örnek teşkil edecek bu uygulama uzun süre tartışıldı. Köyümüzde çok memnuniyet verici gelişmelere vesile oldu. Halen hayatta olan bu şahıs, daha sonra İlahiyat Fakültesinde lisans eğitimini tamamlayarak Maraş İmam Hatip okuluna meslek dersleri öğretmeni olarak tayin edilen Hüseyin Bahar hocaydı. Köy çapında değerlendirilen bu mesele gösterdi ki, meğer bu imkânı sağlayan imam hatip diye bir okul varmış. Hüseyin Bahar Hoca okul birincisi olarak haziranda İmam Hatip okulunu bitiriyor, eylülde öğretmen okulu fark derslerini veriyor, asker öğretmen olarak köyümüze tayin ediliyor. Böylece her iki okulu birden bitiren ve hatta özümseyen bir insanla karşılaştık. Kulakları çınlasın, hocamız biraz rahatsız, kendisine Allah’tan şifa diliyorum. İşte bu örnekten hareketle o sene ben dâhil köyümüzden beş öğrenci imam hatip okuluna kayıt yaptırıp ortaöğretim eğitimine başladık. “Sakın kader deme kaderin ütünde bir kader vardır” ilkesine uygun olarak hayatımda yeni bir düzenleme meydana geldi. Hayat yolculuğumuz böylece başladı. Vakıflara gelince tabii işler dallandı, budaklandı, genişledi, derin vadilere dalma imkânı ve fırsatı doğdu. İşte Allah'ın lütfuyla âcizane bu noktalara gelebildik diye düşünüyorum.

“Vakıfta Çalışmak Sadaka-İ Cariyedir”

Vakıflar Genel Müdürlüğü’ndeki günlerinizden ve hatıralarınızdan bahsedebilir misiniz?

O kadar çok hatıram var ki hangi birinden bahsedeyim. Beni en fazla yaralayan bir iki konudan bahsedeyim size. 1975'te İzmir Vakıflar Bölge Müdürlüğü'nde müdür yardımcısı olarak göreve başladım. Sonra müdür olarak devam ettim. O dönemde İzmir/Selçuk'ta Aydınoğlu İsabey Camii, İzmir/Cumaovası/Menderes ilçesinde Umurbey Camii var. Görmemişseniz, görmenizi tavsiye ederim. Vakıflara geçmeden önceki dönemlerde o camilerin içerisinde yaz aylarında, mevsimin en sıcak ayları olan Temmuz-Ağustos’da, çok affedersiniz, merkeplerin gölgelendiklerini hatırlıyorum. İsabey Camii öyle bir yapı ki; etrafında kalıntıları bulunan dünyanın yedi harikasından biri olan Artemis tapınağını gölgede bırakmak iddiasıyla inşa edilmiştir. Anadolu'da çifte minareli ilk camilerden biridir. Anaportal'ın üzerinden minare başlayıp devam ediyor. Batı tarafındaki minare şerefiyeye kadar duruyor. Doğu tarafındaki minare tamamen yıkılmış vaziyette. Hiçbir zaman unutamayacağım çok enteresan bir restorasyon çalışmasıdır. Konuyu dağıtmamak açısından yine Selçuk ilçesinde durmak istiyorum. Biraz ileride Aydın İzmir yolu üzerinde Yol Yanı Mescidi var. İsabey Camii onarımı ne durumdadır onu kontrol etmeye gittiğimde gördüm ki minaresi şerefiyeye kadar yıkılmış ve leyleklerin üzerine yuva yaptığı zarif minareli minyatür bir mescit var. Mescidi Töb-Der ve Turizm Derneği işgal etmiş, içerisine masa sandalye koymuşlar, açmışlar şişeleri kafa çekiyorlar. Valilik emriyle kaymakamlığa bir talimat yazdım, polis marifetiyle Töb-Der ve Turizm derneğinin masa ve sandalyelerini dışarıya attırdım. Statik olarak mescit sapasağlam ayakta, sıva, boya badana haricinde onarım ihtiyacı yok. Hiç unutmuyorum müftü efendiye dedim ki “ küçücük bir mescit halı ve kilimle döşeyelim. Selçuk'a geleceğim cemaatle eda edilecek ilk namazı ben kıldıracağım”. Öylece de yaptık ve mescidi ibadete açtık. Bu olaylar neyi gösteriyor bize? İnsanlar öyle duyarsız hale gelmiş ki cami içerisinde hayvanların gölgelenmesi karşısında rahatsızlık duymuyor; mescidin içerisinde kafa çekmeye tevessül edebiliyor. Ülkemizin başka yörelerinde de bunlara benzer daha başka olaylar ve örnekler de mevcut. Mesela eski Van'da Hüsrev Paşa Camii var. Her depremde Van’da sonradan yapılan camiler yıkılır, fakat Hüsrev Paşa Camii ayaktadır. Camiin bulunduğu yer şehir merkezinden uzakta kaldığı için deprem döneminin etkisi geçtikten sonra camii yine kendi haline terk edilir. Camii eski eser tescilli birinci sınıf tarihî bir yapı olduğu için onarılarak yaşatılması da gerekir. Bu amaçla dönemin Genel Müdürü Galip Yiğidgüden’i 1985 senesinde Hüsrev Paşa Camiine götürdüm. Affedersiniz, saygısız ve izansızın birisi mihrabın önüne pislemiş. Paşa nasıl kızdı bir bilseniz? Ben "mescidin bilmem neresine bilmem ne yapan adamın camisini onarmam, bu ne terbiyesizliktir” dedi.

