02 Kasım 2025
  • İstanbul18°C
  • Ankara20°C
  • İzmir23°C
  • Konya19°C
  • Sakarya21°C
  • Şanlıurfa27°C
  • Trabzon17°C
  • Gaziantep25°C

ERBAY KÜCET'TEN: BALKANLAR’A KEYİFLİ YOLCULUK

Balkan coğrafyası nasıldır, geçmişte beş yüz yıl boyunca birlikte yaşadığımız kardeşlerimiz bugünlerde ne yapıyor, nasıl yaşıyor sorularının cevabını yerinde görmek amacıyla Türk Parlamenterler Birliği üyelerinden oluşan bir grupla, 23-29 Mayıs 2014 tarih

Erbay Kücet'ten: Balkanlar’a keyifli yolculuk

Geceyarısı İstanbul’dan geçip de Tekirdağ’a ulaştığımızda Boğaziçi Köprüsü’nün muhteşem ışıkları hâlâ hafızalarımızdaydı.

 

24 Mayıs

İpsala Sınır Kapısı’na vardığımızda güneş yüzünü göstermeye başlamıştı. Sınır kabul edilen Meriç nehrinin köprü korkuluklarının Türkiye tarafının kırmızı-beyaza, Yunanistan tarafının ise mavi-beyaza boyalı olduğu dikkatimizi çekti. Yunanistan’a giriş kapısı Kipi’den geçtiğimizde Yunancayı çözmüş “Kalimera” diyerek Evros bölgesine doğru ilerlemeye başlamıştık. Takvimlerimiz 24 Mayıs 2014 Cumartesi gününü gösteriyordu.

Dedeağaç, Gümülcine üzerinden İskeçe’ye doğru ilerlerken yol üzerindeki bir dinlenme tesisinde Türk usulü sabah kahvaltımızı yaptık.Beğen Yükleniyor... Yolculuğumuz Volvi ve Koronia göllerinin muhteşem manzaraları eşliğinde sürdü.

Otobüste, TRT’den aldığım “Selanik Belgeseli”ni izleyerek Selanik’e ulaştık. Şehir turunda Beyaz Kule, 12 Havariler Kilisesi, Agios Dimitri Kilisesi, Atatürk’ün doğduğu ev, Aristoteles Üniversitesi ve kampüsü, Hamza Bey Camii ile Langada ve Nikis caddelerini gezdik. Osmanlı mimarisinin hakim olduğu evlerle sokakları geçtikten sonra Selanik’i kuşbakışı seyretmek ve fotoğraf çekmek üzere mola verdik. Alaca İmaret ve Camii’nin son hal-i melalini de gördükten sonra otelimize yerleştik.

 

25 Mayıs

25 Mayıs 2014 Pazar günü, sabah kahvaltısı sonrası kuzeyde Sırbistan ve Kosova, batıda Arnavutluk, güneyde Yunanistan, doğuda Bulgaristan ile komşu olan Makedonya’ya hareket ettik. Evzone Sınır Kapısı’ndan Yahya Kemal’in on iki yaşında terk ettiği Üsküp’e doğru ilerlerken şairin “Yürü! Hür maviliğin bittiği son hadde kadar! / İnsan âlemde hayal ettiği müddetçe yaşar” mısraları aklımıza geldi. Makedonya’nın başkenti Üsküp’ü Türkiye Yazarlar Birliği’nin bir etkinliğiyle ilk kez ziyaret ettiğimde mevsim şartları gereği sis fazlaydı ve şehir yüzünü göstermemişti. Bu nedenle Üsküp’te kalacağım iki gün benim için önemliydi.

Siyasi, kültürel, ekonomik ve akademik merkez olarak canlılığını sürdüren şehri, Vardar nehri ikiye ayırıyor. Üsküp’te Kale, Türk Çarşısı, Kurşunlu, Sulu ve Kapan hanları, Çifte ve Davut Paşa hamamları, Mustafa Paşa, Yahya Paşa, Sultan Murat ve İsa Bey camileri, Vodna Tepesi, Rahibe Teresa Heykeli ile eski tren istasyonunu gezdikten sonra yorgunluğumuzu atmak ve soluklanmak için alışveriş merkezini üs olarak belirledik.

