30 Nisan 2024
  • İstanbul17°C
  • Ankara16°C

DR. NECMETTİN TÜRİNAY: İKİ İKTİDAR DEĞİŞİMİ DÖNEMİNDE MEHMET ÂKİF VE İSTİKLÂL MARŞI TARTIŞMALARI

İstiklâl marşı etrafındaki spekülasyonlar Türk edebiyat ve düşünce hayatının en uzun sürmüş tartışmaları arasında yer alır.

Dr. Necmettin Türinay: İki İktidar Değişimi Döneminde Mehmet Âkif ve İstiklâl Marşı Tartışmaları

02 Şubat 2021 Salı 09:00

Mehmet Akif'in Mısır'dan yurda dönüşü ile özellikle de vefatını takip eden aylarda yoğunlaşan bu tartışmalar, sonunda öyle bir noktaya ulaştı ki, yeni bir istiklâl marşının yazımına kadar varıp dayandı. 1939 yılının ilk üç ayından itibaren, yani Atatürk'ün vefat edip, İsmet paşanın cumhurbaşkanı seçildiği tarihten sonra üzeri büsbütün küllenen bu tartışmaların, ikinci Dünya savaşının sonlarına doğru yeniden başlatıldığını görüyoruz. Buna karşılık Türkiye'nin çok partili demokratik sisteme geçmesi sebebiyle de, iktidar ve muhalefet partilerinden hemen hiç biri bu konuyu sahiplenmeye cesaret edememiştir. Dolayısıyla bu yeni dönemde istiklâl marşı eleştirilerinin ve değiştirilmesi yolundaki teşebbüslerin, müttefiklerin galibiyetiyle (İngiltere- Fransa- Rusya) aşırı derecede şımaran bazı sınıflarla sınırlı kaldığını söyleyebiliriz. Demokrat partinin iktidara gelmesi ile bu tartışmalara tekrar uzun bir ara verilmiş; ancak 27 mayıs 1960 ihtilâli döneminde, özellikle de ezanın türkçeleştirilmesi talepleri ile istiklâl marşı tartışmaları bir arada yürütülmüştür.

Özet halinde sunduğumuz bu tabloyu, biraz daha açmaya çalışalım.

İstiklâl Marşı Tartışmalarının Bidayeti ve Nihayeti

1. Mehmet Akif'in vefatının hemen ardından gelen 1937 yılının ilk ayları, istiklâl marşı tartışmalarının en yoğun yaşandığı zamanları teşkil eder. Bu tartışmaları takiben, 1938 başlarında İstiklâl marşının değiştirilmesi amacıyla resmî bir yarışma açılmış, bununla da kalınmayıp aynen Mehmet Akif'e yapıldığı gibi, dönemin büyük şairi Necip Fazıl Kısakürek'e de yeni bir marş yazması yolunda teklifte bulunulmuştur. Nitekim Çile'de yer alan Büyük Doğu Marşı'nın, vâki teklif üzerine kaleme alındığını Necip Fazıl bizatihi kendisi açıklamaktadır.

2. Ancak Atatürk'ün vefatının hemen ardından gelen İnönü döneminde, istiklâl marşı tartışmalarının bıçak kesilir gibi kesiliverdiği de bir gerçektir. Bundan dolayı ikinci dünya savaşı boyunca ne Refik Saydam'ın, ne de Rüştü Saraçoğlu'nun başbakanlığı döneminde, İstiklâl marşının değiştirilmesi yolunda resmi nitelikli her hangi bir temayül ve teşebbüsle karşılaşmıyoruz.

3. Karşılaşmıyoruz ki, yeni marşın güftesi olarak kaleme alınan Büyük Doğu Marşı'nın istikbalinden ümidini büsbütün kesen Necip Fazıl, ilgili şiiri 8 ekim 1943'te, kendi dergisi Büyük Doğu'da yayınlamak durumunda kalacaktır. Çünkü bu şiir, o zamana kadar fazlaca açığa vurulmuyordu. Adı geçen güftenin Büyük Doğu dergisinde yayınlanması, Necip Fazılîn olduğu kadar, dönemin havasını yansıtması bakımından da manidardır. Çünkü ne istiklâl marşı tartışmalarını geriden geriye teşvik, ne de değiştirilmesi yolunda resmî bir teşebbüs!.. Yeni dönemde bunların hiç biri görülmüyordu. Zaten devrin siyasî ricali ile temas halinde bulunan, dahası 1941'de milletvekilliği dahi söz konusu edilen Necip Fazılîn, istiklâl marşının değiştirilmesi noktasındaki resmî isteksizliği okumaması mümkün değildir. İşte ilgili şiirin 1943'e kadar büyük çapta gizli tutulmasının, Senfoni/Çile şiiri gibi şaşalı sunuşlarla yayınlanması cihetine gidilmemesinin sebebi buradan kaynaklanmaktadır.

4. Ancak eskisi kadar olmasa bile, istiklâl marşı eleştirileri ve değiştirilmesi yomlundaki teşebbüsler, savaş sonuna doğru yeni baştan hız kazandı. Fakat bu yeni tartışmaları da gene devrin hükümeti ile izah edemiyoruz. Peki kimdi bu tartışmayı başlatan ve yürüten sınıflar? Bu sınıflar, özellikle savaş boyunca İnönü dönemi hükümetlerine muhalefet eden ve Türkiye'nin Ruslar ve İngilizlerle ittifak yaparak savaşa girmesinden yana olan kesimlerdi. Bunların bir haylisi de solcu ve sabataist gruplardan meydana geliyordu. Serteller'in ve Yalman'ların başını çektiği bazı gazetelerde olduğu gibi!..

5. 27 mayıs 1960 ihtilâli sırasında da gündeme getirilen istiklâl marşı tartışmalarının, hiçbir zaman eski kuvvetini yakalayamadığı bilinen bir husustur. Yani 1939 yılının ilk üç aylık döneminden itibaren giderek tavsayan istiklâl marşı tartışmalarının, son bir defa daha 12 eylül 1980 darbesi sırasında, şöyle böyle gündeme getirilmek istendiği hepimizin malûmudur. Ne var ki 1982 anayasası ile, istiklâl marşı etrafında koparılan fırtınaların bütününü boşa çıkartan bir sonuç hasıl edildi. Nitekim o tarihten bu yana, bu tür tartışmalara bir daha tesadüf edilmez oldu.

Şimdi buradan hareketle, yeni bir İstiklâl marşı yazımı fikrinin nereden kaynaklanmış olabileceği noktasında yoğunlaşmaya çalışalım:

Meselâ Mehmet Akif'in ağır hasta olarak yurda döndüğü sıralarda, böyle bir tartışmaya şahit olmuyoruz. O ana kadar, zaman zaman istiklâl marşının muhtevasını eleştiren yazılar kaleme alınmış olsa bile, değiştirilmesi yolunda her hangi bir teşebbüs vâki olmamıştı. Fakat buna karşılık Akif'in vefatının hemen ardından tartışmaların başlayıvermesi de mânidardır. İşte tebliğimizin üzerinde duracağı önemli hususlardan biri budur. İkincisi ise, bu değişiklik teşebbüsünün ardında yatan düşünceyi ve iradeyi teşhis!.. Bir üçüncüsü de, Necip Fazıl'a sipariş edilen güftenin kabul görüp görmeme şansı!..

sterseniz şimdiden söyleyelim: Necip Fazıl'ın Büyük Doğu Marşı'nın, her şeye rağmen böyle bir şansı bulunmuyordu, ilgili şiirde "has isimlerin"yer almaması, ya da Necip Fazıl'ın ileri sürdüğü şekilde, İslâmî muhtevası dolayısı ile değil. Daha ötede, Atatürk'ün o sıralarda hasta oluşu bile, bize göre fer'i bir sebep teşkil etmektedir. Dolayısıyla Necip Fazıl'ın Babıali adıyla yayınladığı hatıralarında ileri sürdüğü sebepler, bize göre son derece sathi kalmaktadır, ileride yeri geldiğinde konuya tekrar döneceğimiz için, işi şimdilik burada noktalayalım ve istiklâl marşını değiştirme teşebbüsünün nereden kaynaklanmış olabileceğini kademe kademe yoklamaya çalışalım.