Maalesef bir dönem toplum erozyona uğradı ve duyarsızlaştı. Bunlar hafife alınacak ve unutulacak şeyler değil. Anlatılacak başka örnekler de var ama biz bu kadarla yetinelim.

Vakıfta çalışmak sadaka-i cariyedir. O konu üzerinde de biraz durmak lazım.  Vakıflarda çalışıyor olmak, Hayır İşleri ve Sosyal Hizmetler Dairesi’nde başkan olmak gerçekten büyük bir mutluluktur.

Güzel işlerle meşgul oluyorsunuz.

Allah yarattığı her canlının rızkına kefil olduğunu söylüyor. Gerçekten de halk ettiği bütün canlıların yiyecek ve içeceğini veriyor, ama bir kısmı hayır ve hasenat işleyerek rızkını temin ediyor, bir kısmı da sabaha karşı pavyonlarda sarhoş kusmuklarını temizleyerek maişetini temin ediyor. O da temin ediyor o da temin ediyor ama birisi ulvî işler yaparak, diğeri de süfli işler yaparak maişetini temin ediyor.

Bizim vakıflara ilk geldiğimiz 1975-1976 yıllarında Osman Çataklı Hoca-Allah rahmet etsin- Vakıflar Genel Müdürüydü. Misafirlerine vakıfların çayından ikram etmezdi. Makam katında Satılmış isminde bir görevli vardı. Hazreti Ömer’in devlet işlerini yaparken Beytü’l-malin mumunu, şahsi misafirleri geldiği zaman da Hazineye ait mumu söndürerek kendi mumunu yaktığı gibi, kendi şahsi parasıyla satın aldığı çay ve şekerle Satılmış Efendi’nin hazırladığı içecekleri ikram ederdi. Zaman zaman bizi cumartesi günü daireye çalışmaya çağırırdı. Peynir zeytin ve çaydan oluşan öğle yemeklerimizi kendisi karşılardı. Bizim vakıflara geldiğimiz tarihlerde Vakıflar Genel Müdürlüğünde üç adet araç vardı. Birisi hizmet aracı, birisi akaryakıt tankeri, bir diğeri de makam aracıydı. Sanırım şimdilerde kiralama yöntemiyle kullanılan taşıt sayısı, bu rakamın on katının üzerindedir.

“Batı Medeniyetinde Menfaat, Şark Medeniyetinde Hizmet ve Topluma Yararlı Olmak Esastır”.

Vakıf medeniyeti diye çok güzel bir kavram var. Siz bu kavramı nasıl tanımlarsınız? Geçmişten günümüze uzanan vakıfların yolculuğunda sizce hangi kırılma noktaları yaşanmıştır ve bu kırılmaların günümüzdeki yansımaları nelerdir?

Gerçekten vakıflar bir medeniyet müessesesidir. Bu medeniyeti anlayabilmek için aksi düzlemde cereyan eden diğer medeniyet hareketleriyle vakıf medeniyetinin mukayesesini yapmak gerekmektedir. Bir Şark dünyasının, diğer bir ifade ile İslam dünyasının kurduğu medeniyet var, bir de Batı medeniyeti dediğimiz garp medeniyetinin tesis ettiği değerler sistemi var. Bu medeniyetlerin her ikisinin de menşei ve devam ettiği istikameti farklı yön ve farklı çizgiler içermektedir. Bir tanesi yani modernitenin insanları menfaat esasına göre, vakıfların insanı ise hizmet ve rahmet esasına göre çalışır. Batı medeniyetinde menfaat esastır. Şark medeniyetinde ise hizmet ve topluma yararlı olmak esastır. Mehmet Genç Hoca Allah rahmet etsin, Şark medeniyeti uygulamaları ve Osmanlı tatbikatı üzerinde hassasiyetle durmaktadır. Osmanlı'nın temel amacı İlây-ı Kelimetullah'ı Allah'ın kullarına ulaştırmak ve tebaanın yani vatandaşın mal ve can emniyetini sağlamaktan ibarettir. Kimsenin aç ve açıkta kalmaması esastır. Sermaye birikimi, para tedariki ve hazinenin zenginleştirilmesi gibi meseleler daha sonra arkadan gelir. Onun için ecdat bu meseleyi şu şekilde formüle etmiştir. Batı medeniyetinde "celb-i menaf, def-i mezarrattan yeğdir" İslam medeniyetinde ise "def-i mazarrat, celb-i menafdan önde gelir." Yani anlaşılabilir bir ifadeyle söylememiz gerekirse, Batı medeniyetinde menfaat temin etmek esastır. Önemli olan kazanç elde etmek ve sermaye birikimi sağlamaktır. İslam medeniyetinde ise önce topluma zararlı olan bir husus varsa onu ortadan kaldırmak gerekir, menfaat temin etmek daha sonra düşünülecek bir husustur. Topluma zararı varmış, yokmuş konusunda Batı medeniyetindeki gibi bir anlayış ve hareket söz konusu değildir. Bu bakımdan bu iki medeniyet arasında çok büyük fark bulunmaktadır.

Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır bu konular üzerinde müthiş bir şekilde derinlemesine düşünmektedir. Hoca merhumun ölüm yıldönümünde Sebilürreşad'da yazılan bir makale var. Bu makalede Elmalılı Hamdi Yazır'ın ilmî kudretini dinî ve beşerî bilimlerdeki derinliğini, vakıf medeniyetindeki vukufiyetini anlatmak açısından, dokuz ciltlik tefsiri değilde; sonradan gelen genç nesilleri bilgilendirmek amacıyla yazılan “İrşadü'l-Ahlâf fi Ahkâmil- Evkaf” kitabının temelini oluşturan Dâru’l-Fünun Mülkiye Mektebi’nin ikinci ve üçüncü sınıflarında okuttuğu “Ahkâm-ı Evkâf” ders notları delil olarak gösterilmektedir. Elmalılı Hamdi Yazır, bu ders notlarında "Batı medeniyeti kendinde olmayan güzelliklerin başka milletler, toplumlar üzerinde yaşanmış veya yaşanıyor olmasına rıza göstermez. İslam medeniyeti müesseseleri parçalarının başına Frenk şapkası geçirmeden yani kendine mal etmeden, kendi medeniyetinin içerisine alıp onun sahibiymiş gibi bir konuma getirmeden onun kendi ayakları üzerine durmasına asla müsaade etmez. O güzellikler ya kendisinde olacak, eğer kendisinde yoksa başkalarında da olmayacaktır. İslam Medeniyeti bizim batıyla olan farkımızı ortaya koymaktadır. Bu bakımdan çok önemlidir ve aynı zamanda başka önemli olan unsurlar da var. Düşünebiliyor musunuz XVI. yüzyılda yaşayan Kınalızâde Ali Çelebi(1511-1571) Efendi Kanuni(1520-1566) döneminde inşa edilen vakıf külliyelere bakarak diyor ki, XI. yüzyıl ortalarında yaşayan Farabi'nin tasavvur ettiği, düşlediği “Erdemli Şehirler”, Kanuni döneminde tesis edilen vakıf külliyeler sayesinde sağlanmıştır. Burada erdem meselesi karşımıza çıkıyor. Erdem çok önemli bir kavram. "Len tenalül birre hatta tunfiku mimma tuhibbun" ayeti kerimesinde geçen "Birr” kelimesini bizim müfessirlerimiz iyilik olarak tercüme etmişler. Oysa Muhammed Esed Hoca bu kelimeye “erdem” karşılığı vermiş ve “erdem'e ulaşamazlar” şeklinde tercüme etmiştir. İyilik erdemin içerisindedir, fakat erdem iyiliğin altında değildir. O bakımdan Farabi, İnsan tek başına bir medeniyet kuramaz. Bir medeniyetin kurulabilmesi için bir şehir hayatına ve sermaye terakümüne ihtiyaç vardır. Bir şehir hayatı oluşacak ki insanlar birbirleriyle dayanışma içerisinde olsunlar, karşılıklı yardımlaşsınlar, olumsuzlukları ve kötülükleri ortadan kaldırsınlar, paylaşma olgunluğuna ulaşabilmek için eğitim görmüş olsunlar. Belirli bir dünya görüşü olgunluğuna erişsinler, mala-mülke, makam ve mevkie karşı bakış açıları oluşsun.

Selçuklu, Beylikler ve Osmanlı döneminde Anadolu insanının elinde ve gönlünde şaşmaz, bozulmaz, iptal edilemez kriterler vardı. Bu kriterler sayesinde o toplum erdemli şehirler ve erdemli siteler inşa edebildiler. Erdemli insanların bir araya gelerek kurduğu şehirler erdemli şehirlerdir. Erdemli şehirlerin bir araya gelerek kurdukları devlet ise erdemli bir devlettir. Gerçekten erdem çok önemli, çok hassas bir kavramdır. Medeniyet bu erdemin ve bu estetik değerlerin etrafında dönüp dolaşmaktadır.

“Vakıflar Stratejik Bir Kurumdur”

Geçmişte çok güzel işler yapılmış. Vakıf medeniyetimizin eşsiz örnekleri var. Peki günümüzde bu vakıf ruhundan bahsedebilmemiz mümkün mü? Modern hayatın içerisinde vakıflara yeterince önem veriliyor mu sizce?

