- Hakkımızda
- TYB Ödülleri
- Genç Yazarlar Kurultayı
- Kitaplık
- Ahlâk Şûrası
- Yazar Okulu
- Mehmet Âkif Ersoy
- Türkçe Şûrası
- Milletlerarası Şehir Tarihi Yazarları Kongresi
- Yayınlar
- Söyleşi
- Şube Haberleri
- Salgın Edebiyatı
- Haberler
- Şiir Şölenleri
- Mesnevi Okumaları
- Kültür & Sanat Haberleri
- Kültür Kervanı
- Kırklar Meclisi
- Duyurular
- Biyografiler
DR. ÖĞR. ÜYESİ CENGİZ KARATAŞ: MEHMED ÂKİF’TE AİDİYET DUYGUSUNA DAİR
Aidiyet duygusu kavramından önce birtakım başka kavramları da bilmek gerekmektedir.
22 Aralık 2021 Çarşamba 11:37
Bunlardan biri ırkı, toplumu veya kültürü işaret eden bir anlam içeren “ethnos” ve merkez anlamına gelen “centre” kelimelerinin birleşiminden oluşan İngilizce bir kavram olan “etnocentrism”1dir. Bu kavram temel olarak bir boya veya etnik gruba bağlılığı ifade ifade eder; fakat günümüzde bir kültürün başka bir kültüre kendi zaviyesinden bakma ve onu yanlış yorumlama anlamı da yüklenmiştir ki bu anlamda kullanımı tarafımızca makbul değildir. Bunun karşısında kişinin kendi içerisinde bulunduğu kültürüyle övünç duyması, onu benimsemesi ve onunla varoluşunu gerçekleştirmesi anlamına gelen bir kavram daha vardır ki buna “mensubiyet(aidiyet) duygusu” deriz. Etnosentrizm(Etnik-kültürel merkezcilik) kabul görmeyen ve ayrımcılık içeren bir kavramken mensubiyet duygusu ise bireyi toplumun ayrılmaz bir parçası haline getiren birleştirici ve bütünleyici bir unsurdur. İçerisinde bulunulan toplumun dil, din, bayrak vb. kavramlar çevresinde oluşmuş değerler manzumesini benimseyen ve sahiplenen bireyler hem kendilerini mutlu olurlar hem de ortaya çıkan mensubiyet duygusunun verdiği güven ve itici güçle çevrelerindeki insanların mutluluğuna vesile olurlar. Bu tarz toplumsal tutkallarla birbirine bağlanmış milletlerde büyük mefkûreler ortaya çıkar. Mefkûre ise neticesi itibariyle bir milleti başarıya ve ilerlemeye sevk eden itici güçtür. Toprak, güçlü mensubiyet duygusunun verdiği mefkûreler sayesinde vatan haline gelir. Modern dünyada kendisine yer edinemeyeceği açık olan ırkçılık ise mensubiyet duygusunun verdiği değerle vatanseverlik duygusuyla da bezenmiş olarak yerini milliyetçiliğe bırakır. Milliyetçiliğin temelinde de “tarih bilinci” ve “vatan sevgisi” vardır. İşte Mehmet Âkif’in fikriyatının ve fiiliyatının temelinde Allah’a olan teslimiyetinin bir sonucu olarak ortaya çıkan imanı tarafından sürekli diri tutulan bu iki hissiyat yer almaktadır. Onun şiirleri Türk’ün ve İslâm’ın “Safahat”ının imanla ifadesini bulmuş estetik terennümlerinden ibarettir. Safahat millî ve dinî iradenin yıldızların maverasındaki vuslatıdır. Milli irade Türk’ü, dini irade ise İslam’ı temsil eder.[1] [2] Mehmet Âkif’in eserlerinde ve hayatında bu iki temel fikriyattan hareketle mensubiyet duygusu en üst düzeyde cereyan eder.
Kökleri tarihin eski dönemlerine kadar giden büyük milletlerin ve devletlerin zaman içerisinde olgunlaşmış büyük mefkûreleri ve fikirleri vardır. Tarihteki elim tecrübeler bize göstermiştir ki milli ve manevi değerlerinden uzaklaşan milletler yok olmaya mahkûmdurlar. Millî ve manevî kültürümüzün görkemli geçmişimizden günümüze aktarılması her Türk vatandaşının asli görevlerindendir. Fakat bu aktarım daha ziyade geçmişle gelecek arasında köprü görevi gören “abidevi şahsiyetler” vasıtasıyla olur. Bu şahsiyetler, sıradan insan yığınlarını müşterek gayeler ve hissiyatlar çerçevesinde birleştirerek halin ihyası ve geleceğin inşası hususunda topluma ufuk aralarlar. Metehan, Bilge Kağan, Yunus Emre, Şeyh Edebalı, Atatürk, Mehmet Âkif Ersoy, Nene Hatun gibi bu abidevi ve mefkurevi şahsiyetler toplumun hafızasının her an diri tutulması ve geleceğe ümitle bakılması noktasında, millet olma bilinci yolunda vazgeçilmez şahsiyetlerdir. İşte Mehmet Âkif, Türk milleti için böylesine değerli bir karakter heykelidir. Bu bağlamda Âkif’i anlamak görkemli mazimizi ve Türk milletinin medeni, ahlaki ve dini seciyelerini daha iyi anlamamıza yardımcı olacaktır. Toplumsal tutkal görevi icra eden şahsiyetlerin fikirlerini anlamak sağlıklı nesiller yetiştirebilmemiz için vazgeçilmez bir husustur. İşte Mehmet Akif ve fikirleri bu tarz milli ve dini irademizin bir timsalidir. Dini ve milli irade hiçbir kitapta ve hiçbir dimağda Safahat’taki kadar birleştirilememiştir.[3] Kendine güveni tam oluşmuş ve bir karakter heykeli haline gelmiş rotası belli bir nesil vatanın ve geleceğimizin teminatıdır.