Peyami Safa'nın Açtığı Büyük Yol

Burada ilk elde şu dikkatimizi çekiyor: Akif'in yurda dönüşü sessiz sadasız olmuş, gazetelerde de herhangi bir şekilde yer almamıştı. Fakat onu karşılayan küçük bir dost bir grubu da yok değildi, işte 19 haziran 1936'da yurda dönen şairle ilgili ilk ve tek haber, o yılların Cumhuriyet gazetesinde yer alabildi. O da ancak üç gün sonra ve birkaç satır hacminde!.. Flem de gazetenin kısa kısa verilen "şehir ve memleket haberleri'' sütunlarında!.. Dolayısıyla basındaki bu ilgi zafiyeti bayağı düşündürücüdür.

Basının bu tavrını kuşkusuz, yeni bir Mehmet Âkif aktüalitesinin arzu edilmemesi ile izah edebiliriz. Ancak buna karşılık, biraz da süratle, Akif'e emekli maaşı tahsis edilmekten geri kalınmadığını da kaydetmek gerekir. Yani her şeye rağmen olumlu bir şeyler yapılıyor, fakat bunlar sessizlik içinde gerçekleştirilmek isteniyordu. Bunun sebebi de eski tartışmaların yeni baştan uç vermemesi, birtakım yaraların kaşınmaması, daha mühimi de hem hükümetin, hem Mehmet Akif'in rencide olabileceği cinsinden bir takım ihtiyat duyguları!..

Ne var ki iş hesaplandığı gibi olmadı. Cumhuriyet'te Peyami Safa ile tarih romancısı M. Turhan Tan'ın başını çektiği yeni bir dalga oluştu. Bu kervana Son Posta gazetesinin katıldığını da unutmayalım. Nitekim Cumhuriyet 22 haziran tarihli nüshasında, birinci sayfadan güzel bir Âkif portresi yayınladı ve aynı sayfadan Peyami Safa'nın "Akif'e Hasretiz" yazısını verdi. Biraz daha ileriki günlerde de M. Turhan Tan Akif'i hastahanede ziyaret ederek; duygu yüklü, vicdanları sızlatan yazılar kaleme aldı.

Akif'e olan ilgi sırf bununla da sınırlı kalmadı. Son Posta oldukça uzun bir röportaj yayınladı. Sonra Tan gazetesi, Yarım Ay (Niyazi Acun) ve Yedi Gün (Kandemir) dergileri aynı yolda röportajlara devam ettiler. Akif'in dönüşünü müteakip Orhan Seyfi'nin, İbrahim Alaattin Gövsa'nın ve Ercüment Ekrem Talu'nun yazdıklarını da ihmal etmemek gerekir. Fakat bu noktada mevcut sessizlik duvarını ilk aşanın, Yunus Nadi'nin gazetesi Cumhuriyet ve Peyami Safa olduğu gerçeğini behemehal kabul etmek gerekir.

Ruşen Eşref'le Hakkı Tarık Us'un Atatürk'ten Getirdiği Mesaj

Bu yayınlarda dikkatimizi çekmesi gereken husus şudur. Hemen hiç bir kimse Akif'i üzmek, rencide etmek ve köşeye sıkıştırmak taraftarı değildir. Ne irtica, ne yurdu niçin terk ettiği, ne de şapka vs. hususunda soru sorulmaz Akif'e. Hep hasret ve Âkif yüceltmeleri ile karşılaşırız bu yazı, röportaj ve haberlerde. Ayrıca Akif'in de kendisine gösterilen ilgiden memnun olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim bu sıralarda, daha doğrusu hastalığının son aylarında Hakkı Tarık Us ile Ruşen Eşref Ünaydın da kendisini ziyarete gelmişlerdir. Ziyaret sırasında Hakkı Tarık'ın Akif'e söyledikleri, devrin havasını yansıtması bakımından önemlidir

"Üstad dün akşam Gazi Hazretleri ile beraberdik. Sizden sevgiyle bahsetti. Güzel sözler söyledi ve hatta dikkat buyurun kendisine hiss-i adavetim (düşmanlığım) yoktur. Eğer öyle olsaydı dedi, Türkiye'ye dönmesine müsaade etmezdim, İstiklâl marşını kaldırırdım."

Yani demek istiyoruz ki sükunetli bir geçiş söz konusu ve istiklâl marşının değiştirilmesi gibi bir düşünce henüz daha mevcut değil. Hatta daha ötede, Akif'le ilgili bir hayli yoğun neşriyatın beklenen bir rahatsızlığa yol açmadığını bile söylemek mümkün. Ancak durumun böyle devam edip gitmeyeceğini de kabul etmek gerekir. Nitekim 27 aralık 1936'da Akif'in cenazesinin ortalıkta kaldığı düşüncesine kapılan üniversite gençleri, onu Bayazıt'tan Edirnekapı'ya kadar omuzlarda taşımış ve her yıl mezarı başında Akif'i anmak için de and içmişlerdi. Bu arada içine yenice girilen 1937 yılı başlarında, Âkif hakkındaki neşriyat da artarak devam ediyordu. Denilebilir ki onlarca, yüzlerce yazı!.. Çok büyük çoğunluğu da Akif'i tebcil eden, yücelten yazılar!.. Sırf dergi ve gazetelerdeki yazılarla da sınırlı değildi Akif'e olan ilgi. Orhan Seyfi, Esat Adil, M. Sencer - M. Salih İkilisi, Ahmet Cevat, İstanbul Üniversitesi ve Ankara Veteriner Fakültesi öğrencileri, Âkif hakkında eserler ve broşürler yayınladılar. Sonra bunlara Ali Nihat Tarlan'ın, Eşref Edib'in ve Mithat Cemal Kuntay'ın Akif'le ilgili eserleri eklendi. Yani neresinden bakarsanız bakın, ölümüne rağmen Mehmet Âkif Türkiye'nin en popüler isimlerinden biri olup çıkmıştı.

Nurullah Ataç'tan Falih Rıfkı'ya

Fakat Âkif etrafındaki bu yayın dalgasının, beklenebileceği gibi, bir süre sonra rahatsızlık vermeye başladığı anlaşılıyor. Özellikle de 1937 başlarından itibaren Nurullah Ataç gibi bazı isimlerin, Âkif ve istiklâl marşı irdelemeleri bayağı dikkati çekiyor.1

Bu çevrelerin iddia ettiğine göre "istiklal fikri", Türkiye için artık aşılmış bir idealdir.

Yani millet için eski, korkulacak yıllar hayli geride kalmıştır. Daha mühimi de bu marşın güftesinde ümmet vardır, millet yoktur, içi-dışı ezan, iman ve minare gibi kavramlarla doludur. Yönünü batıya ve çağdaş medeniyete çevirmiş yeni Türkiye'nin idealleriyle, medeniyeti "tek dişi kalmış canavar" olarak niteleyen bu güftenin muhtevası arasındaki makas da açıldıkça açılmıştır. Öyleyse yönünü batıya çevirmiş Türkiye'nin, yeni ideallerini terennüm edecek"m illi bir marş" ihtiyacı her şeyin önüne geçmiştir.

Fakat Âkif eleştirilerinin ve yeni bir İstiklâl marşı önerisinin basında yeterince revaç bulduğunu söylemek gene de güçtür. Bu konuda yazı yazan ve karşı eleştiride bulunanların üçü-beşi hariç, hemen tamamı, Akif'i yüceltmekten geri durmuyorlardı. Evet o ümmetçidir, batıya da muhaliftir. Fakat Millî mücadeleye olan katkısı ve yüksek idealleri noktasındaki tavizsizliği karşısında, gene de şapka çıkarmak gerekmez mi? Özellikle de bağımsızlıkçı karakteri dolayısıyla!.. Nitekim ikiye bölünmüş bu ruh halini okumak bakımından, Falih Rıfkı'nın yazdıkları son derece anlamlıdır.

"Bir çok fikirlerde birleşemediğimiz Akif'in, bizden asla ayrılmayan tarafı, şerefli ve müstakil bir millet görmek davası idi. Âkif kara softaların birbirinde gördüğümüz zilletlerin hepsinden uzak kalmıştır. Bizim fikirlerimize düşmanlığı, onu asla, vatana aykırı bir politika içine sürüklememiştir.

Âkif, şerefli ve müstakil bir millet olmamız için, fikirlerinin zaferini istiyordu. Halbuki şerefli ve müstakil bir millet olmamızı, bizim fikirlerimizin zaferi temin etmiştir.

Âkif şimdi millî marş güftesinde hayal ettiği İstiklâl Türkiye'sinin topraklarında yatıyor. İnandığı Allah'tan bu Türkiye'nin mes'ut ve kudretli kalmasından başka hiçbir şey dilemeyerek ölmüştür. (Yedi Gün, 20 Ocak 1937)

 

Mehmet Akif'in yurda dönüşünden itibaren hız kazanan ve hasta yatağındaki ziyaretlerle de daha bir içtenliğe bürünen bu yazıların, vefatını müteakip alabildiğine yoğunlaşması, ister istemez rahatsızlıkları artırmıştı. Bilhassa 27 aralık 1936'da Akif'in cenazesine gösterilen yoğun ilgi, neredeyse herkesi şaşırtmıştı.

