- Hakkımızda
- TYB Ödülleri
- Genç Yazarlar Kurultayı
- Kitaplık
- Ahlâk Şûrası
- Yazar Okulu
- Mehmet Âkif Ersoy
- Türkçe Şûrası
- Milletlerarası Şehir Tarihi Yazarları Kongresi
- Yayınlar
- Söyleşi
- Şube Haberleri
- Salgın Edebiyatı
- Haberler
- Şiir Şölenleri
- Mesnevi Okumaları
- Kültür & Sanat Haberleri
- Kültür Kervanı
- Kırklar Meclisi
- Duyurular
- Biyografiler
27 Ekim 2025- İstanbul14°C▼
- Ankara21°C
- İzmir22°C
- Konya18°C
- Sakarya15°C
- Şanlıurfa20°C
- Trabzon22°C
- Gaziantep16°C
ERBAY KÜCET'TEN: ZİL, ŞAL VE GÜL
“Şam ’da giydikleri libası Atlas okyanusunda yıkayanların mekanı, sekiz asır süren bir medeniyet ve içinde herkesin kendisine yer bulduğu toprakların adıydı.

“Şam ’da giydikleri libası Atlas okyanusunda yıkayanların mekanı, sekiz asır süren bir medeniyet ve içinde herkesin kendisine yer bulduğu toprakların adıydı. Müslüman yönetimin açtığı şemsiyenin altında Hıristiyan’ın, Yahudi’nin, Berberi’nin, Çingene’nin, Kastilyalının, Vizigot’un gölgelendiği yerdi Endülüs. Her ırk ve her dilin serpildiği toprakların berekete çevrildiği, ilim aşkıyla dünyanın her köşesinden yola çıkanların ulaşmaya çalıştığı en önemli durakta üniversitenin, reformun, Rönesans’ın, astronominin, matematiğin, felsefenin, tarihin yeniden mayalandığı hamurun adıdır Endülüs. Hoşgörünün, birlikte yaşamanın ve en iyisini üretmenin mümkün olduğunu ispatlamış yarımadada medeniyetler çatışması tezleriyle toplumları birbirine düşman etmeye çalışanlara yıllar öncesinden verilmiş bir cevaptır Endülüs.”
Ortaöğretim yıllarında tarih dersinde adını duydum Endülüs’ün. Edebiyatımızın mümtaz şairi Yahya Kemal’in “Endülüs’te Raks” şiiri ve Münir Nurettin Selçuk’un Kürdili Hicazkâr makamı, Yürük Semai usulüyle bestelediği “Zil, Şal ve Gül” şarkısı Endülüs adını hafızama kazımış olacak ki burayı dünya gözüyle görmeyi arzu ettim. Benimle aynı istekte olan Türk Parlamenterler Birliği’nin “kültür gönüllüleri”yle 13-17 Kasım 2014 tarihleri arasında İslam medeniyetinin tohumlarının atıldığı bölgeye seyahat gerçekleştirdik.
13 Kasım 2014 Perşembe
Yolculuğumuzun başlamasına az bir süre kala cep telefonlarımıza, Kahramanmaraş Milletvekili ve TPB Genel Başkanı Nevzat Pakdil’den “Sayın Üyemiz, Peygamberimizin ‘Seyahat ediniz, sıhhat bulunuz’ hadisini ‘Tebdil-i mekanda ferahlık vardır’ sözüyle anlamlandıran bir geleneğin temsilcileri olarak yapacağınız Endülüs seyahatini sağlık ve mutluluk içinde tamamlamanızı dilerim” mesajı gelmişti.
Uzun süren uçak yolculuğumuz sırasında Tarık bin Ziyad’ın asırlar öncesinde o kadar mesafeyi göze alarak bu bölgeye yaptığı çıkartmaları nasıl gerçekleştirdiğini düşünmeden edemedim. Büyük bir heyecanla çıktığımız bu yolculukta bizi şaşırtan ilk şey, uçağımız Malaga’ya indiğinde havaalanının büyüklüğü oldu. Bu, bagaj alım konveyörlerinin çokluğundan belli oluyordu. Malaga, Endülüs’ün diğer şehirleri gibi yemyeşildi; şehrin adı “tuz diyarı” anlamına gelen “malaka”nın değişmesiyle oluşmuştu. Şehirdeki yabani portakal ağaçlarının meyveleri marmelat yapımında kullanılıyordu.