Âkif,
“Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilal!
Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helal.
Ebediyyen sana yok, ırkıma yok izmihlal:
Hakkıdır, hür yaşamış, bayrağımın hürriyet;
Hakkıdır, Hakk’a tapan, milletimin istiklal.”
mısralarıyla Hakka, hürriyete ve vatana mensubiyetini vurgular. “Allah bir daha bu millete istiklâl marşı yazdırmasın” derken de İstiklâl mücadelesinin ne çetin şartlarda geçtiğini vurgulamaya çalışıyordu. Çanakkale Şehitleri için yazdığı şiir de kendisini bu millete ve vatana ne kadar adadığını göstermesi açısından son derece önemlidir. Mehmet Âkif, bu şiirinde şehitlerimize kelimelerden bir büyük anıt inşa etmiştir. Bu, öyle bir anıttır ki daha güzeli henüz ne dikilmiş ne de yazılabilmiştir. Mehmet Âkif’in şiirlerini değerli kılan en önemli unsurlardan biri şiirlerine samimiyetini ve deruni hissiyatını katarak anlatmak istediklerini yaşayan bir tablo olarak sunmasıdır.
Milli Mücadele senelerinde Mehmet Âkif’in Kastamonu, Balıkesir, Konya ve Ankara gibi şehirlerdeki hizmetleri yadsınamaz. Mehmet Akif, uzun süren savaşlar, maddi ve manevi buhranlar ve üst üste alınan yenilgilerle bozgun psikolojisine düşmüş olan halka ve askere moral vererek Anadolu’da düşmana karşı direnişi, uyanışı ve şahlanışı başlatan ender şahsiyetlerdendir.
Mehmet Âkif’e göre Türk milletinin ahlaki karakteri ancak ve sadece bidatlerden, hurafelerden uzak daima ileriye bakan İslamiyet anlayışıyla olgunluğa erişebilir ve diri tutulabilir. O, bu bağlamda yanlış tevekkül, yanlış kader anlayışının ve din simsarlarının kesinlikle karşısın- dadır. “Doğrudan doğruya Kur’andan alıp ilhamı,/Asrın idrakine söyletmeliyiz İslam’ı” mısrala- rıyla da ilk kaynağın önemini vurgulayan ve kar taneleri kadar temiz ve katıksız müslüman kimliğiyle tanınan Mehmet Akif bu kimliğiyle “İslâm Şairi”; Milli, manevi ve medeni değerlere verdiği önem ve yaptığı katkıdan dolayı da karakteristik olarak bir Türk-İslam sentezcisi kimliğiyle karşımıza çıkar. Mehmet Âkif’i değerli kılan sadece fikirleri ve sanatı değil aynı zamanda iyi bir fiiliyat adamı oluşudur.
Mehmet Âkif göre vatan sevgisi bir milleti birbirine bağlayan en önemli unsurlardandır. Vatan, bir milletin sadece üzerinde yaşadığı bir toprak parçası değil aynı zamanda üzerinde hayatını idame ettirdiği, hür yaşadığı, müşterek hatıraların, kültürün ve hissiyatın paylaşıldığı maddenin anlamlandırıldığı bir toprak parçasıdır. Türk-İslam milleti için bu durum daha da büyük anlam ifade eder. Çünkü “şehitlik” mefhumu vatanı bizler için daha da anlamlı kılar. Zira şehitlerimizin cennetle müjdelenmiş olması da vatan mefhumuna verilen değeri göstermesi açısından son derece önemlidir. Bu bağlamda, Mehmet Âkif’in “Şüheda fışkıracak toprağı sıksan, şüheda!” mısraıyla Arif Nihat Asya’nın şu mısraları hürriyet, vatan sevgisi ve toprağa anlam kazandırılması açısından birbirine yakın değerde anlam ifade eden dizelerdir:
“Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır
Toprak eğer uğrunda ölen varsa vatandır”
Şairlerimiz bu dizeleriyle bize bir toprak parçasının nasıl vatan haline getirildiğinin ipuçlarını vermektedir.
Türklerin öteden beri devam edegelen teşkilatçılık yeteneği ve devlet geleneği de bize vatan sevgisi ve vatana verilen önemin ipuçlarını verir. “Allah devlete zeval vermesin.”, “Vatan sevgisi imandandır.” vb. sözler de bu milletin vatana ve devlete verdiği önemi ve değeri göstermesi açısından kıymetlidir. Müslüman Türkler için toprak bir beden ise vatan da o bedene giydirilmiş bir ruhtur. Mühim olan o bedendeki ruhun her dem canlı tutulmasıdır. Bu da ancak ve ancak bir milletin fertlerinin vatanlarına olan mensubiyet veya diğer bir söylemle aidiyet duygularının artırılmasıyla olur. Bu bağlamda Mehmet Akif’in hiçbir başka eseri ve söylemi olmasa dahi sadece şu mısraları bile onun mensubiyet fikri açısından Türk, Müslüman ve vatansever olarak anılmasına kâfidir:
“Cânı, cânânı, bütün varımı alsın da Hudâ,
Etmesin tek vatanımdan beni dünyâda cüdâ. ”
Mehmet Âkif’in vatan algısını ve mensubiyet duygusunu en güzel Safahat’ın üçüncü kitabı olan özellikle Balkan Savaş’ı sırasında yazılmış şiirlerini içeren “Hakkın Sesleri”nde görürüz. “Hakkın Sesleri” kitabı Âl-i İmran suresinin 26. ayet[4]inden bir alıntıyla başlar. Şiir boyunca Allah’tan yardım diler ve yakarışta bulunur. Şiirin çaresizlik ve bozgun psikolojisini en güzel yansıtan trajik bir tablo sunan kısmının başlangıcı şöyledir:
“Şu sessiz kubbenin altında insandan eser yokmuş!