Değişik bir ifade ile muhalif - muvafık bütün çevreler, garip bir şaşkınlığın içine düşmüştü. Bu ilgi yoğunluğunun, yani edebiyat ve düşünce çevrelerinin, üniversiteli gençlerin Akif'e karşı besleyip büyüttüğü hislerin toplamı karşısında, tedirgin olmamak gerçekten mümkün değildi. Dolayısıyla Yücel dergisinin ocak sayısında yazılanları ve Nurullah Ataç gibi bazılarının içine düştüğü şaşkınlığı yadırgamamak icab eder diye düşünüyoruz.

Yeni Adam 'ın Yarım Kalan Mülâkatları

Gerçekten hadiseye şöyle biraz dıştan bakınca, Türkiye için zembereğin boşanması gibi bir durum söz konusu idi. Çünkü Akif'i anlatan, savunun, istiklâl marşını yüceltip göklere çıkaran yazıların sonu gelecek gibi görünmüyordu. Nitekim işte, cenazenin ardından daha bir yoğunlaşan Âkif aktüalitesinin biraz tavsar gibi bir havaya büründüğü sırada, İsmail Hakkı Baltacıoğlu'nun Yeni Adam dergisi hadiseyi daha canlı bir hale getirmesin mi? Memleketin şairleri, düşünürleri ve eleştirmenleri, Âkif ve istiklâl marşı konusunda ne diyorlardı? Yani elde olamayarak konu sürekli gündemde tutuluyor, Âkif ve istiklâl marşı etrafında canlı bir kamuoyu teşekkül ediyordu. Yeni Adam 'ın anketi bu bakımdan, gerçekten üzerinde durulmaya değer bir mevzu teşkil eder.

Nitekim 11 mart 1937 tarihli nüshasında Yeni Adam A. Hamid, Nurullah Ataç, Peyami Safa, İsmail Hamdi Danişment, Raif Necdet, Kerim Sadi, Orhan Seyfi ve Yusuf Ziya'nın bu husustaki görüşlerine başvurdu. Aynı derginin 1 nisan 1937 nüshasında da Falih Rıfkı'nın, Sadri Ertem'in ve Nurettin Artam'ın cevapları vardı. Müteakip nüshada da Nihal Atsız'ınL Bu mülakatlar böyle devam ederken, yani okuyucu ve kamuoyu ilgisinin zirveye ulaştığı bir sırada (1937 Mayıs'ı) aniden kesiliverdi. Hiç bir açıklama ve gerekçe de gösterilmeden!.. Nitekim o sıralarda Balıkesir'de bulunan Haşan Basri Çantay'ın gönderdiği mufassal cevabın bu yüzden yayınlanmadığını biliyoruz.

işte buraya bir "m im " koymak gerekiyor. Zira Yeni Adam'ın Âkif ve istiklâl marşına ilişkin anketinin kesilmesi, her halde kendiliğinden vuku bulmamış olmalıdır diyoruz. Nitekim bu tarihten sonra Yeni Adam aynı mevzuya bir daha bulaşmak istemeyecek, dergi ve gazetelerdeki Âkif konulu yazılara da geneli itibariyle ara verilmiş gibi bir durum hasıl olacaktır.

Ankara'da Yaşanan Politik Kırılma

Dolayısıyla Mehmet Akif'in yurda dönüşünden itibaren giderek artan bu yayınların, şöyle geriye dönüp bakıldığında, neredeyse bir yıldan beri devam ettiği görülür. 19 Haziran 1936'da Âkif yurda döndüğüne göre, Yeni Adam'ın mülakatlarının kesilmesi ile de zaten 1937 haziranına ulaşılmış oluyordu. Yani neresinden bakarsanız bakın, bir yıldan beri devam eden bir neşriyat!.. Yeni Adam'daki mülâkatların her hangi bir sebep gösterilmeden ve iyi kötü bir sonuca da bağlanmadan kesilivermesi, daha ötede Âkif ve İstiklâl marşı etrafındaki yayınların artık bir daha görülmez oluşu, doğrusu bizi derinden düşündürüyor ve bu noktada yeni bir tutum belirlenmiş olabileceği ihtimalini akla düşürüyor.

Yeni politika belirlemesinin şartlarını araştırırken de, ister istemez dönemin hükümetinin içinde yüzdüğü bir kargaşa hatıra geliyor. Çünkü bu yıllarda ismet paşanın kendi kabinesi üzerindeki kontrolü kademe kademe azalıyor, kabine içinde birbirinden farklı politikalar giderek kutuplaşmaya başlıyordu. Nitekim bu ihtilâf 1937 mayısını takip eden yaz aylarında büsbütün açığa çıkacak; gizli servislerin ve Halkevlerinin kontrolünü elinde tutan içişleri Bakanı Şükrü Kaya, Ayasofya'nın müzeye dönüştürülmesi fikrinin ısrarlı takipçisi Hariciye vekili Tevfik Rüştü Aras ve ismet Paşa'nın ekonomi politikalarının muhalifi liberal Celal Bayar'ın tazyiki dolayısıyla Atatürk, eski yoldaşı ismet paşayı gözden çıkarmak zorunda kalacaktır.

İşte tam da bu sıralarda Almanya gezisinden yurda dönen Falih Rıfkı, Ankara politikalarında yaşanan iç kargaşayı böyle özetliyor ve ismet paşanın Atatürk'e karşı sarf ettiği "ağır itiraz cümlelerini" de böyle bir zemine oturtuyor. Daha ötede de yaşanan bu iç kargaşanın ve meydana gelen ciddi iktidar değişikliğinin (Celal Bayar'ın başbakanlığı), Atatürk'ün hastalığı döneminde vuku bulduğuna özellikle işaret ediyor. Atatürk'le ismet paşanın tartışmalarına bizatihi şahit olan Falih Rıfkı, iktidar değişikliğinin vuku bulduğu sıralara, yani hastalığın başlangıç anlarına ilişkin şu notları düşmekten de geri kalmıyor:

"Bilhassa 1937'den, sonra sinir dengelerinin gitgide bozulduğunu görüyorduk. Pek alıngan olmuştu. Devamlı bir boşalma ihtiyacı içinde kıvranan sinirlerini güç tuttuğunu hissederdik". (Çankaya, Bateş baskısı, s. 487)

Bu notlar Falih Rıfkı'nın hastalığın başlangıcı hakkındaki ilk tespitleridir. Kaldı ki Falih Rıfkı'nın düştüğü notlar kayda değerdir ve Çankaya da bu açıdan ayrıca tetkike değer. Burada önemli olan hastalığın seyrinin hız kazanması ile, Atatürk'ün Ankara'dan ve politikadan az - çok soyutlanması durumudur. Dolayısıyla Ankara için bu dönemde yeni ve farklı bir iktidar söz konusudur.

Üzerinde durduğumuz Mehmet Âkif ve istiklâl marşı tartışmalarıyla alâkasız gibi gözükse bile, Necip Fazıl'a yeni bir marş güftesi siparişinin bu dönemde yapılması sebebiyle, konu ister istemez ayrı bir önem kazanıyor. Hem ayrıca Âkif ve istiklâl marşı tartışmalarında, ismet paşanın cumhurbaşkanı seçilmesinin hemen ardından önemli bir tavır değişikliği görülecektir ki, iki dönemin konuya yaklaşımındaki tezadın fark edilmesi bakımından yaptığımız tefrik daha bir lüzumlu hale geliyor. Yani demek oluyor ki İstiklâl marşının değiştirilmesi amacıyla yarışma açılması veya güftenin Necip Fazıl'a teklif usulüyle yazdırılması teşebbüsü, ismet paşanın görevden uzaklaştırıldığı yeni iktidar dönemine denk düşen bir mesele haline gelmektedir.

Ankara'nın Yeni Batı Versiyonu: Triumvira..