Seyahatimiz sırasında ünlü ressam Picasso’nun doğduğu yeri görme şansı da yakaladık. Evinin bulunduğu sokaktaki heykeline sarılarak fotoğraf çektiren üyelerimiz vardı. “Türk gibi yaşadı”, “Çok sigara içermiş” gibi espriler gülüşmelere neden oldu. Şehir gezisi sırasında sık sık “Picasso burada oturdu”, “Picasso burada okula gitti” gibi Picasso’yla ilgili levhalara rastladık. Yorgunluğumuzu atmak için oturduğumuz kafede gitar eşliğinde söylenen, sözlerini anlamadığımız bir şarkıya alkışlarımızla eşlik ettik. Canlı heykel sokak sanatçılarından madenci kıyafeti giyenleri görünce sohbetimizin konusu yakın zaman önce yaşadığımız Soma ve Ermenek faciaları oldu.
14 Kasım 2014 Cuma
Sabah kahvaltısının ardından İspanya’nın dördüncü büyük şehri ve Endülüs’ün yönetim merkezi olan Sevilla turumuz başladı. Rehberimiz “İspanya’nın başkenti Madrid, ama Sevilla dünyanın başkentidir” diyerek şehrin önemini vurguladı. Sevilla, tarihteki pek çok uygarlığın önemli bir şehriydi. Endülüs şehirlerini yaya olarak gezmek gerektiğini söyleyen rehberimize ayak uydurmakta zorlananlar olmadı değil. Bu şehirdeki gezimize Maria Luisa Parkı ile başladık. Kralın kızına ait sarayın bahçesi, vasiyeti üzerine belediyeye kalmış ve onun adını taşıyan bir parka dönüştürülmüş. Devasa alanda 1929 ve 1992 yıllarında kentte gerçekleştirilen büyük fuar için yapılan meydanlar da yer alıyor. Rehberimiz mekanda inşa edilen binaların her birinin başka devletlere ait mimari örnekler olduğunu, bugün bu binaların birçoğunun yer aldığı ülkede sanat merkezi, belediye binası gibi işlevleri bulunduğunu söyledi. Gezimize tarihî binalarla birlikte sokakları da görülmeye değer Sevilla’nın iki ünlü sembolü Giralda ve Altın Kule ile devam ettik. Muvahhidler döneminden kalan en önemli eserlerden biri olan Altın Kule 13. yüzyılda savunma amacıyla inşa edilmiş, günümüzde Denizcilik Müzesi olarak kullanılıyor. Sevilla’da aynı zamanda çok eski çağlardan beri bir nehir limanı olduğunu ve nehrin 90 kilometre sonra Atlas okyanusuna kavuştuğunu da bu vesileyle öğreniyoruz. İspanyalı Müslümanların namaz kıldıkları mekanı merak ediyoruz ve şehir merkezinde bir binanın alt katında bulunan mescitte Cuma namazının saat 15:00’te kılınacağını öğreniyoruz. Rehberimiz İspanyolların uyku saatini içine aldığı için, halkın katılımını sağlamak amacıyla bu boş saatin uygun görüldüğü, namaz vaktinin ona göre düzenlendiği açıklamasını yapıyor. Rehberimizden bir de İspanyolların “siesta”sı, yani öğle vakti şekerlemesi ile ilgili ilginç bir anısını dinliyoruz. İspanya’daki öğrencilik yıllarında hesabından para çekmek için bankaya giden rehberimiz sabah geç saatler olmasına rağmen bankanın açılmadığını görüyor. İkinci gittiğinde siestaya denk geliyor ve yine para çekemiyor. Üçüncü gittiğinde mesai bitmiş oluyor. Araya bir de hafta sonu girince rehberimiz uzun bir süre harçlıksız kalıyor ve İspanyolların bu adetleri ona iyi bir tecrübe oluyor. Cuma namazı sırasında Faslı imamın arkasında ibadetimizi yerine getiriyoruz. Namaz bitiminde, musâfaha sırasında elimde bulunan Erzurum oltu taşından yapılmış ve imamesi gümüşten tesbihimi imama hediye ediyorum. “Şükran” kelimesiyle birlikte yüzündeki tebessümü yakalamak beni de mutlu ediyor. Cuma namazının ardından kimi çarşı-pazar dolaştı, kimi de Arap, Gotik, Rönesans etkilerinin görüldüğü mekanları gezdi. Biz de Kurtuba Ulu Camii yerine inşa edilen katedral ile krallık malikanesi Alkazar’ı dışarıdan gördük. Otobüsümüzün park ettiği yerin yanında Plaza de Toros de la Maestranza bulunuyordu. Boğa güreşi izlemeden bu arenayı ve müzesini gezenler oldu. Bizler de onları beklerken arena önündeki matador heykeliyle bol fotoğraf çektirdik. Şehrin her yerinde bulunan portakal ağaçlarının gölgesinde dinlenmeyi de ihmal etmedik. O günün akşam yemeğini Hint, Yunan, İran ve Çingene kültürlerine dayandığı söylenen Flamenko müziği ve dansı eşliğinde yedik. Flamenko denilince akla İspanya’yla özdeşleşmiş bir dans geliyor, ancak Flamenko yalnızca dans değil, Endülüs Halk Müziği aynı zamanda. Diktatör Franco “Ben bu anarşist ruhlu, zapt edilmez milleti üç ‘F’ ile kırk yıl yönettim; flamenko, futbol ve fiesta!” diye boşuna dememiş. Bize özgün yemekler eşliğinde yaklaşık iki saat süren Flamenko gösterisinden aklımızda kalanlar yere sert vurulan ayakkabı topuklarının çıkardığı “taka tuka” ve “tık tık” sesleriydi. Dansı icra eden esmer güzeller aklımıza Yahya Kemal’in o meşhur şiirini düşürdü: Alnında halka halkadır aşüfte kâkülü / Göğsünde yosma Gırnata’nın en güzel gülü...