Diyorduk: “ Bir buçuk milyar!” Meğer tek bir nefer yokmuş!
Bu hissiz toprağın üstünde mazlûmine yer yokmuş!
Âdalet şöyle dursun, böyle bir şeyden haber yokmuş!
Bütün boşlukmuş insanlık! Ne istersen, meğer yokmuş!”[5]
Şiirini yine Necm suresinin 39. “Şüphesiz insana kendi emeğinden başkası yoktur.” Anlamına gelen
“Leyse li’l-insâni illâ mâ-se’â” ayeti ile bitirir.[6]
Mehmet Âkif, vatanın savunmasızlığını ve düşmana terk edilmişliğini milletimizin tembelliği, yoldan çıkmışlığı, mücadelesizliği gibi sebeplere bağlamaktadır.Neml suresinin 52. aye- ti[7]yle başladığı bir başka şiiri[8]nde ise mazi ile hal karşılaştırması yapar ve içine düştüğümüz bozgun psikolojisinden çıkış için Allah’a yakarışta bulunur:
“Bu ıssız âşiyanlar bir zaman candan muazzezdi;
Bu damlar böyle baykuş seslerinden çın çın ötmezdi;
Şu kurbağalar seken vadide, ceylanlar koşup gezdi;
Şu coşmuş, ağlayan ırmak ne handan gölgeler sezdi;
Bütün maziyi bir tufan, fakat, hep boğdu, hep ezdi!”[9]
Mehmet Âkif’in feryadlarına karşılık vatan savunması noktasında hiçbir ses yoktur. Bizim olan yerler başkasınındır artık. Tanıdık yoktur, çığlığına ses verecek hiç kimse yoktur:
“Vefâsız yurd! Öz evlâdın için olsun, vefa yok mu?
Neden kalbin kararmış? Bin ocaktan bir ziya yok mu?
İlâhî, kimsesizlikten bunaldım, âşina yok mu?
Vatansız, hânümansız bir garîbim...Mülteca yok mu?
Bütün yokluk mu her yer? Bâri bir “yok” der sâda yok mu?”[10] [11]
Mehmet Âkif, Osmanlı topraklarının ve özellikle Balkanların birer birer elimizden çıkmasını içine sindiremez ve çaresizdir. Vatan için herkesin birşeyler yapması gerektiğini belirtir. Vatanın içinde bulunduğu durumu bir kabristana benzetir ve adeta ağıt yakar:
“Gitme ey yolcu, beraber oturup ağlaşalım:
Elemim bir yüreğin kârı değil, paylaşalım:
Ne yapıp ye’simi kahreyliyeyim, bilmem ki?
Öyle dehşetli muhitimde dönen mâtem ki!..
Ah! Karşımda vatan nâmına bir kabristan
Yatıyor şimdi...Nasıl yerlere geçmez insan?”1
Mehmet Âkif’in, vatan topraklarının kaybı karşısında hüznü, öfkesi, feryadı ve Allah’a yakarışı asla azalmaz. Bilakis artarak devam eder. Mehmet Âkif, vatan karşısında hissiyatı olmayan insancıkları acımasızca eleştirir. Şehitlere seslenerek, emanetiniz olan vatanın değerini bilmeyen insanların yüzlerine tükürülmesi gerektiğini vurgular:
“Ey, bu toprakta birer na’ş-ı perişan bırakıp,
Yükselen, mevkib-i ervâh! Sakın arza bakıp;
Sanmayın: Şevki-i şehâdetle coşan bir kan var...
Bizde leşten daha hissiz, daha kokmuş can var!
Bakmayın, hem tükürün çehre-i murdârımıza!
Tükürün: Belki biraz duygu gelir arımıza!”[12]
Mehmet Âkif muhtariyet, özerklik veya bağımsızlık isteyen tefrikacıları Arnavutların bağımsızlığı için isyan çıkaran Başkımcıların temsiliyetinde uyararak bu dağılmanın sonunun hüsran ve hepten yok oluş olacağını belirtmiştir. Zira malumdur ki Âkif’in kendisi de Arnavut kökenlidir. Fakat Mehmet Akif her zaman için birlik ve bütünlükten yanadır. Ayrılıkçılığın sonunda en fazla zararı müslümanların göreceğini belirterek bütün müslümanları uyanışa davet eder:
Hani, ey kavm-i esâret-zede, muhtariyet?
Korkarım, şimdi nasîbin mütemâdi haybet!
Hani, ey unsur-ı bî-rabıta, istiklâlin?
Ebediyyet, sanırım, söndü bütün âmâlin!
Hani “Başkım”cıların kurduğu yüksek hülya?
Seni yıllarca avutmuş da o mel’ûn rü’ya,
Uyumuştun.Yâ uyansaydın eder miydi tebah
Mülkü, birdenbire âfâka çöken kanlı sabah?
(.)