Biz şahsen Celal Bayar, Tevfik Rüştü Aras ve Şükrü Kaya üçlüsünün merkez rolünü oynadığı yeni hükümet dönemine, bu bakımdan ayrı bir önem atfediyoruz. Bu hükümeti; ismet paşa hükümetlerinden farkı bir yana, hastalığı dolayısıyla kısmen Atatürk'ün vesayeti dışında bir uygulama ve politika olarak da değerlendirmek istiyoruz. Çünkü İsmet Paşa ve Bayar hükümetleri, ekonomi politikaları bakımından bayağı bir farklılık arz etmekte idi. ismet Paşa, 1929 Dünya ekonomik buhranının ardından mecbur kaldığımız devletçi ekonomi politikalarına ağırlık verir, Kadro dergisinin ortaya koyduğu sömürgeci batı karşıtı çizgiye sımsıkı bağlı kalır ve

İngiltere'den ziyade Almanlara ve Sovyetlere daha yakın duran bağımsızlıkçı bir politika takip ederken; Bayar ve ekibi bundan haliyle rahatsızlık duyuyordu. Bayar'ın yanı sıra, sabataist olduğu ileri sürülen Tevfik Rüştü Aras da apayrı bir fenomendi. Ayrıca Hitler Almanya'sından Türkiye'ye taşınan Musevi bilim adamlarının arkasında da gene o vardı. Dolayısıyla 1930'lu yıllarda bir yandan mason locaları kapatılırken, öbür yandan Musevi bilim adamlarının Türkiye'ye taşınması yolundaki tezatlı politikaların, başka türlü izahını yapmak mümkün değildir.

İşte bu üçlü irade, daha ismet Paşa kabinesinde iken bile, önemli bir güç merkezi oluşturmuştu Türkiye'de ve karşılarında da engel olarak ismet paşayı görüyorlardı.

Adı geçen friumviranın sırf iktidar hırsı ile izah olunabilecek bir tarafı bulunsa bile, meselenin bu dar sınırlar içinde kalmadığını ve Hitler Almanya'sının kat ettiği mesafeler dolayısıyla, Ingiltere ve Fransa'nın Türkiye'de kendilerine yeni muhataplar aradığını görmekteyiz. Nitekim üçlü iradenin ismet paşadan rahatsızlığının ve onu bertaraf etmeye dayalı politikalarının böyle bir tarafı da bulunmakta idi. Kaldı ki batılı ülkeler arasındaki kamplaşmalar bu dönemde iyice belirginleşmiş, ikinci Dünya Savaşının yakıcı atmosferi de daha bir hissedilir olmuştu. Hal böyle olunca, Türkiye'nin yeri ve muhtemel kriz durumları karşısında takınacağı tavır her bakımdan önemli hale gelmişti.

Yeni hükümetin rolü, şu bakımdan da ayrı bir önem arz etmiyor değildi. Şöyle veya böyle, nihayet Atatürk hasta idi. Dolayısıyla Atatürk sonrası Türkiye için, şimdiden hazırlanmak gerekmez miydi?. Nitekim İsmet paşanın bertaraf edilmesi için çalışılırken, Şükrü Kaya başbakanlığın kendisine verileceği beklentisindedir. Falih Rıfkı yazıyor Çankaya'da bütün bunları. Aynı şekilde bu üçlü, daha Atatürk'ün vefatı öncesinde, cumhurbaşkanlığı için çalışanlar arasında yer almaktadır. Dolayısıyla bir yandan yeni dünya şartlarına tekabül edilirken, öbür yandan da Atatürk sonrasının hesapları yapılıyordu.

Ekonomi politikalarını da gene aynı istikamette revize etmek!.. Çünkü bu yıllarda Almanya, Türkiye'nin en büyük ekonomik partneri durumunda idi. İşte bu tür fikir ve politikaların önünde engel görünen ismet paşanın, behemehal bertaraf edilmesi gerekiyordu. Haliyle Türkiye'nin, 1935 - 1936'da uç vermeye başlayan ve 1937 civarında da derinden yaşamaya başladığı bu iktidar çatışmasını hafife almamak gerekir. Kaldı ki bizim bu husustaki kanaatimiz, içeriden ve dışarıdan maruz kaldığı tazyik karşısında, Türkiye'nin iyice bunaldığı ve sonunda da vaki iktidar değişikliğine bilerek isteyerek mecbur kaldığı biçimindedir.

Dolayısıyla hem istiklâl marşını değiştirmek isteyen, hem de bu tartışmalardan rahatsızlık duyan iradeyi, asıl bu merkezle izah lüzumu daha bir öne çıkmış oluyor. Çünkü yeni kadro, sırf ekonomi ve dış politika itibariyle değil, kültür ve sosyal politikalar bakımından da farklılıktan yana idi. Nitekim bunun ilk işaretleri, Kadro dergisinin tasfiyesinden hemen sonra görünmeye başlamıştı. Necip Fazıl'ın Ağaç'ı ile Peyami Safa'nın Kültür Haftası bir yana, Türkiye o ana kadar alışık olmadığı derecede yoğun bir magazin neşriyat bombardımanına tabi tutulmuştu.4 Sinema, artist, plaj ve moda dergilerinden geçilmez olmuştu o yılların Türkiye'sinde. Bazılarının yazdığına göre de Türkiye, böyle bir neşriyat bolluğuna ancak İkince Meşrutiyet döneminde maruz kalmıştı.

Yani neresinden bakarsanız bakın, toplumun ve politikanın yeni baştan dönüştürülmesi gibi bir durum söz konusu idi.

Dolayısıyla Âkif ve İstiklâl marşı etrafında cereyan eden son tartışmalar, Türkiye'nin içine girdiği dönemin absürtlüğünü açığa vurmak gibi bir anlam taşımaya başlamıştı. Bir yönüyle de Türkiye asıl kendini konuşur olmuş, Milli mücadelenin yapıldığı şartlardaki tarihi ayrışmayı yeni baştan hatırlamak durumunda kalmıştı. Haliyle bu yönelişin behemehal önünün alınması gerekmez miydi? Aksi halde Yeni Adam'ın yazar, şair ve düşünürlerle gerçekleştirdiği mülâkatların hiçbir izah yapılmadan ve sonuca da bağlanmadan kesilivermesini başta türlü nasıl izah ederiz? Kaldı ki Akif'in dostu olması bakımından konuyu yakın bir ilgi ile takip eden Haşan Basri Çantay'ın izahı da aynı merkez etrafında toplanmaktadır.

Onbeşinci Yıl Marşı Mı, İstikâl Marşı Mı ?

Bir başka-husus da, yukarıda izahına çalıştığımız trivumvira iktidarı döneminde, yani 27 aralık 1937'de Mehmet Akif'in sene-i devriyesinin yapılamamış olmasıdır. Halbuki bir sene önce İstanbul üniversitesi gençleri, Akif'in mezarı başında and içmiş ve istiklâl marşı şairini her sene anmak kararı almışlardı. Böyle bir karara rağmen, birinci ölüm yıl dönümünde Akif'in anıldığına ilişkin herhangi bir bilgiye tesadüf edemiyoruz. Çünkü baktığımız birkaç gazetede böyle bir habere rastlamadığımız gibi, okuduğumuz hatıralarda da kayda değer bir malûmat bulunmamaktadır. Yani Akif'le ilgili yazıların ardı kesildiği gibi, dönemin ihtiyacına tekabül etmek üzere, yeni bir marşın hazırlanması fikrinin alttan alta sürdürüldüğü anlaşılıyor. İşte bunu da, 1938 yılı başlarında açılmış millî "m arş yarışması" sayesinde öğrenme imkânı buluyoruz.

Necip Fazıl'ın 1943 Büyük Doğu'larında yazdığına göre, bu yarışma doğrudan bir İstiklâl Marşı yarışması olarak açılmamıştır. Bilâkis yarışma, Cumhuriyetin on beşinci yıl dönümünü amaçlamaktadır.

"Gaye, bütün memleket şairlerinin de iştiraki beklenen bu müsabakada kazanacak olan eseri, Cumhuriyetin İ5'nciyti marşı olarak değil, İstiklâl veya Türk Milli Marşı olarak kabul etmekti." Necip Fazıl bu ifadelerine şu hususu da eklemeden yapamıyor: "Zira Atatürk, Mehmet Akif'in İstiklâl marşını sevmemeye başlamıştı." (Büyük Doğu, 8 Ekim 1943, nr. 4, 1. Devre, s. 12)

Toparlayacak olursak; Onuncu Yıl Marşı'nda olduğu gibi, Cumhuriyetin on beşinci yılı kutlamalarında kullanılmak üzere bir "milli marş"yarışması açılıyor. Fakat yarışmanın birincisi olacak eser bu seviyede tutulmayarak, TBMM'de de oylanacak ve kazandığı milli marş hüviyetiyle İstiklâl Marşı'nın yerine ikame ediliverecektir.