Bir yakasında Müslümanların, diğer tarafta Hıristiyanların yaşadığı, aynı zamanda tarihî bir Osmanlı yerleşimi olma özelliği taşıyan Üsküp’e Makedonlar “Skopje” diyorlar. Makedonya’nın en büyük yerleşim yeri Üsküp’te mimari, geleneksel ve modern olmak üzere iki şekilde kendini gösteriyor, aynı zamanda Sovyetler Birliği’ne bağlı olduğu dönemin izlerini de taşıyor.

Şehrin simgesi olan Taş Köprü’nün 15. yüzyılda Sultan I. Murad döneminde yapıldığını ve birkaç yıl önceye kadar yıkıntı durumda olan Üsküp Kalesi’nin restorasyonla eski haline kavuşturulduğunu rehberimizden öğreniyoruz.

Kale’den doyumsuz bir Üsküp manzarası seyretmenin tadını çıkarırken Hıristiyanların kentin her noktasından görülebilecek şekilde devasa bir haçı “milenyum” adıyla tepeye diktiklerini, şehre oldukça büyük heykeller koyarak modern ve gelişmiş bir Avrupa kenti havası yakalamaya çalıştıklarını fark ettik. Ancak bu yapılar şehrin tarihî dokusunu bozuyordu. Yahya Kemal’in “Fatih devrinin evliya mezarlığı” olarak tanımladığı Üsküp’te, Müslümanların yaşam alanlarının kısıtlandığı bir ortamın bilinçli bir şekilde oluşturulduğuna da şahitlik ettik.

Akşam yemeği için gittiğimiz restoranda düğüne denk geldik. Düğünün çalgı-çengili olması bize Türkiye’deki düğünleri hatırlattı. O günün Miraç Kandili olması nedeniyle burada fazla oyalanmadan bir grup arkadaş ile camiye gitmeye karar verdik. Hazırlıklarımızı yapmak için otele döndüğümüzde önceleri yavaş yavaş çiseleyen yağmur bir anda doluya dönüştü. Yağışın dinmemesi nedeniyle programımızı iptal ettik ve odalarımıza çekildik. Gün içinde aldığım notları ve çektiğim fotoğrafları bilgisayarıma aktarıyordum ki bir deprem meydana geldi. Sonradan şiddetinin 4,3 olduğunu öğrendiğim ve saat 23:00 sularında meydana gelen deprem sırasında dudaklarımda yalnızca “Allahuekber” ve “Bismillahirrahmanirrahim” vardı.

 

26 Mayıs

26 Mayıs 2014 Pazartesi sabahı oteldeki kahvaltı konumuz akşam yağan yağmur ve ardından yaşanan depremdi. Kahvaltı sonrası Arnavut ve Türk nüfusun yaşadığı, her şehir ve kasabası Türk eserleriyle bezeli, 1839 Kosova Savaşı’nın ardından beş asır Türk idaresinde kalan Kosova’ya hareket ettik. Kosova’daki görüntüler çocukluğumda kalemle çizip kuru boyalarla süslediğim dağlı, bulutlu, çatısı dik kırmızı boyalı evleri hatırlatarak beni geçmişe doğru bir yolculuğa çıkardı.

Kosova’nın idari, kültürel, ticari, ekonomik yönlerden merkez şehri olan Priştine’nin özellikle Kosova’nın bağımsızlığından sonra (17 Şubat 2008) ulusal ve uluslararası yolları genişletilmeye başlamış, tarihî süreçte Osmanlı eserlerinden bazıları zarar gördüğü için restorasyona alınmıştı. Slav ve Batı tarzı bir yaşamın egemen kılınmaya çalışıldığı şehrin Osmanlı kimliğinden kısmen uzaklaşır gibi olduğu fark ettik.