Üç sefil ordu çevirsin o metîn ordumuzu,
Bizi kovsun elimizden alarak yurdumzu.
Kimsesiz ailelerden kimi gitsin bıçağa;
Kimi bin türlü fecâ’atle çekilsin kucağa.
Birinin ırzı heder, diğerinin hûnu helâl.
(.)
İşte ey unsur-ı isyan, bu elîm izmihlâl
(.)
Artık ey millet-i merhûme, sabah oldu uyan?
Sana az geldi ezanlar, diye ötsün mü bu çan?
Ne Araplık, ne de Türklük kalacak, aç gözünü!
Dinle Peygamber-i Zîşân’ın İlâhî sözünü
(.)
Veriniz baş baş; zîrâ sonu hüsrânı mübin:
Ne hükûmet kalıyor ortada billâhi, ne din!
“Medeniyyet” size çoktan beridir diş biliyor;
Evvela parçalamak, sonra da yutmak diliyor,
Arnavutlar size ibret olacakken, hâlâ,
Ne bu şûride siyaset, bu fasid da’vâ?
Görmüyor gittiği yanlış yolu, zannım çoğunuz...
Size rehberlik eden haydutu artık kovunuz!
Bunu benden duyunuz, ben ki, evet, Arnavudum. Başka bir şey diyemem.İşte perîşan yurdum!...
28 Rebîülevvel 1331/21 Şubat 1328[13](6 Mart 1913)
Yukarıdaki dizelerde de geçtiği üzere aslen Arnavut kökenli olan Mehmet Âkif’in vatanına ve milletine bağlılığı noktasındaki mensubiyet duygusu gerçekten vurgulanması ve örnek alınması gereken bir husustur. Buradan bir millete ve vatana mensubiyet ve aidiyet duygusunun tam olarak oluşturulabilmesi için kan birliğinin olmasının şart olmadığını da anlamak mümkündür. Zira insan yığınlarını millet yapan doğuştan getirdiği özellikleri değil sonradan edindiği değerler manzumesidir. Bu değerler manzumesi dil ve din başta olmak üzere o milletin kültürünü oluşturan maddi ve manevi bütün unsurları kapsamaktadır. Yüksek karakterli Türk evladını da bu değerler manzumesiyle donatmak esastır. Mehmet Akif’in vatanına ve millete mensubiyet anlayışında doğuştan gelen özellikler değil bu değerler manzumesinden hasıl olan hissiyat esastır. Mehmet Akif’in bu fikirlerini ve hissiyatını Safahat’ın bütününde de görmek mümkündür. Nurettin Topçu’nun ifadesiyle bir milletin fertleri uzvi yaşlarıyla elli altmış yaşlarında olsalar bile, ruhi yaşlarıyla, irade ve hürriyetleriyle, örfleri ve inanışlarıyla kendi tarihlerinin yaşındadırlar.[14] Mehmet Akif bu duruma en güzel örnektir.
Mehmet Âkif yine “Hakkın Sesleri” kitabındaki başka bir şiirine de Â’raf suresinin 155. ayetinden bir bölüm alıntılayarak başlar. Alıntıladığı kısımda ironik bir yaklaşım söz konusudur. Bu alıntıda “İçimizdeki beyinsizlerin işledikleri yüzünden , bizi helak eder misin, Allah’ım... ”demektedir. Vatan toprağında Hilal’in yerini Hac’ın alma ihtimalini tasavvur eden Akif vatanı bu hallere düşüren üç beş beyinsizin yüzünden uğradığımız bozgundan yakınır ve Allah’tan yardım dilenir:
“Sönsün de, İlâhî, şu yanan meş’al-i vahdet,
Teslîs ile çöksün mü bütün âleme zulmet?
Üç yüz bu kadar milyonu canlandıran îman,
Olsun mu beş on sersemin ilhâdına kurban?”[15]
Fikir, sanat ve din adamlığının yanında aynı zamanda bir fiiliyat adamı olan Mehmet Âkif, vaazlarında, derslerinde ve çevresindekileri sürekli direnişe ve uyanmaya çağırır. Hakkın sesleri bölümündeki çok miktarda kullanılan emir kipindeki fiilller de şairin fiiliyatçılığının ve uyanışa davetinin kanıtı niteliğindedir. Ona göre bu kadar çaresiz bir durum İslam’ı da gölgelemektedir. Bu duruma düşmemizde düşmanın oyunları ve saldırıları kadar Âkif’in “hasm-ı hakiki” dediği cehaletimizin de payı büyüktür. Ona göre içinde bulunduğumuz birçok kötü ve zor durumun temelinde kendi cehaletimiz yatmaktadır:
“Yıllarca, asırlarca süren uykudan artık,
Silkin de: Muhitindeki zulmetleri yak yık!
Bir Baksana: Gökler uyanık, yer uyanıktır;
Dünyâ uyanıkken uyumak maskaralıktır!
Eyvâh! Bu zilletlere sensin yine illet...
Ey derd-i cehâlet, sana düşmekle bu millet,
Bir hâle getirdin ki: Ne din kaldı, ne nâmûs!
Ey sîne-i İslâm’a çöken kapkara kâbus,
Ey hasm-ı hakîki, seni öldürmeli evvel:
Sensin bize düşmanları üstün çıkaran el!”[16]
Hakkın Sesleri kitabındaki Âl-i İmrân suresinin “ Siz iyiliği emreder, kötülükten sakındırır, Allah’a inanır olduğunuzdan, insanların hayrı için meydana çıkarılmış en hayırlı milletsiniz...” mealindeki 110. ayetin ilk bölümünü epigraf yaptığı mazumesinde ise biz neydik ve ne olduk diyerek geçmiş zaman ile içinde bulunduğumuz ânı karşılaştırarak milleti uyanışa davet eder. Şiirde eski zamanlar şu şekilde tasvir edilir:
“Bir zamanlar biz de millet, hem nasıl milletmişiz:
Gelmişiz dünyaya milliyet nedir öğretmişiz!