Vakıflarda süreklilik kavramı esastır. Devlet ebet müddet olarak kabul edildiği gibi, vakıfların tanımı da bu doğrultuda yapılmaktadır. Menafii ibadullaha aid olmak üzere sahip olunan bir malın gerçekleştirmek istenen bir amaca belirli kurallara uygun bir şekilde tahsis edilerek mala tüzelkişilik kazandırılmasıdır. Topluma faydalı olmak şartıyla bir mal varlığını alınmamak, satılmamak, miras edilmemek üzere belirli bir amaca tahsisiyle erdemli insanların tesis ettiği muazzam bir sistemdir. Erdem her dönemde beşeriyetin ihtiyaç duyduğu bir kavramdır. Vakıflara değer katmaktadır. İkincisi vakıfların yoksulluk ve yoksunluğa çare bulmak misyonuna sahip olmasıdır. Âcizane dünyayı dolaşan bir insanım, servetin paylaşılmasında yaşanan adaletsizlik ve eğitimde sergilenen eşitsizlik sebebiyle yoksulluk ve yoksunluğun olmadığı bir ülke görmedim.

Maziden atiye uzanan her zaman ve zeminde meydana gelen ve gelebilecek olan ihtiyaçları karşılamak donanımına sahip olabilmek için vakıflar şu üç kavram üzerine oturmaktadır. Vâkıf, vakıf yapan kişi;  mevkuf, vakfedilen mal; mevkufun aleyh, vakıf hizmetlerinden yararlanan kesimler, diğer bir ifade ile vakıflarda amaç kavramı.  Bu üç temel kavram bir araya gelecek ki İslam hukuku esaslarına göre bir vakıf kurulabilsin. Bu vasıflara sahip olmadıkça hiçbir vakıf senedi/vakfiye hâkimler tarafından tescil edilemez. Bu sebeple vakfiyelerde yapılacak hizmetler ve bu hizmetlerin nasıl yapılacağı hususları teker teker sayıldıktan sonra süreklilik ilkesine ve hukukî statüye sahip olan vakıfların hiçbir şekilde amaçsız kalmaması için “fukaraya sarf oluna” ifadesi konulurdu.

Burada yoksul ve yoksun kavramlarının açıklanmasına ihtiyaç duyulmaktadır. Biliyorsunuz yoksul başka, yoksun başkadır. Yoksul yaşamak için gerekli olan maddî ve dünyevî ihtiyaçları karşılayamama halidir. Yoksunluk ise kişinin kendini geliştirmeye yetecek seviyede eğitim ve öğretim imkânından mahrum kalma durumudur. Bu ihtiyaçlar hep olacaktır. Yoksulluk ve yoksunluğun dünyanın hiçbir yerinde tamamen ortadan kalkması söz konusu değildir. Fert başına düşen milli gelirleri elli doların üzerinde olan sözüm ona gelişmiş ülkelerin şehirlerinde de insanların çöplüklerden ekmek topladıklarına şahit oldum.

Çok büyük bir uçurum söz konusu değil mi?

Hem nasıl...Yani bu sebeple bugün artık buna ihtiyaç kalmadı falan dememiz mümkün değildir. Sol ve Sosyalist görüşe sahip olanlar sosyal devlet ilkesinden hareketle diyorlardı ki: "Artık Türkiye Cumhuriyeti sosyal bir devlet olmuştur. Sosyal devlette sosyal ve kültürel hizmet faaliyeti gösterecek vakıflar ve benzeri sivil toplum kuruluşlarına artık ihtiyaç yoktur. Bu kuruluşları tasfiye edelim diyorlardı. Demekle de kalmadılar, evkâfın tasfiyesi için 1926’da İcra Vekilleri Heyeti kararıyla siyasilerden oluşan tasfiye komisyonu kurdular. Fakat bu düşüncenin doğru olmadığının anlaşılması üzerine, yasama organı tarafından 1967 tarihinde çıkartılan 903 sayılı kanunla bu düşünce ülkemizde terk edilmiştir.