1999 yılında meydana gelen savaştan sonra Birleşmiş Milletler’in kontrol merkezi olan Priştine, bizim için önemlidir. Oraya indiğimde atalarımızın yaşadığı topraklara ayak basmış olmanın verdiği mutluluğu yaşadım. İlk durağımız kentin yakınındaki Murat Hüdavendigâr Türbesi oldu. Sultan I. Murad, 1839 Kosova Savaşı’nı kazandıktan sonra, savaş alanını gezerken bir şey söylemek ister gibi yanına yaklaşan Miloş isimli bir Sırp tarafından hançerlenmiş. Şehit edildiği yere de türbesi inşa edilmiş. Priştine’ye 10 kilometre uzaklıkta olan türbenin Yıldırım Bayezid döneminde yapıldığı tahmin ediliyor.

Murad Hüdavendigâr’ın makamına Fatihalar armağan ettikten sonra öğle namazını kılmak için Sinan Paşa’nın Bosna valiliği yaptığı sırada inşa ettirdiği Prizren’in en gösterişli camisine gittik. Birçok duvar süslemesi, manzara tasviri ve natürmortun yer aldığı camiye iki mealli Kuran-ı Kerim bırakmanın mutluluğunu yaşatanlara dua etmeyi unutmadım.

Öğrendiğimize göre caminin inşası sırasında duvar taşlarının yakındaki bir kiliseden alındığı iddia edilmiş, bunun üzerine arkeolojik çalışma başlatılmış. Halkın tepkisi nedeniyle de çalışmaya son verilmiş. Üzülerek ifade etmek gerekirse son yıllarda Balkan ülkelerinin birçoğunda aynı gerekçelerle tarihî eserlerin yıkıldığı bir gerçektir.

Prizren’de Arnavutlar, Türkler ve Boşnaklar beraberce yaşıyor. Ancak Türklerin sosyal yapıda daha baskın, etkili ve aktif olduğunu söyleyebiliriz. Burası, İstiklal Marşımızın şairi Mehmet Akif’in memleketi olduğu için ayrıca değerli.

Prizren’den Üsküp’e dönerken Osmanlı mezarlığı, Gazi Mehmet Paşa Hamamı ve Ruhban Okulu’nu gezdik. Tabiat harikası manzaralar eşliğinde Yahya Kemal’in “Üsküp ki Şar Dağı’nda devamıydı Bursa’nın” mısrasını hatırladım.

 

27 Mayıs

Takvimlerimiz 27 Mayıs 2014’ü gösterirken kahvaltı sonrası Ohri’ye hareket ettik. Yol üzerinde Alaca Camii ve Köpüklü Irmağı gördük. Gostivar panoramik gezisi ardından Straca’da eşsiz manzara eşliğinde bir dağ molası verdik. Orada bizim de mutfağımızda yer alan “pişi” yedik.

Ohri’ye giderken, programda yer almayan ama önemli bir kültür merkezi olan Struga’ya uğrama talebime itiraz gelmedi. Struga’da her yıl uluslararası şiir şöleni yapılır ve şairler kendi lisanları ile sanatlarını icra ederler. Bizden de her yıl bir şair bu şölene gönderilir. Yanılmıyorsam 1976 yılında Fazıl Hüsnü Dağlarca’ya burada ödül verilmişti. Bildiğim diğer isim de aynı zamanda Şanlıurfa milletvekili olarak parlamentoda yer almış Mehmet Atilla Maraş’tır.

Burada verdiğimiz 15 dakikalık molada, Dirin nehri üzerindeki köprüde şairlerimiz gibi şiir okuyamasak da gezimiz boyunca şiir gibi yaşadığımızı hatırdan çıkarmadık.

Makedonya’nın güneybatısında yer alan Ohri Gölü’nün kuzeyindeki Struga, ülkenin en turistik bölgesinde bulunuyor. Balkanlar’ın birçok ülkesinden gelen turistlerin, tatillerini geçirmek için Ohri bölgesini tercih etmelerinin nedenini oraları görünce anladık. Ohri’de Osmanlı döneminden kalma camiler ve Halveti Tekkesi’nin bulunduğunu, kilise sayısının kırk olduğunu rehberimizden öğrendik. Ohri’deki evlerin Safranbolu evlerine benzediği ise dikkatimizden kaçmadı.