Kapkaranlıkken bütün afakı insaniyetin, Nur olup fışkırmışız ta sinesinden zulmetin; Yarmışız edvar-ı fetretten kalan yeldaları;
Fikr-i ferda doğmadan yağdırmışız ferdaları!
Öyle ferdalar ki: Kaldırmış serapa alemi;
Dideler bir cavidani fecrin olmuş mahremi.
Yirmi beş yıl, yirmi beş bin yıl kadar feyyaz imiş!
Bak ne ani bir tekamül! Bak ki: Hala mündehiş
Yad-ı fevka’l-i’tiyadından onun tarihler;
Görmemiş benzer o müdhiş seyre, hem görmez beşer.
Bir taraftan dinimiz, ahlakımız, irfanımız;
Bir taraftan seyfe makrun adlimiz, ihsanımız;
Yükselip akvamı almış fevc fevc aguşuna;
Hepsi dalmış vahdetin aheng-i cuşacuşuna.
Emr-i bi’l-ma’ruf imiş ihvan-ı İslam’ın işi;
Nehy edermiş, bir fenalık görse, kardeş kardeşi.
Kimse haksızlıktan etmezmiş tegafül ihtiyar;
Ferde raci’ sadmeden efrad olurmuş lerzedar.
Şiirin devamında ise içinde bulunduğumuz dönemde ne olduğumuz ironik bir söylemle hayıflanılarak verilir. Akif’in bu mısralarında içten içe bir ‘isyan ahlakı’ sezilir:
Biz, neyiz? Seyreyle artık; bir de fikr et, neymişiz?
Din de kürkün aynı olmuş: Ters çevirmiş giymişiz!
Nehy-i ma’ruf emri münkerdir gezen meydanda bak!
En metin ahlakımız, yahud, görüp aldırmamak!
Yıktı bin mel’un kalem namusu, bizler uymadık;
“Susmak evladır” deyip sustuk... Sanırsın duymadık!
Kustu bin murdar ağız (din)’in bütün ahkâmına;
Ah, bir ses bari yükselseydi nefret namına!
Altı yüz bin can gider; milyonla iman eksilir;
Kimseler görmez! Gören sersem de Allah’tan bilir!
Sonra, şayet şahsının incinse, hatta, bir tüyü:
Yer yıkılmış zanneder seyr eyleyen gümbürtüyü!
Kırkın aylıktan biraz, yahud geciksin vermeyin;
Fodla çiy kalsın, “pilav bitmiş” deyin, göstermeyin;
Fes, külah, kalpak, sarık vermiş bakarsın el ele;
Mi’delerden fışkırır ta Arş’a aç bir velvele!
Ortalık altüst olurken ses çıkarmazdım, hani, Öyle bir dernekte seyret gel de artık sen beni!
Göster, Allah’ım, bu millet kurtulur, tek mu’cize:
Bir “utanmak hissi” ver gaib hazinenden bize![17]
“Pek Hazin Bir Mevlid Gecesi” şiirinde ise Vatan topraklarının kaybedilişini Muharrem ayında vuku bulan Kerbela’nın hüznüyle eşdeğer görür. Peygamberimizi de Allah’a yakarışta elçi olarak şiirine dahil eder. Şiiri tezatlarla devam eder. Yıllar geçer, aylar hep muharrem(Kerbela) hüznüyle dolar; Güneşli akşam gecesi aniden matem gecesine döner; şeriatın ‘hâk-i pâki’ çiğnenmiştir. Namusa yabancı dadanmıştır. Minarelerde ezan yerine çan çalınmaya başlaması sebebiyle binlerce minare ebkem olmuştur. Şair şiirini yine peygamberimize seslenerek İslam’ı böyle kimsesiz ve mazlum bırakmaması için çağrı/yalvarış ile bitirir:
“Yıllar geçiyor ki, yâ Muhammed,
Aylar bize hep Muharrem oldu!
(...)
Beyninde öten çanın sesinden
Binlerce minâre ebkem oldu.
Allah için, ey Nebiyy-i mâsûm,
İslâm’ı bırakma böyle bîkes,
İslâm’ı bırakma böyle mazlûm.”[18]
Başta İslam dini olmak üzere, vatanına ve milletine derin bir sevgi besleyen Mehmet Akif’in şiirleri gerçekten yaşayan bir tarih tablosu olarak karşımıza çıkmaktadır. “Çanakkale Şehitlerine” şiiri de bu duygunun doruk noktada verildiği, şehitlere adeta kelimelerle türbe yapılan bir ahenkle ve değerle karşımıza çıkmaktadır:
“Vurulup tertemiz alnından, uzanmış yatıyor,
Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor!
(...)
‘Bu, taşındır’ diyerek Kâ’be’yi diksem başına;
Ruhumun vahyini duysam da geçirsem taşına;
Sonra gök kubbeyi alsam da, ridâ namıyle, Kanayan lâhdine çeksem bütün ecrâmıyle; (.)
Tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana...
Yine bir şey yapabildim diyemem hâtırana.
(.)