Bu işler derin mevzulardır. Vakıf hizmetlerinin vüsatı konusunda Medeni Hukuk Profesörü Esat Arsebük hocadan bir alıntı yaparak bu konuyu geçelim: Allah rahmet etsin vakıf hizmetlerinin genişliği konusunda hocanın müthiş bir tanımı var. Ayrıca hocanın Şark ve Garp medeniyetlerindeki hukuk sistemini mukayesesi de çok etkileyicidir. Malum Türk Medeni Kanunu'nu Avrupa'dan almışız. Hoca merhum Türk Medeni Kanunu üzerinde tahliller yaparken, aynı konuların İslâm hukukunda nasıl çözülmüş olduğunu kitabının dipnotlarında ayet ve hadislerin orijinal metinlerine dayanarak verecek kadar ilmî namuskârlığa sahiptir. Vakıfların hizmet yelpazesinin genişliğine vurgu yaparken O diyor k:i"Bu Vakıflar sayesinde Osmanlı yönetiminde bir çocuk vakıf bir hastanede dünyaya gelir, vakıf bir beşikte uyur, vakıf bir okulda okur, vakıf bir işyerinde çalışır, hastalandığı zaman vakıf bir hastanede tedavi görür. Eğer şifa bulamaz da rahmet-i Rahmana kavuşursa vakıf bir camide cenaze namazı kılınır, vakıf bir mezarlığa defnedilirdi. Hayatın bütün icaplarını vakıf yoluyla yerine getirmek mümkündü”. Hatta Elmalılı M. Hamdi Yazır bir adım daha ileriye giderek, “Eğer Vakıf gibi bir müessese olmasaydı biz bugün ne bir darü't-tahsil ne de okuyacak bir kitap bulabilirdik." İkinci Meşrutiyetin ilan edildiği 1908'lerde devletin elinde bir tane kütüphane vardı. Çünkü bütün kütüphaneler ve kitaplar vakıftı. Devletin elinde bulunan o kütüphane de vakıf kütüphanelerin en gerisinde bulunan Rauf Paşa Kütüphanesi'ne bile denk değildi” diyor. Yani mütevazı bir Paşa'nın kurmuş olduğu kütüphanenin koleksiyonları kadar bile devlete ait olan kütüphanede eser yoktu. Gerçekten bu çok enteresan bir durumdur. Hayretimize giden bu duruma ilaveten benim çok dikkatimi çeken bir mesele üzerinde de bir iki cümle söylemek isterim.

 Muhammed Esed'ın “Mekke'ye Giden Yol” adında bir kitabı var. Muhammed Esed bu kitapta, Medine’de Şeyhülislam Arif Hikmet Kütüphanesi’nde bulunan yazma bir eseri tetkik ederken, hayretler içerisinde bir tespitte bulunuyor. Osmanlı bir hattatın tebyiz ettiği hatt sanatına, altın varaklı tezhibine ve şemseli deri cildine bakarak, ilim ve sanatta bu kadar yüksek bir medeniyet seviyesine ulaşmış olan bir milletin nasıl olup da yıkıldığına şaşırıp kalıyorum.

Sadece bir kitapta sergilenen sanata ve bedi zevke bakarak bir kültür adamının böyle bir kanaat izhar etmesi, namütenahi hizmetlerinin yanında vakıfların güzel sanatlar açısından da vazgeçilmezliğini ortaya koymaktadır.

Çok önemli bir nokta.

Bir tek kitap bir medeniyetin yıkılma konusunu gündeme getiriyor. Bizleri derin düşüncelere sevk ediyor.

Şimdi biraz daha gerilere gidelim. Vakıflar sayesinde neler oldu? Özbekistan/ Semerkant'ta Ulubey Registan Külliyesi, Timur türbesi, Bağdat'ta ve Halep'te yer alan eski eser tescilli dinî yapılar, dinlerin ve medeniyetlerin paylaşıldığı Şam’da Ümeyye Camii, bugün kan revan içerisinde çırpınan Kudüs'te Mescid-i Aksa ve Kubbetü’s-Sahra külliyeleri, Konya'da Mevlana, Bursa'da Ulu ve Yeşil camileri, İstanbul'da Fatih ve Süleymaniye, Edirne’de Selimiye camii, Saraybosna’da Gazi Hüsrev Bey Külliyesi, bugün vakıflar sayesinde ayaktadır. Bu dinî, kültürel ve tarihî vakıf eserleri, bulunduğu yerlerdeki vatan toprağının bize ait olduğunu gösteren tapu senetleridir. Mesela Yunan Delegesi Venizelos Lozan görüşmelerinde ısrarla Edirne'nin Yunanistan sınırları içerisinde kalmasını istiyor. Bu ısrarlı istek karşısında İngiliz Delegesi George Curzon şu ilginç cevabı veriyor. Edirne'yi size verelim de Selimiye'yi ne yapacaksınız? Selimiye orada durduğu sürece sizin sınırlarınız içerisine alınmış olsa dahi Edirne Türklere ait bir şehirdir. Bir vakıf külliye sayesinde bir şehir kurtuluyor ve bizde kalıyor.

Çünkü başkentlik yapmış bir şehir, Selimiye gibi. Çok simgesel bir eser var.