Dikkat edilirse burada garip bir paradoks mevcut. Hem istiklâl marşı değiştirilmek, iptal edilmek isteniyor, hem de bundan bayağı endişe ediliyor. Yani sizin anlayacağınız, arzu ve endişe bir arada!.. İşte üzerinde durulması ve açığa çıkarılması gereken paradoks da zaten burada toplanıyor.

Eğer iyi düşünülürse, İstiklâl marşını değiştirmeye kalkan merkezin arzusu da, korkusu da iç içe!.. Çünkü sessiz sedasız defnedilmek istenen Akif'in cenazesi için toplanan, ve sayıları da on binleri bulan kalabalıklardı bu korkunun sebebi. Aynı şekilde yeni bir Serbest Fırka hurûcunu hareketini andıran bu kalabalıkları derleyip toplayan da gene Akif'in İstiklâl marşından başkası değildi. Öyleyse mistifikasyon gücü son derece yüksek, yani toplumsal bilinçaltını harekete geçirme gücüne sahip bu sihirli değneğin, behemehal değiştirilmesi icabederdi.

İşte istiklâl marşını değiştirmek arzusunun şiddeti ile, korku ve ürküntünün derinliğinin; devreye sokulacak yönteme doğrudan tesir ettiği anlaşılıyor. Yani yapılacak işe paldırküldür girişmek yerine, iki aşamalı bir plan dahilinde hareket etmek. Daha açığı da, işin başında, İstiklâl marşının değiştirileceği gibi bir kuşkuyu asla fırsat vermemek!.. Dolayısıyla, başlangıcı itibariyle On Beşinci Yıl marşı fikri öne çıkarılarak, bilâhere de işin kalan kısmını tamamlamak gibi iki aşamalı bir plan sizin anlayacağınız.

Bir De Necip Fazıl'ın BabIali'sine Bakalım

İsterseniz bu konuyu, Necip Fazıl'ın hatıralarını ihtiva eden BabIali'den de izleyelim:

"O senenin başlarında bir hadise olmuştu. Mehmet Akif'in istiklâl marşı beğenilmiyor ve yerine bir "Milli Marş"yazdırılmak isteniyordu. Hatta Ulus gazetesi bu iş için de bir müsabaka açmıştı. Gaye açıktı: İslâmî hava, sonu lâisizmada karar kılan bir rejimin kaynağındaki heyecana, daha doğrusu maksada uygun sayılmıyordu. Yazarına o zamanın parasıyla on bin lira mükâfat verilecek ve şiir TBMM'nce kanunla kabul edilecekti" (Babıali, 1976, s. 363)

Bu arada Necip Fazıl ve Büyük Doğu dergisi üzerine yoğun araştırmaları bulunan Prof. Dr. Orhan Okay da, "Siyasi ve fikrî yazıların dışında Büyük Doğu " başlıklı bir yazısında aynı konuya temas ediyor:

“Seri içinde dikkati çeken şiirlerden biri Büyük Doğu Marşıdır. Bugünkü Çile’lerde aynı ad altında, yalnız birinci mısra: “Tanrı'nın alnından öptüğü millet" iken “Allah'ın seçtiği kurtulmuş millet" olarak değiştirilen bu şiir, kendi ifadesine göre (Babıali, 1975, s. 248 - 49) 1938'de, Mehmet Akif'in İstiklâl marşı yerine konmak üzere yazılmıştır. Falih Rıfkı tarafından yapılan teklifi Necip Fazıl. "Bu rejim havası içinde ve bir takım şahısların pohpohlanması uğrunda şirinini alçaltmaya razı olmamak” şartıyla kabul etmiştir." (Yedi iklim, mayıs 1993,)

Görüldüğü gibi, Mehmet Akif'in istiklâl marşının yerine ikame edilmek üzere, yeni bir marş ihtiyacı doğmuş ve bu hususu kuvveden fiile çıkarmak amacıyla da Ulus gazetesinde bir yarışma açılmıştır. Bu yarışmaya, 1921 'deki ilk istiklâl marşı yarışmasında olduğu gibi, bütün memleket şairlerinin katılması arzu edilmektedir. Fakat her ne olduysa; belki de Akif'in ruhunun incinmesinden çekinilmesi gibi kaygılar nedeniyle, yarışmaya gereken rağbet gösterilmemiş ve bir süre sonra da adı geçen yarışma sessiz sedasız kaldırılmak durumunda kalmıştır. Belki de milli marş olmaya lâyık, herhangi bir eserin çıkmaması nedeniyle!.. Yazdığı satırlardan anlaşıldığına göre, Necip Fazıl da bu yarışmaya iştirak arzusu duymamıştır. Çünkü Akif'in İstiklâl marşının taşıdığı muhtevadan kaynaklanan rahatsızlığın nihayet o da farkındadır.

Teklif Neden Necip Fazıla Yapıldı ?

İşte ortaya çıkan bu güfte zafiyeti karşısında, dönemin resmî gazetesi Ulus'un başyazarı Falih Rıfkı, Necip Fazıl'ı ziyaret eder ve kendisine millî marş yazımı teklifinde bulunur, ister istemez Falih Rıfkı'yı burada, Flamdullah Subhi rolüne bürünmüş olarak görüyoruz. Nitekim ilk istiklâl marşı yarışmasında da (1921) başarılı bir güftenin ortaya çıkmadığı görülmüş, bunun üzerine işin sorumlusu ve yetkilisi Hamdullah Suphi Tanrıöver Mehmet Âkif'e başvurmak durumunda kalmıştı. Öyle anlaşılmaktadır ki Akif'in şartları gibi, Necip Fazıl da bazı şartlar ileri sürmüştür. Burada bu hususları ele almak değil amacımız. Kaldı ki konuyu merak edenler Büyük Doğu'ların ilk dönemlerini tetkik edebilir, BabIali'nin ilgili bölümlerini de gözden geçirebilirler.

Yalnız, ilgili güftenin yazımının Necip Fazıl'a yapılması, doğrusu üzerinde durulmaya değer bir konudur. Bir defa unutulmamalıdır ki, Necip Fazıl dönemin en parıltılı şairidir. İkincisi de 1935'te Tohum'un, 1937'de de Bir Adam Yaratmak piyesinin sahnelenmesi dolayısıyla gene dönemin en popüler sanatçısıdır. Bütün bunlar Necip Fazılîn kendisine, milli marş güftesi sipariş edilmesi noktasında yeterli olabilir mi bilemiyoruz. Yani burada Necip Fazıl'ın, dönemin siyasi elit sınıflarıyla ilişkisi ister istemez önem kazanmayacak mıdır? Bize göre o dönem için ne siyasi elitin, ne de Necip Fazılîn böyle bir kaygısı bulunuyordu. Daha ötede Necip Fazıl'ın Kadro dergisi döneminden beri, bu sınıflarla içli-dışlı bir havası mevcuttu. Zira Ağaç dergisini çıkardığı sıralarda Falih Rıfkı'nın yazılarını yayınlayabiliyor, onunla ilgili sitayişkâr haberler yazabiliyordu.6 Yani Necip Fazılîa dönemin iktidarı arasında henüz daha bir çatışma söz konusu değildi. Kaldı ki daha Kadro dergisi çıkmadan önce, onun da bu derginin yazı kadrosu arasında yer alacağı şâyiası etrafa yayılmamış mıydı?

Dolayısıyla nasıl olsa değişecek ve Akif'in güftesinin yerini alacak bir şiir noktasında, Necip Fazıl'ın hevesini kınamamak icap eder. Fakat bu noktadaki gelişmeler öyle cereyan eder ki, ne Akif'in istiklâl marşı ortadan kaldırılabilir, ne de Necip Fazıl'ın Büyük Doğu Marşı noktasında ki beklentileri tahakkuk eder. Çünkü Atatürk'ün hastalığı 1938 martından itibaren öyle ağır bir hal alır ki, Ankara Atatürk sonrasının iktidar kavgalarına çoktan tutuşmuştur bile:

"Şiir yazıldı, Falih Rıfkı'ya verildi, bütün Ankara muhitinde topladığı heyecan ve alâka büyük oldu. Fakat o sıralarda Atatürk'ün hastalığı birden bire arttığı için kendisine gösterilemedi. Böylece, hakikatte (Büyük Doğu) ismini taşıdığı halde, (Milli Türk Marşı) adıyla zamanın devlet reisine takdim edilmek istenen şiir, Türk milletinin yarınına intikal etmiş oldu. (Büyük Doğu, 8 Ekim 1943, nr. 4, s. 12)

Büyük Doğu Marşı'nın Akıbeti

Bu ifadelerde dikkatimizi çekmesi gereken husus, hadisenin Falih Rıfkı ve Atatürk arasındaki haberleşme veya haberleşememe sorunu ile izahıdır. Yani eğer Falih Rıfkı, ilgili şiiri Atatürk'e ulaştırabilse imiş, mesele kökünden hallolacakmış gibi bir zehaba yol açılmasıdır. Maalesef biz bu yoruma iştirakte güçlük çekiyoruz. Çünkü adı geçen güfteyi Falih Rıfkı Atatürk'e ulaştıramadı ise, devrin başbakanı Celâl Bayar veya diğer triumvira üyeleri de mi ulaştıramazdı? Böyle bir şey düşünülebilir mi?