Ey şehid oğlu şehid, isteme benden makber,
Sana âğûşunu açmış duruyor peygamber.”[19]
Mehmet Âkif, “Bülbül” şiirinde de Bursa’nın Yunan işgali altında bulunmasından duyduğu hüznü en deruni şekilde dile getirmektedir. Âkif’in “Bülbül” şiiri de bütünüyle şanlı bir geçmişe sahip olan Osmanlı evladının düştüğü acınacak hallere karşı bir serzeniştir. Mehmet Âkif için atalar topraklarının çiğnenmesi, düşmanın mahremimize müdahalesi bir matem gerekçesidir. Bu yüzden herkesin dışında matemin bizim hakkımız olduğunu vurgulamaktadır. Âkif, bu şiirinde aydınlığa hasret kaldığımızı, tüm günlerimizin acı ile geçtiğini, kendi yurdumuzda yersiz yurtsuz bir serseri durumuna düştüğümüzü, atalar toprağını Batılıların ayakları altına almalarına seyirci kaldığımızı, Selahaddin-i Eyyubî ve Fatihlerin yurdunu ne kadar acınacak hallere düşürdüğümüzü, Allah’ın adının göklerden silinerek-ezan susturularak- Osman’ın beyninde çanın çalmaya başladığını, o görkemli geçmişin bir hayal haline getirildiğini, Yıldırım Han’ın ibadethanesinden sadece bir çökük kubbe kaldığını, Orhan Bey’in kabrininin çirkince çiğnendiğini, Müslümanların koruyucusu olan-halifeliğin temsilcisi- Osmanlıların düştüğü kötü durum sonucu milyonlarca Müslümanın zor duruma düştüğünü belirterek Müslümanların mahrem yerlerinde düşmanın dolaşmasını sindiremez ve derinden bir yas tutar.[20] Çevre ile bozgun psikolojisinin insan üzerinde yaratmış olduğu infial(kırılganlık) arasında paralellik kurarak şiirini başlatır. Tabiat da sanki yastadır. Tek bir yaprak olsun kımıldamamaktadır. İnsanları yeisten kurtaracak ve ümit aşılayabilecek zerre kadar ışık yoktur. Bozgun psikolojisi vatanı o kadar sarmıştır ki hayat felsefesinde ümitsizliğe kendi deyimiyle ye’se yer olmayan Mehmet Âkif bile öyle bir ruh halinin kıyılarında gezinmektedir. O görkemli geçmişin hatıralarına dalar ve hicran acısını kalbinin derinliklerinde hisseder. Bülbül Âkif’in düşüncesinde mutlak hürriyetin sembolüdür. Şair susması ve matem tutması gerekenin bülbül değil bilakis vatan topraklarından ayrılık acısıyla kendisinin olduğunu belirtmektedir. Bu bağlamda Ahenk, kurgu ve hissiyat açısından Çanakkale şehitleri, İstiklal Marşı ve Bülbül şiir sanatı açısından en tepe noktadır:
“(.)
Tesellîden nasîbim yok, hazân ağlar bahârımda;
Bugün bir hânmansız serseriyim öz diyârımda!
Ne husrandır ki: Şark’ın ben vefâsız, kansız evlâdı,
Serâpâ Garba çiğnettim de çıktım hâk-i ecdâdı!
Hayâlimden geçerken şimdi, fikrim herc ü merc oldu,
Salâhaddîn-i Eyyûbî’lerin, Fatih’lerin yurdu.
Ne zillettir ki: nâkûs inlesin beyninde Osman’ın;
Ezan sussun, fezâlardan silinsin yâdı Mevlâ’nın!
Ne hicrandır ki: en şevketli bir mâzi serâp olsun;
O kudretler, o satvetler harâb olsun, türâb olsun!
Çökük bir kubbe kalsın ma’bedinden Yıldırım Hân’ın;
Şenâatlerle çiğnensin muazzam Kabri Orhan’ın!
Ne haybettir ki: vahdet-gâhı dînin devrilip, taş taş,
Sürünsün şimdi milyonlarca me’vâsız kalan dindaş!
Yıkılmış hânümânlar yerde işkenceyle kıvransın;
Serilmiş gövdeler, binlerce, yüz binlerce doğransın!
Dolaşsın, sonra, İslâm’ın harem-gâhında nâ-mahrem...
Benim hakkım, sus ey bülbül, senin hakkın değil mâtem!
Mehmet Âkif’in aidiyet duygusunu doruk noktada hissettiren aynı zamanda Türk milletinin milli mutabakat metni olan İstiklal Marşı’na da burada değinmek gerekmektedir. İstiklal Marşı hakkında en güzel yorumlardan biri devletimizin kurucu lideri Atatürk’e aittir. Atatürk, milli mücadelemizin taçlanışının, milli birlik, bütünlük ve bağımsızlığımızın sembolü olan İstiklal Marşı için şunları söylüyor:
“Bu marş bizim inkılabımızı anlatır; inkılabımızın ruhunu anlatır. Bunu ne unutmak ne de unutturmak lazımdır. Benim en beğendiğim yeri de burasıdır: “Hakkıdır hür yaşamış bayrağımın hürriyet; Hakkıdır, Hakk’a tapan milletimin istiklal, “Benim bu milletten asla unutmamasını istediğim mısralar işte bu mısralardır. Hürriyet ve istiklal aşkı bu milletin ruhudur. Asırlar boyunca söylenmeli, yâr ve ağyar anlamalıdır ki Mete Han’dan beri Türk’ün en mahrem hisleri bile tehlikeye düşebilir: fakat hürriyeti asla. Bu pasajı her gün tekrar etmek bunun için önemlidir. Bu demektir ki efendiler Türk’ün hürriyetine asla dokunulamaz. ‘’[21]
Mehmet Âkif’in aidiyet duygusunu daha da somutlaştırmak açısından onun Milli Mücadele Dönemi’ndeki hissiyatı önemlidir. Bu dönemdeki hislerini Mehmet Âkif kısaca şöyle özetliyor:
“Ankara... Ya Rabbi, ne heyecanlı, helecanlı günler geçirmiştik... Hele Bursa’nın düştüğü gün...