Birinci Cihan Harbi ve kurtuluş mücadelesi yıllarında işgal edilme tehlikesine karşı, vakıf güvencesinden yararlanmak üzere Edirne'deki vakıfları cemaat meclislerine devrediyoruz. Sıkıştığımız zaman vakıf sistemine yaslanıyoruz. Günümüzde Kıbrıs’ta bulunan vakıfların malvarlığının tespiti çalışmaları aynı gayelerle yapılmaktadır. Onun için ben diyorum ki: "Vakıflar stratejik bir kurumdur. Fetih dönemlerinde tutunma bölgeleri, ricat ve geriye çekilme dönemlerinde ise direnç noktalarını oluşturmaktadır." Kıbrıs'taki soydaşlarımız haklarını ararken nereye yaslanıyorlar, biliyor musunuz? İki şeye dayanıyorlar. Kıbrıs’ı işgal eden İngiliz müstemleke yönetimine, siz bizim vakıflarımıza el koydunuz. Bu sebeple Müslüman cemaatinin okulları, medreseleri, camileri, eğitim ve din hizmetleri gelirsiz kaldı. Bir toplumun aidiyet kimliğini oluşturan hususlar yerine getirilemedi. Ayrıca Müftülük kurumunu lağvettiniz ve Müslüman toplumu başsız/lidersiz bıraktınız. Müslüman Türk toplumuna reva görülen bu durumun tam tersine, Rum cemaatinin dinî lideri Papaz Makaryos’un yetkilerini artırarak yerinde bıraktınız.  Halen Makaryos’un halefleri kendi cemaatinin başında ve ayaktadır, onları derleyip toparlamaktadırlar. Biz ecdadımız tarafından kurulan vakıfların idaresinin Türk cemaatine devrini ve müftülük kurumunun ihyasını istiyoruz, dediler. Vakıfların yönetiminin Türk Cemaat meclisine devredildikten ve müftülük kurumunun yeniden ihyası sağlandıktan sonra nasıl bir uygulama yaptılar? Bu sorunun cevabı kafamızda dursun. Müsteşrikler diyorlar ki: "Anadolu toprakları bizim, ispatını mı istiyorsunuz? Vurun kazmayı toprağın altından bizim eserlerimiz, harabelerimiz çıkar. Eninde sonunda da bizim olacaktır. Bizi tekrar Orta Asya'ya göndermek istiyorlar. Buna karşılık biz ne diyoruz? Erzurum’daki çifte minareyi, Konya'daki ince minareyi, Sivas'taki Buruciye Külliyeleri’ni, Divriği Ulu Camii’ni sen mı yaptın? Ben bin yıldır buradayım. Bu topraklar artık benim anavatanımdır. Bu eserler benim eserlerim demek yetmez, bu eserlere sahip çıkmamız da lazımdır. Kültüre sahip çıkma hususunda gayret edilmiyor değil, gayret ediliyor. Fakat bütün imkânları elinden alınan bir genel müdürlükten kâmil manada, bu eserlerin bakım onarımlarının sağlanması konusunda sonuç beklemek sizce gerçekçi bir yaklaşım mıdır? Burada Vakıflar Genel Müdürlüğü için insaflı bir cümle kurmak istiyorum: Bütün imkânları ve gelir kaynakları elinden alınan ama tüm sorumlulukları üzerinde bırakılan bir genel müdürlüğün altından kalkabileceği bir iş midir?" Bir başka ifade ile yeryüzünde eşi ve benzeri bulunmayan ve maddî bir değer biçilemeyen bu nadide vakıf tarihî eserlerinin kâmil manada restorasyonlarının yapılabileceğini düşünmek ve bu devasa hizmeti bir genel müdürlüğün sırtına yüklemek ve altından kalkmasını beklemek reva mıdır? Bu gerçekler karşısında, ben hazineden tek bir kuruş para almadan vakıfların gelirleriyle bütün vakıf eserlerinin onarımlarını yaptım demek, hamakat örneği değil de nedir? Ya o malları vakıflara geri vermemiz lazım. Onları yapabilecek bir sistem ve yönetim tarzı oluşturmamız lazım veyahut bu eserleri hayatta tutacak ve ayağa kaldıracak yol ve yöntemleri bulmamız, yerine getirmemiz gerekir.