Kaldı ki Necip Fazıl nasıl düşünürse düşünsün, buradan çıkan sonuç, Falih Rıfkı'nın ilgili dönem zarfında Atatürk'le görüşmesinin büyük çapta engellendiği, daha ötede de, Atatürk'ün hastalığı bahanesi ile enterne edildiği gerçeğidir. Çünkü Falih Rıfkı Ulus'un başyazarlığını sürdürmesine rağmen, yeni ekibin adamı olarak görülmüyor ve eski itibarının da zaten yerinde yeller esiyordu.

Ayrıca ikinci bir husus daha var ki, o da mühim bir mesele teşkil etmektedir. Zira istiklâl marşı eleştirilerinin üzerinde durduğu ağırlıklı husus, Akif'in güftesinin, içine girdiğimiz yeni dönemin şartlarına tekabül etmemesi idi. Çünkü o güftede yer alan ağır islâmi muhteva bir yana, millet olarak bizim, emperyalist batıya karşı verdiğimiz tarihi bir mücadeleyi temel alması idi. Nitekim orada emperyalist batı, medeniyet kavaramı ile eşleştirilecek "tek dişi kalmış canavar" olarak tanımlanıyordu. Daha ötede de bu güftenin apayrı bir medeniyet şuurunu öne çıkardığı bilinmeyen bir husus değildi.

Dolayısıyla yeni güfteden beklenen hususlar, bize göre, Necip Fazıl'ın Büyük Doğu Marşı'nın muhtevasında da yer almıyordu. Nitekim bu şiirde "doğu" kavramı açıktan açığa yüceltildiği gibi, iştirak ettiğimiz batılı değerlerden ve ideallerden hemen hiç biri tebcile mahzar bir seviyeye yükseltilmiyordu. Çünkü Necip Fazıl giriştiği işi ciddiye almış, içten gelen bir doğuşla şiirini tamamlamıştı. Yani zihninde ve ruhunda ne varsa o yansımıştı şiirine.

Daha ötede Necip Fazıl, o yılların Türkiye'sinde bilinmeyen bir isim de değildi. Şiirinin ve tiyatrosunun dışında, gazetelerde de yazıyordu. Bu bakımdan Haber ve Son Telgraftaki yazıları dolayısıyla, daha somut bir Necip algılaması ortalığı kaplamaya başlamıştı. İşte bu yazılardan hasıl olan kanaatlere göre de Necip Fazıl, tam ve kâmil manasıyla Avrupa karşıtı, doğulu milletlerin (arap, fars, hint ve çin) birlik ve bütünlüğünden yana birisi olarak temayüz etmektedir. 1940'da yayınladığı Çerçeve'si ile İdeolocya Örgüsü adlı eseri, bu dönemlere ilişkin fikirlerini yansıtır. Buralardan çıkan sonuca göre o, "Asyacılığı" neredeyse siyasî bir ideoloji seviyesine yükseltmektedir. Zaten Büyük Doğu kavramı da Asyacığın evrilmesinden başka bir şey değildir. Yani batıcılık ve Avrupacılık karşısında; Asyacığı ve Büyük doğu idealini alternatif bir değer olarak yükseltebildiği kadar yükseltmek!..

Yazıldığı dönemin reel şartlarından bağımsızlaştığı için, Büyük Doğu Marşı'nın bu tür bir arka plana yaslandığını çoklarımız hatırlamayabilir. Fakat o dönem için bunlar bilinen şeylerdi. Bilinen şeylerdi ki, Kadro'cuların bu şiiri çok sevmesinin altında da zaten bu tür sebepler yatıyordu.8 Daha açık ifade etmek gerekirse. Necip Fazıl'ın asyacılık olarak tezahür eden o günkü fikirlerinin kaynağı, 1930 başlarının Kadro dergisine kadar uzanmaktadır.9 Çünkü Kadro dergisi iyi tetkik edilirse, Asyacılığın, Avrupa karşısında nasıl bir ideoloji seviyesine yükseltilmek istendiği daha iyi fark edilir. Fakat Necip Fazıl sanatkâr sezgisinin verdiği yüksek bir imkânla, maddi varlıkları olduğu kadar, kaba siyasî algılamaları da mücerret planlara çeker durur. "Doğsun Büyük Doğu benden doğarak", ya da "Yürü altın nesli o tunç Oğuz'un gibi!..

Bu bakımdan Atatürk'ün ağır seyreden ve her an ölümle sonuçlanabilecek hastalığı bir yana, yeni dönemin ve ekibin beklentilerine tekabül edecek bir yanı bulunmamakta idi bu şiirin. Eğer ilgili şiirin böyle bir yanının bulunduğuna inanılsa idi, meselenin sonuçlandırılması her halde sorun olmamak icab ederdi.

Akif'in Duası Ve Hesapların Alt-Üst Oluşu

Dolayısıyla meseleye neresinden bakılırsa bakılsın, İstiklâl marşını değiştirmek düşüncesi bir türlü kuvveden fiile çıkamıyordu. Siz ayrıca buna dilediğiniz sebebi gösterebilirsiniz. İster Atatürk'ün uzun sürmüş hastalık dönemlerini veya vefatını, isterse de Necip Fazıl'ın kaleme aldığı ve yeni bir "doğu idealizmini" besleyip büyüten "Büyük Doğu Marşı'nın arzu edilen sonuca tekabül etmemesini!..

Belki rahmetli Akif'in hasta yatağında söylediği sözlerin de bunda bir payı bulunmalıdır. Atatürk'ün uzun sürmüş gece toplantılarından kalkarak, kendisini ziyarete gelen Hakkı Tarık Us ile Ruşen Eşref Ünaydın'a ne demişti Mehmet Âkif?

"İstiklâl marşı bir daha yazılamaz; Allah bu millete bir daha İstiklâl marşı yazdırmasın" dememiş miydi?

Nitekim bu sözün mâbâdı daha da anlamdır. Hakkı Tarık'ın; “Üstat!..Dün gece Gazi hazretleriyle beraberdik. Sizden sevgiyle, sitayişle bahsetti. Güzel sözler söyledi. Ve hatta dikkat buyurun sözlerime, kendilerine hiss-i adavetim (düşmanlık hissi) yoktur. Eğer öyle olsaydı dedi, Türkiye'ye dönmesine müsaade etmezdim, istiklâl marşını da kaldırırdım." biçimindeki sözlerine, Akif'in verdiği cevabı hatırlamak yerinde olur.

"Hakkı beyefendi!.. Hatırlar mısınız? Biz Gaziyle harp sahasında ön saf atarda beraber gezdik, beraber yürüdük. Kendisini Mecliste sonuna kadar destekledik. Bu böyleyken, Gazi hazretlerinin adavet kelimesini telâffuz etmesine hayret ettim. Beni memleket sokmayabilirlerdi. Lütfettiler, kendilerine minnettarım, istiklâl marşına gelince, işte onu kaldıramazlardı. Nasıl kaldırırdı ki, Mecliste ilk okunduğu gün, Tunalı Hilmi hariç, herkes ayakta dinledi, kendileri de dahil!.."

"istiklâl Marşı bir daha yazılamaz; kimse bir daha istiklâl marşı yazamaz, ben de yazamam. Allah bu millete bir daha istiklâl marşı yazdırmasın!"

Dolayısıyla Akif'in bu yüksek öngörüsünü, onun bir nevi keşfîyatı olarak da değerlendirmek mümkündür. Nitekim aradan fazla bir zaman geçmemiş, hastalığı dolayısıyla realiteden kısmen soyutlanmış olarak Dolmabahçe'de hayatını sürdüren Atatürk de vefat edivermişti. Fakat vefat olayı Türkiye'yi normalin üzerinde sarsmış, siyasî planda tahminlerin ötesinde alt-üst oluşlara sebep olmuştu. Yani neredeyse Türkiye, bir birini takip eden iç darbelere maruz kalıyor gibi bir durum hasıl olmuştu.