Ya Sakarya günleri... Fakat bir gün bile ümidimizi kaybetmedik, asla yese düşmedik. Zaten başka türlü çalışılabilir miydik? Ne topumuz vardı ne tüfeğimiz... Fakat imanımız büyüktü:
Doğacaktır, sana vaadettiği günler Hakk’ın!...
Kim bilir belki yarın, belki yarından da yakın...
Bu, ümitle, imanla yazılır. O zamanı düşünün... İmanım olmasaydı yazabilir miydim? Zaten ben, başka türlü düşünüp, başka türlü yazanlardan değilim. Bu elimden gelmez. İçimde ne varsa, bütün duygularım yazılarımdadır...
O günler ne samimi, ne heyecanlı günlerdi. O şiir, milletin o günkü heyecanının bir ifadesidir. Bin- bir fecayi karşısında bunalan ruhların ıstıraplar içinde halâs dakikalarını beklediği bir zamanda yazılan o marş, o günlerin kıymetli bir hatırasıdır. O şiir bir daha yazılmaz.. Onu kimse yazamaz.. Onu ben de yazamam.. Onu yazmak için o günleri yaşamak lazım. O şiir artık benim değildir. O, milletin malıdır. Benim millete karşı en kıymetli hediyem budur.”
Allah bir daha bu millete bir İstiklal Marşı Yazdırmasın!..[22]
Mehmet Âkif, Türklük bilinci ve Allah’a tam teslimiyet şeklinde vuku bulan imanı hakkında şüphe uyandırmaya ve kamuoyunu yanıltmaya çalışanlara karşı en güzel cevabı aidiyet duygusunun kesin çizgilerini net bir şekilde gördüğümüz “Ordunun Duası” şiiriyle bizzat kendisi vermektedir. Şirinin bütünü bu duygu değerleriyle örülü olmasına rağmen biz burada sadece çarpıcı bir bölümüne yer veriyoruz:
"Türk eriyiz, silsilemiz kahraman...
Müslümanız, Hakk’a tapan Müslüman
Putları Allah tanıyanlar, aman,
Mescidimiz boynuna çan asmasın”
Özellikle “İstiklal Marşı”nda geçen “Ebediyyen sana yok, ırkıma yok izmihlal”[23] dizesi de Akif’in ırk kavramından ne anladığı, mensubiyet duygusunun ne kadar kuvvetli olduğu noktasında bize çok ciddi ipuçları vermektedir. Bütün bunlardan da anlıyoruz ki Mehmet Âkif’in Türklük ten anladığı şey içselleştirilmiş ve müşterek olarak benimsenmiş kültürün bütün değerleriyle birlikte vatan sinmiş şeklidir. Onun Türklük anlayışının biyolojik anlamda kan bağıyla ilgisi yoktur. Ona göre bir milleti millet yapan ortak hissiyatlardır. Bu bağlamda Mehmet Akif iyi bir milliyetçidir diyebiliriz; çünkü milliyetçiliğin temelinde vatan sevgisi ve tarih şuuru yatmaktadır. Bu iki kavramı bir potada eriterek dini ve milli iradeyi Âkif’ten daha iyi kimse temsil edememiştir. Bu hususta Nurettin Topçu’nun şu muazzam tespiti çok önemlidir:
“(Âkif’ten Önce) Milliyetçi, ırkçı yani kemikçi idi. Dinci ise, hurafeci ve vatansız varlıktı. Ruhlarımızı, aynı zamanda bir hezeyan teşkil eden bu safsatadan kurtaran Mehmet Akif’tir. Türk’ün Müslümanlıktan, milliyetçiliğimizin İslam’dan ayrılamayacağını bize öğreten o oldu.”[24]
Bu bağlamda, Mehmet Âkif gerek örnek yaşantısıyla gerekse eserleriyle milli kimliğimizin inşası açısından büyük hizmetlerde bulunmuştur.
Arnavut kökenli millet mistiği olan bir fikir, sanat ve fiiliyat adamının inandığı kutsal değerler uğruna en üst düzeyde hissettiği aidiyet duygusu ve kalbinin derinliklerine işlemiş olan vatan ve millet sevgisini örneklerle somutlaştırmaya çalıştık. Buradan hareketle esas olanın aynı kanı taşımak olmadığını, ortak hissiyatı, müşterek kültürel değerleri paylaşarak büyük bir milli ruh ile bilinç oluşturmak ve Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşamayı, bu ülkeyi bütün renkleriyle sahiplenmeyi zevk haline getirmek olduğunu vurgulamak isteriz. Herkes farklılıkları zenginlik kabul edip milli, manevi değerler ve Türkiye Cumhuriyeti’nin milli menfaatleri noktasında birleştiği sürece aidiyet duygusu en üst düzeyde gerçekleşecektir. Bu hususta Mehmet Âkif’in fikirleri ve hayatı bize en somut ve en güzel örnektir. Tefrikanın zararları hususunda, Meşrutiyet Dönemi’nde özellikle İttihat ve Terakki Partisi iktidardayken yaşanan acı tecrübeler günümüze ışık tutmalıdır. Zira tarihten ders alınmalı, hatalar tekrar edilmemelidir. Toprak ve millet, farklılıkları ve zenginlikleriyle sahiplenilince vatan olur. Bu sayede bizden sonrakilere, Yahya Kemal’in ifadesiyle toprağa anlam katan “şimşek gibi bir hatıra” kalır. İşte Mehmet Akif de sanatı ve fikirleriyle toprağı vatan haline getiren bu hatıranın en güzel örneklerini vererek varoluşumuza değer ve anlam katan ender şahsiyetlerden birisidir.