Ohri incisi satan mağazalarda bayan yol arkadaşlarımızın cüzdanlarını hafifletmelerine şahit olduktan sonra buluşma noktamıza geldik. İkindi ezanının okunmasıyla Tokat Milletvekili Ahmet Özdemir’le Halveti Tekkesi’nde namaz kıldık. Namazın ardından yapılan zikre iştirak ederek dualara gönülden aminlerimizi yolladık.

 

28 Mayıs

28 Mayıs Çarşamba sabahı, beş gündür otobüsle seyahat eden biz değilmişiz gibi dinç kalktık. Manastır’a giderken Resne Kasabası’nda Resneli Niyazi Bey’in yaptırdığı saray ve karşısındaki evin bahçesinde resim çektirdik. Manastır’da ilk durağımız Atatürk’ün öğrencilik yaptığı Manastır Askerî İdadisi ve Anı Odası oldu. Milletvekillerimizin birçoğu buradaki anı defterini en güzel kelimelerle süslediler. Haydar Kadı ve İsakiye camileri, Saat Kulesi, Bedesten, Şirok Sokağı, “Elveda Rumeli” televizyon dizisinin çekimlerinin yapıldığı film platoları ve Havuzlu Çeşme’yi gezdik. Öğle yemeği sonrası Kavala’ya hareket ettik.

Makedonya’dan Yunanistan’a geçtikten sonra Florina Edessa, Giannitsa ve Pella antik kenti üzerinden akşamüzeri Kavala’ya vasıl olduk. Su kemerleri, liman, kale, deniz feneri, Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın imarethanesi, evi ve heykelini gezerken Kavalalı Mehmet Ali Paşa İsyanı ve Mısır sorunu olarak tarihimize geçen önemli olayları hatırladık.

 

29 Mayıs

29 Mayıs Perşembe yolculuğumuzun son günü. Sabah kahvaltısı sonrası yolumuz üzerinde sırasıyla İskeçe’de Saat Kulesi, Hürriyet Camii, Demokrasi Meydanı; Gümülcine’de Eski ve Yeni Cami, Saat Kulesi, Türk Çarşısı ile Dedeağaç’ı gezdik.

Doğup büyüdükleri ve yaşadıkları toprakları zorunlu bir karar ile terk eden atalarımın Anadolu’ya göçe zorlandıkları 1924 tarihinin üzerinden 90 yıl geçti. Rehberimiz babamın doğduğu toprakları dönüş yolunda göstereceğini söylemişti. Atalarımın doğum yeri olan topraklardan geçerken yaşadığım heyecanı kelimelerle ifade etmem imkansız. Selanik’in enerji ihtiyacının karşılandığı termik santrallerin yoğunlukta olduğu Kozana-Kayalar-Haydarlı bölgesinden geçerken Fatihalar armağan ettik eşimle beraber.

Kendimizi evimizde, sokağımızda, mahallemizde gibi hissettik Gümülcine’de. Merkezî bir yerde olmasından ötürü Gümülcine’ye gelenler için uğrak yeri olan Çukur Kahve’nin ahşap sandalyesinde teşehhüt miktarı oturduk. Dost diyarında özlendiğimizi düşünerek ısmarladığımız sade kahvenin damağımızda bıraktığı rayihayının tükenmemesi ve Türkiye’deki dostlarımıza bu hazzı yaşatmak için sokağın birkaç adım ötesinde satılan dibek kahvelerini “kırk yıl hatrı sayılması temennileriyle” satın aldık.

Otobüsümüzün park ettiği yere giderken ecdat yadigarı, İznik çinileriyle süslü kubbeli Yeni Cami’nin bahçesinde oturan kardeşlerimizle yaptığımız sohbet, kilitli olan caminin anahtarının bulunup bizlere bilgi verilmek için açılması sıcak dostluklar olarak aklımızın en güzel köşesinde yer etti.

Ultra Turizm’le yaptığımız yolculuğun sonuna gelmiştik. Yunanistan üzerinden Türkiye’ye giriş yaptık. Tekirdağ’da öğle yemeği ve ihtiyaç molası sonrasında ver elini İstanbul.

 

Yorumlar
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.