11 Kasım 1938: Taşlar Yerinden Oynuyor

Nitekim hesaplarını Atatürk'ün vefatı sonrasına göre ayarlayan triumvira, on Kasımın hemen ardından tasfiye edilip gitmişti. Çünkü Mareşal Fevzi Çakmak'ın (Genel Kurmay Başkanı) ve Fahrettin Altay'ın (Birinci ordu komutanı) emri vakisi ile ismet İnönü, ertesi günü cumhurbaşkanı olup çıkmıştı.10 Bu sonuç, o günün şartlarında içeride ve dışarıda tam bir darbe tesiri bırakmış, geçici bir süre başbakanlığa devamı uygun bulunan Celal Bayar dışında, cumhuriyet kabinelerinin iki gedikli üyesi, yani sistemin içerideki ve dışarıdaki iki teminatı bütünüyle açığa düşürülmüştü. Bu iki isim de, triumviranın iki güçlü ayağı Tevfik Rüştü Aras ile Şükrü Kaya'dan başkası değildi. O yıllarda İsmet paşanın gerçekleştirdiği bu tasfiyeler ülke çapında büyük ferahlamalara yol açmış, onların yerine de Dahiliye vekâletine Refik Saydam, Hariciye vekâletine Şükrü Saraçoğlu atanmıştı. Aradan fazla bir zaman geçmemişti ki, Maarif vekilliği görevine de Haşan Ali Yücel'in getirildiği öğrenilecektir. (28 Aralık 1938)

Bütün bunları şunun için anlatıyoruz: 11 Kasım 1938'den itibaren Türkiye yepyeni bir döneme girdiği için. Çünkü aradan daha üç gün geçmeden Rıza Nur Mısır'dan Türkiye'ye giriş yapıyor; İnönü 18 KÂsımda Kâzım Karabekir'i inzivasından meydanlara çıkarıyor; 10 ocak 1939'da Refet Bele ve Ali Fuat paşalar CHP'ye katılıyor; 26 mart 1939 seçimiyle de H. Cahit Yalçın, Şükrü Kaya, Kılıç Ali ve Tevfik Rüştü Aras da dahil, 170 eski parlementer topluca tasfiye ediliyordu. Özellikle de 2 mart 1939'da Dolmabahçe'de verilen bir resepsiyona R. Orbay'ın, A. İhsan Sabis'in, Halil Paşa'nın, Refet Bele ve Ali Fuat paşaların daveti ile, ülke çapında siyasi tasfiye ve kırgınlıkların telâfisini amaçlayan yeni bir dönemin başlatıldığının işaretleri veriliyordu. O sıralarda her türlü siyasi tasfiyenin sonunun geldiği gibi bir hava uyandıran bu uygulamaların, Türkiye dışındaki akislerini yansıtması bakımından, arap gazetesi Al-Cihat'ın 3 mart 1939 tarihli haberi hayli manidardır:

"Dinsiz politikacılar Türk hükümetinden uzaklaştırıldılar."’'

Siyaset planında idrak edilen bu değişikliklerin, kültür ve düşünce hayatında yansımalarının bulunup bulunmadığı, haliyle merakı mucip bir husustur. Belki bu soruya cevap olmak üzere, matbuat hayatındaki bir takım kıpırdamalardan söz edilebilir. Meselâ oradan oraya sürgün edilip duran Nurettin Topçu'nun, ülkenin içine girdiği yeni atmosferi erken idrakiyle izah olunamaz mı Hareket dergisini çıkarması? (3 Şubat 1939). Nitekim bir süre sonra hocası Haşan Ali Yücel onu İstanbul'a taşıyacak ve İstanbul Erkek lisesine hoca olarak görevlendirecektir.

Bu gelişmeler kuşkusuz sırf Hareket'le de sınırlı değildi. H. Sadrettin Arel ve i. H. Danişmend'in Türklük'ü (1939), Eşref Edib'in İslâm Türk Ansiklopedisi (25 teşrimi Evvel 1940) A. Caferoğlu'nun Türk Amaç'ı (1942), Reha Oğuz'un Gökbürü’sü (5 ikinci teşrin 1942), Remzi Oğuz Arık'ın Millet'i (mayıs 1942), Rıza Nur'un Tanrı Dağ'ı (12 mayıs 1942), Fethi Tevetoğlu'nun Kopuz'u (Mayıs 1943), Zonguldak’taki Doğu (Ağustos 1942) ve Necip Fazıl'ın meşhur Büyük Doğu'su (1943)!.. Ve daha önemlisi de, 1940'da kurulan Kitap Sevenler Kulübü!.. Bu Kulübün kuruluş amacı eski harfli önemli bazı eserleri, yeni baştan yayına hazırlamaktır. Bu tür dergi ve kurumlaşmaların 1930'ların Türkiye'sinde kolay kolay görülemediğini, dolayısıyla da yeni dönemin bir takım ümitlenmelere yol açtığını zikretmek gerekir diye düşünüyorum. İsterseniz şu hususu da kaydedelim ki: önceki dönemde değil Mehmet Akif'in Safahat, Ziya Gökalp'in her hangi bir eserinin bÂsımı da mümkün olamazdı. Çünkü çok yaygın kanaatlerin hilâfına, Ziya Gökalp bile sakıncalı isimler arasında yer almıyor muydu?

Vur Deyince Öldürmek

İnönü'nün cumhurbaşkanlığının ilk dönemine İşaret ettiğimiz bu vetire, kuşkusuz böyle devam edip gitmez. Çünkü ikinci Dünya Savaşı'nın inişli-çıkışlı konjonktürü buna imkân vermez zaten. Hele hele müttefiklerin savaşı kazanması ihtimalinin az çok belirginleştiği sıralarda!.. Fakat burada behemehal belirtilmesi gereken husus, üzerine eğildiğimiz döneme ilişkin kanaatlerin, geneli itibariyle savaş sonrasına ait olduğu gerçeğidir. Galip müttefiklerin paradigmalarına elsiz-ayaksız teslim olunan Türkiye'de; her türlü muhalefet grubunun; (Türkçüler, islâmcılar, liberaller, demokratlar ve çeşitli Marksist sol gruplar) da dahil, ilgili dönemi toptan redde kalkışması yeterince sağlıklı görünmüyor artık bize. Dolayısıyla hislerimizden arınarak, biraz daha gerçekçi yaklaşımlara ermemiz gerekir diye düşünüyoruz. Bu bakımdan iki büyük savaş öncesi dönemin iktidarlarına, yani İttihat ve Terakki dönemi ile ismet paşanın (1938-1943) yıllarına, biraz daha ön yargısız bakmaya kendimizi alıştırmamız gerekmektedir. Çünkü her iki savaşın ardından yoğun şekilde pompalanan bakış açıları; toplumun ve aydınların çekmiş olduğu bin bir acıya ve felâkete dayanmış olsa bile; birinde ağır mütakere şartlarının, diğerinde de çok partili demokratik sisteme iştirakin makulleştirilmesini amaçladığı açık bir gerçektir. Bunun da asgari yarı yarıya, savaşın galiplerinin politikası olduğu meselesidir. Yani mağlûpların savunulamayacağı ve behemehal tasfiye edilmeleri gerektiği gibi hususlar!..

İnönü Dönemi Ve İstiklâl Marşı

Nitekim üzerine eğildiğimiz istiklâl marşı tartışmalarının, ya da Akif’in kaleme aldığı marşı değiştirilmesi yolundaki gayretlerin, 1938 on bir kÂsımını takip eden seyri, bizi bu hususta kısmen bile olsa ihtiyatlı davranmaya sevk ediyor.

Zira Yeni Adam'ın 1937 mayısında Âkif'e ve istiklâl marşına ilişkin yaptığı mülâkatların kesilmesinin ardından, ülkenin içine girdiği sessizlik ortamı ne olmuşsa olmuş, birden bire dağılmaya başlamıştı.Tabiî, olanı biteni onlamak bakımından da, Mehmet Akif'in ikinci ölüm yıldönümünü yani 27 aralıkı 1938'i beklemek gerekirdi. Acaba bir önceki yılda (27 Aralık 1937) olduğu gibi, gene yoğun bir sessizlik mi hüküm sürecekti? Basın susacak, Akif'i her yıl mezarı başında anmak için and içen üniversiteli gençler gene ortalıkta görünmeyecekler miydi?.

Hayır tam aksine, Mehmet Akif'in vefatının ikinci yılının dolmasına çok az bir zamanın kaldığı bu sıralarda, ülke çapında son derece olumlu, yumuşak bir hava esiyordu. Bu hava nasıl yayılıyor ve hissediliyor, bunu tahmin etmek kuşkusuz güç olmalı; fakat 27 aralık 1938'e doğru önemli bazı hazırlıkların yapıldığını fark etmemek de mümkün değildi.