Eserleriyle Türk-İslâm ruhunun heykelini diken bu münevver fikir, sanat, maneviyat, mefkure ve fiiliyat adamı, İstiklal Marşı’mızın şairi olan fazilet mücahidini tanımak, tanıtmak ve anlamaya çalışmak bu toprağı vatan bilen herkesin en asli görevlerindendir. Mehmet Âkif gibi abidevi ve mefkurevi şahsiyetlere ve fikirlerine milli kimliğin inşası ve bekası için mazide olduğu gibi halde ve gelecekte de her zaman ihtiyacımız olacaktır.
Kaynaklar
Ahmad, Feroz, İttihad ve Terakki(1908-1914), Kaynak yayınları, İstanbul 1984.
Ahmet Rıza Bey, Batının Politik Ahlaksızlığı, Boğaziçi yayınları, İstanbul 2004.
Akşin, Sina, Jön Türkler ve İttihat ve Terakki, İmge Kitabevi, 5. Baskı, Ankara 2009.
Babanzâde Ahmet Naim, İslam’da Kavmiyetçilik Yoktur, Bedir Yayınları, İstanbul 1991.
Bilimin ve Aklın Aydınlığında Eğitim, “Mehmet Akif Ersoy(Özel Sayı)”, S.73, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, Ankara 2006.
Bülbülün Şarkısı, Bursa Osmangazi Belediyesi Yayınları(Editörler: Mustafa Kara, Bilal Kemikli), Bursa 2011.
Büyük Doğu, Yıl II, C. III, S. 65, 30 Mayıs 1947, s. 2.
Çetin Nurullah, Emperyalizme Direnen Türk Mehmet Akif Ersoy, Akçağ Yayınları, Ankara 2012.
Çetin, Mehmet, İstiklâl Marşı ve Mehmet Akif Ersoy, Kültür ve Turizm Bakanlığı Güzel Sanatlar
Genel Müdürlüğü Yayınları, Ankara 2003.
Çetin, Nurullah, İstiklal Marşımızı Anlamak, Öncü Kitap, Ankara 2011.
Çetin, Nurullah, Yalçın Küçük’e Cevap Mehmet Akif’i Doğru Anlamak, Ankara 2011.
Düzdağ, Ertuğrul, Mehmed Akif Ersoy, Kaynak Kitaplığı, İstanbul.
Elmalılı Hamdi Yazır, Kur’ân-ı Kerîm ve Yüce Meâli, Huzur yayınevi, İstanbul 1996.
Erişirgil, M. Emin, İslamcı Bir Şairin Romanı, İş Bankası Yayınları, Ankara 1986.
Kara, İsmail; İbanoğlu, Fulya, Sessiz Yaşadım, Matbuatta Mehmet Akif(1936-1940), Zeytinburnu Belediyesi Yayınları, İstanbul 2011.
Kuntay, Mithat Cemal, Ölümünün 50. Yılında Mehmet Akif Ersoy, Türkiye İş Bankası Yayınları, Ankara 1986. Mardin, Şerif Jön Türklerin Siyasi Fikirleri(1895-1908), İletişim Yayınları, İstanbul 2008.
Mehmed Akif, “Zulmetten Nura-Tenkîd ve Takrîz”, Sebilü’rreşad, 9 Mayıs 1329, 16 Cemaziyelahir 1331, C. :
10, adet: 245, s. 187-188.)
Mehmet Akif(Ersoy), Safahat ( hazırlayan A. Vahap Akbaş), Beyan Yayınları, İstanbul 2007.
Mehmet Akif, Türkiye’de Modernleşme ve Gençlik, Türkiye Yazarlar Birliği Yayınları, Ankara 2007.
Ölümünün 50. Yılında Mehmet Akif Ersoy’u Anma Kitabı, Ankara Üniversitesi Rektörlüğü Yayınları, No: 99,
Ankara 1986.
Said Halim Paşa, Bütün Eserleri ( İslamlaşmak), Anka Yayınları, İstanbul 2003.
Süleyman Nazif, Mehmet Akif, M. Ertuğrul Düzdağ Kitaplığı, İz Yayıncılık, İstanbul 1991.
Şişman, Adnan, Tanzimat Döneminde Fransa’ya Gönderilen Osmanlı Öğrencileri(1839-1876), Türk
Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 2004.
Topçu, Nurettin, Mehmet Akif, Hareket Yayınları, İstanbul 1970.
Türköne, Mümtaz, Cemaleddin Afgani, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara 1994.
Yetiş, Kazım, Mehmet Akif’in Sanat-Edebiyat ve Fikir Dünyasından Çizgiler, Atatürk Kültür Merkezi Yayını, S.65, Ankara 1992.
Mehmed Âkif, Âsım ve Gençlik, 2015
Kitabın tamamı: https://kitap.tyb.org.tr/kitap/asim.pdf
- Geri
- Ana Sayfa
- Normal Görünüm
- © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.