Söz sözü açıyor, eşeledikçe bu işin vüsati ortaya çıkıyor. En iyisi mi bu bölümü medeniyet perspektifi üzerinden bir anekdotla bitirelim. Habitat II. Konferansı 1996’da İstanbul'da düzenledi. Bir gece yarısı Türkiye Üçüncü Sektör Vakfı (Tüsev) yönetim kurulu üyesi ve başkan vekili Zekâi Baloğlu beni aradı. Tüsev Vakfı olarak Habitat konferansına katılmak üzere ülkemize gelen katılımcılara, Türk Vakıf Medeniyetini tanıtmak amacıyla Türkçe ve İngilizce olarak iki cilt halinde kuşe kağıda basılacak perestiş kitabı hazırladık ve ilk değerlendirmelerde katılımcıların “siz bu medeniyeti ne yaptınız” sorusuyla karşılaştık. Bu konuyu biz de değerlendirdik, bu hususu sizin açıklayabileceğinizi söylediler. Dedim ki: “bizi dilhun eden bu meseleyi belgelere bağlı olarak ben açıklayabilirim; siz benim yazdıklarıma nokta-virgül dokunmadan aynen neşreder misiniz? "Ederiz" dediler. "Söz mü?" "söz". Ben yazdım, Boğaziçi Üniversitesi mütercim-tercümanlık bölümü öğretim görevlisi Ender Gürol hoca İngilizceye çevirdi. Türkçe ve İngilizce olarak İki cilt halinde basıldı. "Biz bu medeniyeti" ne yaptık? Biz bu medeniyetin kıymetini bilmedik. Hani dedik ya Avrupalılar başına Frenk şapkası geçirmedikçe Şark Medeniyeti unsurlarının kendi ayakları üzerinde durmasına müsaade etmez. Bu sebeple Osmanlı'yı hasta adam ilan edip topraklarını bölüşmeyi kararlaştıran ve belirli yerleri işgal eden müstevli devletler, işgalciler Osmanlı coğrafyasına askerleriyle giriyorlar fakat vakıf statüsü var olduğu sürece o toprakların sahibi olamıyorlardı. Gene vakıf olarak durması gerekiyordu. Bunun için ilk yaptıkları iş ne edip ne eyleyip, vakıf mallarının satışa çıkarılmasını bize icbar ettiler. Biz ilk borç para istediğimiz zaman Paris, Viyana muhtıralarında dediler ki: "Biz size borç para veririz ama 3 şartımız var: Sizin iktisadi politikalarınızı bizim göndereceğimiz uzmanlar belirleyecekler, siz ona uyacaksınız. IMF'e. mirî ve vakıf arazilerini alınır satılır hale getireceksiniz. Evkâfı lağvedeceksiniz. Hani tasfiye komisyonları falan kuruldu diyorum ya. Evkâfı lağvedeceksiniz. Bu güzellikler, bu insanî, bu İslâmî, bu sosyal nitelikli, üstün vasıflı davranışlar bizde yoksa sizde de olmamalı, hem olmamalı, hem de onu ortadan kaldırmalıyız. Bize, vakıf ve mirî taşınmazları satın alma imkânı tanımalısınız. Batı bankalarından kredi almak suretiyle özellikle gayrimüslimler bu yerleri satın aldılar. Benim doktora tezim bu konularla ilgilidir. Söylediğim bu hususlar, Fransız Sefiri Engelhardt’ın "Türkiye ve Tanzimat" kitabında, Enver Ziya Karal'ın Osmanlı Tarihi kitaplarında mevcuttur. Müstevli devletler bu işin farkında. Evkâfın tasfiyesi, bozulması, alınır satılır hale getirilmesi için kütüphaneler dolusu eserler yazmışlar, fakat bizim bunlardan haberimiz yok. Onlar vakıf sistemini bozmadan bu insanları asimile edemeyeceklerinin farkındalar. Bizde vakıf müessesesi ortadan kaldırılırsa millî sınırlar dışında kalan soydaşlarımızın, dindaşlarımızın, gönüldaşlarımızın ve eski yurttaşlarımızın, kendi millî, manevî ve İslâmî kimlikleriyle hayatta kalmalarının mümkün olmadığının farkındayız. O bakımdan tarihin her döneminde bu iki medeniyet birbirini dikkatle takip etmiştir. Bu durumu doğrulama sadedinde, Ayasofya Camii’nin müzeye çevrilmesi yazışmalarından birinde dönemin Maarif Vekili Abidin Özmen "Hilal'in ve Haç'ın kılıçları Ayasofya'nın kubbesi üzerinde şakırdamaktadır", demektedir. Her iki taraf da bu işin farkındadır. Birisi yok etmek istiyor. Birisi de o sayede var olmaya çalışıyor. Bu sebeple şimdiye kadar yapılmayan bir işin yapılması gerekir. Geçenlerde bir yerde söyledim. Abdülhamid döneminde millî sınırlarımızın dışında kalan soydaşlarımızın kendi kimlikleri, kültürleri ve kendi inançlarıyla ayakta durmalarını sağlamak üzere 90 küsur maddeden oluşan bir düsturname hazırlanıyor. Şeyhülislamlık makamı tarafından hazırlanan Meclis-i Mahsus'da görüşülerek uygun bulunan ve padişahın iradesiyle yani hatt-ı hümâyunla yürürlüğe konulan bu nizamname ile millî sınırlar dışında kalan insanlarımızın Hilafet merkezi olan payitahtla irtibatı sağlanıyor. Bu düsturnamede deniliyor ki: "Beş vakit namazı cemaatle camilerde kılacaksınız, evvela onarıma ihtiyacı olan camileri onaracaksınız. Onarılacak cami ve diğer eserlerin bağlı bulunduğu vakfın gelirleri tamire kâfi gelmiyorsa, gelir fazlası olan diğer vakıflardan aktarma yaparak bu eserleri ayakta tutacaksınız, bu da mümkün değilse iane suretiyle kendi cebinizden harcama yaparak o eserleri onaracaksınız."

Bosna'ya gidince görmüşsünüzdür belki. Bosna'daki dindaşlarımızın, Bosna soykırım savaşından sonra ilk yaptıkları iş evlerini değil, oradaki tahrip edilen tarihî vakıf eserleri, camileri ve medreseleri onarmak olmuştur. Çünkü bugüne kadar o sayede varlıklarını sürdürebilmişlerdir. İstanbul'daki bir fetih sempozyumunda Boşnak bir hoca şöyle bir ifade kullandı: "Sizin ecdadınız bizim hidayete ermemize vesile oldular ve bugün de sizin eserleriniz sayesinde biz soykırıma uğrayıp yok olmaktan kurtulduk." Dedim ki: "ya hoca ne demek istiyorsun?" Dedi ki: "Şunu demek istiyorum, bizi Sırplar toplu katliamlara uğratırken Batılı devletlerin kılı kıpırdatmıyordu. Ne zaman ki Mostar Köprüsü Sırp ve Hırvat topçuları tarafından canlı yayında top mermileriyle yıkıldı, dünya ayağa kalktı. 'Burada katliam var, bir medeniyet yok ediliyor, dediler ve bu sayede Bosna'ya müdahale edildi ve biz yok olmaktan kurtulduk." Bizim de bu konularda şuurlu, bilinçli olmamız, gayret etmemiz, çalışmamız gerekiyor. Yani hiçbir zaman vakıf sistemi ortadan kalkacak, abes, gereksiz, bir işe yaramayan bir müessese değildir, olmadı, bundan sonra da olmayacaktır.