Nitekim ilgi yılda yani 27 aralık 1938'de, Akif'in mezarı başında toplanan kalabalıkların çapı, insanı şaşırtacak bir seviyede idi. Anma gününe iştirak edenlerin olduğu kadar, konuşma yapanların da yüzlerinde herhangi bir korku ve tedirginlik okunmuyordu. Dahası bu toplantıya, bazı üniversite hocalarının iştiraki etmesi!.. Mesela Ali Nihat Tarlan hoca veciz bir konuşma yapıyor. Ömer Rıza Doğrul kalabalığa hitap ediyor, 1936'daki cenaze merÂsımini organize eden Fethi Tevetoğlu, Ali Nihat Tarlan'ın işareti ile ve gür bir sesle (buna özellikle dikkat edin) istiklâl marşını irad ediyordu. Anma toplantısının önceden planlandığı o kadar belli ki, resmî bazı din görevlileri de orada hazır dürümdalar. Bestekâr Sadettin Kaynak ile Hafız Âsim bunlar arasındadır. Biri Kur'an, diğeri dua ve ilahiler okuyor.

Sonra bu mahşerî kalabalık, Edirnekapı'dan düzenli bir yürüyüşle Bayazıt'a kadar geliyor. Buraya niçin geldiğini de hemen herkes biliyor. Çünkü Bayazıt Camiinde rahmetli Âkif için büyük bir mevlit töreni düzenlenmiştir. Dahası bu mevlitte, İstanbul'un meşhur hafızları ve kurrâları görev almışlardır. Çoğu da selâtin camilerinin imam ve müezzinleri!.. Sadettin Kaynak bu törende de mevcut, ve mevlidin "m erhaba" bahrini lâhuti bir sesle okuyor. İçi-dışı, avluları cemaatte dolu olan cami, adeta büyük denizler gibi dalgalanıyor, ikindi namazına doğru mevlit bitiyor, vakit namazları kılınıyor, kalabalık gene dağılmıyor. Çünkü herkes nereye gidileceğini ve ne yapılacağını bilmektedir de onun için.

Nitekim namaz sonrasında kalabalık topluca Edebiyat Fakültesine yönelir. Çünkü orada da Akif'le ilgili bir tören yapılacaktır. Hem de resmi bir tören!.. Salonun ilk yarısını üniversite profesörleri doldurmuş olarak!.. Saat altı da başlayan bu törende Ali Nihat Tarlan, Mehmet Kaplan, Tıp Fakültesinden İhsan (hoca), NakiTezel, Zeki Ömer Defne vs. konuşmalar yapar, şiirler okurlar.

Bu toplantının ardından Yüksek Öğretmen Okulu'na geçilir. Çünkü orada da Âkif anılacaktır. Ayrıca bu toplantının bir önemi de, Akif'in vefat ettiği saatte başlayacak olmasıdır. Saat yirmide veya çeyrek kala. O sıralarda Şehzadebaşı'nda bulunan Yüksek Öğretmen Okulu'ndaki törende de, başta Peyami Safa, Midhat Cemal Kuntay ve gene Ali Nihat Tarlan hoca konuşurlar.

Zamanın İstanbul'unu, gazetecileri, fikir ve sanat muhitlerini şaşkına çeviren bu anma merÂsımlerinin, sırf bununla sınırlı kalmadığını, aynı günün akşamı Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü'nde de şiir ve konuşmalarla takviye edilen programlar düzenlenmiş olduğunu hatırlamak gerekir. Daha ötede de Yüksek Ziraat Enstitüsü'nde ve Bursa başta olmak üzere çeşitli Halkevi salonlarında Âkif merÂsımleri eksik edilmemiştir. Yani neresinden bakarsanız bakın, bütün Türkiye'yi şâmil anmalar gerçekleştiriliyordu.

Dolayısıyla içine girilen yeni dönemin, toplum üzerinde meydana getirdiği ferahlamayı fark etmemek mümkün değildir. Nitekim işte toplum veya gençler kendiğinden harekete geçebiliyor, öğretim üyeleri Akif'le ilgili bir törene iştirak ettiği gibi, böyle bir iş için üniversite de salonlarını tahsis edebiliyordu. Ayrıca da Akif'i savunmak, anmak, meydanları harekete geçirecek seviyede yüksek sesle şiirlerini okumak!.. Özellikle de değiştirilmeye kalkışılan İstiklâl marşını!..Yani neresinden bakarsanız bakın, topluma ve gençlere yeni bir özgüven geliyor, bugün için bizim unuttuğumuz, yerine göre de kabul etmek istemediğimiz garip bir hava değişimi yaşanıyordu.

Bu Hava Nasıl Oluştu?

İşte 27 aralık 1938 anmasıyla daha bir manalı hale gelen bu atmosfer içinde, istiklâl marşının değiştirilmesi teşebbüsünün herhangi bir şansı kalmış olabilir mi? Düşünmeye değer doğrusu!..

Fakat bu noktada, vâki anma toplantılarını harekete geçiren bir takım teşebbüslerin varlığını da kabul etmek gerekir. Meselâ Sabiha Zekeriya Sertel'in 19 aralık 1938 tarihli (Tan) ve aynı şekilde Ömer Rıza Doğrul'un 28 kanunu evvel 1938 (Tan) tarihli yazısında, İstanbul Üniversitesi rektörünün 27 aralık 1938 anması için izin başvurusunda bulunduğu ve bu iznin kendilerine verildiğini zikrediyor. Gerekli müsaadeyi olan rektör, üniversitenin bu sene Akif'i anacağı hususunda bir basın toplantısı düzenliyor ve bu vasıta ile de konu bütün topluma maledilmiş oluyor. Üniversitesinin aldığı ruhsatı hareket noktası kabul eden sivil toplum da, aynı noktadan hareketle Edirnekapı'ya Akif'in mezarı başına yöneliyor. Bu arada Edebiyat Fakültesinde icra edilen anma törenin, rektörlüğün bir faaliyeti olarak düzenlendiğini bu vesile ile hatırlatmış olalım.

Ayrıca şu hususu da belirtelim: 27 aralık 1938'den itibaren (hatta 19 aralık itibariyle) Âkif ve istiklâl marşı etrafında yeni, korkunç bir yayın dalgası başlatılıyor. Bu yayınların genişliğini doğrusu tahmin etmek güçtür. Neredeyse bütün basın organları katılıyor bu faaliyete. Ne var ki Serteller'in gazetesi, gene olumsuz bir kutup teşkil edecektir. Buna karşılık Cumhuriyet ve Son Posta, o sıralarda yenice kurulmuş olan Yeni Sabah, Âkif etrafında teşekkül ettirilen havayı besler de beslerler. İlgili dönemin basınının bu açıdan gözden geçirilmesi, doğrusu insanı şaşırtıyor diyebilirim. Aylarca devam eden bu atmosferin oluşmasında, yeni hükümetin kuşkusuz büyük bir payının bulunduğu gerçektir. Rektörlüğe verilen izin gibi!.. Peki ya Ankara Gazi Eğitim'deki toplantı? Ya Bursa'da olduğu gibi çeşitli halkvelerinde yapılan toplantılar? ilgili faaliyetlerin ve anmaların genişliği ve yaygınlığı, ister istemez yeni hükümetin tavrı ile izah edebilmek gerekmez mi?

Sizin anlayacağınız,Türkiye'nin içine girdiği olumlu havanın tesiri ile, İstiklâl marşının değiştirilmesi düşüncesi büsbütün imkânsız hale gelmişti. Nitekim aradan fazla bir zaman geçmeyecek bu işin imkansızlığı fikrine kendisi de ulaşacak olan Necip Fazıl, 1943 yılında neşrine başladığı Büyük Doğu dergisinde ilgili şiiri yayınlamak durumunda kalacaktır. (8 ekim 1943 nr. 4 s. 12). Kalacaktır ki bunun manası, bizatihi kendisinin de ümidini kesmesi demektir. Çünkü Büyük Doğu Marşı o zamana kadar, ne olur ne olmaz gibi düşüncelerle el altında muhafaza edilip duruyordu.

"Mehmet Âkif, Türkiye'de Modernleşme ve Gençlik" 70 yıl sonra Mehmet Akif bilgi şöleninde sunulan bildirilerinden oluşan TYB'nin 30. Mehmet Akif Ersoy Araştırmaları Merkezinin 1. kitabı. Mart 2007

 
Yorumlar
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.