Vakıflar adeta bu topraklara vurulmuş bir mühür gibidir.

Aynen öyle...

“Genç Araştırmacılara Tavsiyeler”

Nazif Bey, son olarak, şehir tarihi ve vakıflar alanında araştırma yapmayı düşünen genç akademisyenlere ve araştırmacılara ne gibi tavsiyelerde bulunmak istersiniz?

Bilineni bileceksin, bilinmeyeni tespit edeceksin, tespit ettiğin bilinmeyen bir noktayı ilmî namuskârlıkla bilinir hale getireceksin. Çok yazmak, çok konuşmak önemli değil. Öyle şeyler söyleyip yazacaksın ki senden sonra aynı konuda kalem oynatmak isteyenler sana başvurmak zorunda kalacaklar. Gençler için söyleyeceğim budur.

Ayrıca son olarak şunu da söylemek istiyorum. Bir araya gelmeden medeniyete, erdeme erişemezsiniz, şehir medeniyetine ulaşamazsınız, dedik ya, konunun aydınlığa kavuşması için o noktada şehir nedir, sualine cevap verilmesi gerekmektedir? Camisi, mabedi, hamamı, suyu, medresesi, han ve kervansarayı, pazarı ve mezarlığı olan yerleşim merkezi şehirdir. Peki o soruyu şöyle çevirip söylemek istersek, nasıl ifade edebiliriz: Vakıf olmayan bir şehir suyu var mıdır? Türk edeni Kanunun kabul tarihi olan 1926’dan önce vakıf olmayan bir cami var mıdır? Vakıf olmayan bir kütüphane var mıdır? Vakıf olmayan bir mezarlık var mıdır? Vakıf olmayan bir hastane var mıdır? Bunların hepsi vakıftır. Vakıfları bilmeden şehir tarihi yazılamaz. Vakıfların bu şehir medeniyetini nasıl kurduklarını uygulamaya bakarak oradan çıkaracaksınız. Öyle bir sistemdir ki bu, şehri kuran insan, insanı yetiştiren şehir... Bir insan nasıl yetişir? O şehirde kurulan eğitim kurumları, müesseseler, güzel sanatlar, bedii zevklere hitap edecek vakıf gibi müesseselere ihtiyaç var. Öbür tarafta onu kuran insanın da onu devam ettirebilmesi için erdeme ihtiyaç var. Bunlar birbirlerini destekleyen, devam ettiren kurumlardır. Yani bu konularda gayretli hizmet edenlere Allah yar ve yardımcısı olsun diyorum, etmeyenlere zaten zevalini Cenab-ı Allah gösteriyor, korkmak lazım. “itteki’l-voveyn” şu üç vovdan sakının; vakıf, velayet, vasiyet... Bunlar Hakkullah'tır. Bunlara dikkat etmek lazım. Üç vovun birincisi vakıflardır. Umarım bu söylediklerimiz bir kıvılcım olur, bir heyecan verir. Gençler güzel şeyler yaparlar. İkinci meşrutiyet ilan edildiği tarihte Osmanlı devletinde, siyakat yazısını okuyan uzman bulunamadığı için İtalya'dan uzman getirtiyorlar.  Çok şükür günümüzde üniversitelerimizde hocalarımız, talebelerimiz, Osmanlı dönemi yazı türlerinin her çeşidini okuyup yazabiliyorlar. Bu işleri bilenler çoğaldılar elhamdülillah. Yani ilmî seviyemiz yükseldi. Bilhassa dinî konularda yetkin hocalarımız var. Fakat bilim adamlarımız vakıflar konusuna yeterince eğilebilmiş değiller. Benim sitemim hocalarımıza. Yedi yıl süreli İmam Hatip okulunda okuduk, hocalarımızın ağzından bir defa bile vakıf kelimesini duymadık. Şark medeniyetinin omurgasını oluşturan vakıf müessesesi, ötelenmiş, örselenmiş, hafife alınmıştır. Mademki benim karşımdaki kesimler kendi ideolojilerini desteklemek için, her türlü yol ve yönteme başvuruyor, o halde bizim de akıllı olmamız, uyanık olmamız, hesaplı kitaplı olmamız gerekir diye düşünüyorum.

*Tahkik edilmiş metin.     

nazif-ozturk,-ziya-ugur-min.jpg

 

Yorumlar
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.