15 Kasım 2014 Cumartesi
Otelimizde yaptığımız kahvaltı sonrası Kurtuba yoluna revan olduk. Zeytin ağaçları ve narenciye bahçelerinin bol bulunduğu yollardan geçerek Kurtuba’ya ulaştık. Musevi mahallesinin dar sokaklarında alışveriş yapanlarımız oldu. Sokağın birinde, temiz bir bina üzerindeki mermerde Kurtuba İbni Rüşd Uluslararası İslam Üniversitesi tabelasını görünce heyecanlandık. Kafasında sarık olan bir adam büstünün altındaki mermerde “Dr. Muhammed el Gafaki” yazıyordu. Endülüslü Gafaki’nin dünyada katarakt ameliyatını yapan ilk kişi, merkezin de narkozla ameliyat yapılan ilk yer olduğunu öğrendik. Biraz daha yürüdüğümüzde Kudüs’ü işgal eden Haçlılara karşı mücadele veren Selahaddin Eyyubi’nin doktoru İbn-i Meymun’un bronz heykeli bizi karşıladı. Balkonlarından renkli çiçekler sarkan Kurtuba sokaklarında İbni Rüşd’ün üniversitesi olan mekanda TİKA tarafından restore edilerek minik bir cami yapıldığını fark ettik. Öğlen namazı vakti de gelmişti. Birkaçımız burada kalırken diğer grup dinlenmek için uygun bir pastaneye oturdu. Bayanlar için de yer ayrılan küçük caminin içinde Bilal-i Habeşi’nin Medine’de okuduğu ezanı da hatırlayarak ezan okudum. Rize milletvekilimiz Hasan Karal’ın imametiyle öğlenin arkasından ikindi namazlarımızı cem ile eda ettikten sonra yol arkadaşlarımızla Kurtuba Ulu Camii yakınındaki kafede buluştuk.
785 yılında yapılmış, mermer sütun ormanı Kurtuba Ulu Cami, Hırıstiyanlar tarafından işgal edildiği 1236 yılında katedrale çevrilerek Mezquita Katedrali olarak anılmaya başlamış. Palmiyeleri andıran ve mimarisi dolayısıyla sonsuz sayıdaymış gibi görünen sütunlarıyla, insanın ruhunu yukarılara çeken havasıyla dünyanın en büyük camisi olan Kurtuba Ulu Camii’ni tek kelimeyle ifade edecek olursam: Şahane.
1984 yılında UNESCO Dünya Kültür Miras Listesi’ne alınan Kurtuba’da iki hektarlık alana yayılan cami iki yüz yılda tamamlanabilmiş. Hıristiyanların eline geçtiğinde büyük bir kısmı kiliseye çevrilen, 16. yüzyılda ise V. Carlos tarafından ortadan ikiye bölünen caminin yarısı katedrale dönüştürülmüş. İslam mimarisinin gelmiş geçmiş en muhteşem eserlerinden biri olan Kurtuba Ulu Camii’nin birçok ögesinin tahrip edilerek bazı şeylerin kaybolduğu hissedilebiliyor. Ancak mihrabın tüm ihtişamıyla bozulmadan durduğunu ve günümüze ulaşabildiğini görmek insana ayrı bir haz veriyor. Muhteşem işçilik ve detaylara sahip olan mihrap, caminin en çok ziyaret edilen ve fotoğraflanan bölümü olma özelliği taşıyor. Mihrabın duvarlarında bulunan Kuran ayetlerinin orijinalini ve mealini Rize milletvekilimiz Hasan Karal bizlere aktardı. Kurtuba Ulu Camii çıkışında Guadalquivir nehrinde yer alan ve aynı zamanda şehrin sembolü olan Puente Romano de Córdoba (Roma Köprüsü) üzerinden geçerek Fransız Müslüman filozof Roger Garaudy’nin sonradan müzeye çevrilen evine gittik. Köprü üzerinde “kestane kebap, yemesi sevap” denilerek satılmasa da ateşte közlenen kestaneler dikkatimizi çekti. Her gördüğü yerde mutlaka kestane alan Konya milletvekilimiz Kadir Demir, nar gibi kızarmış kestaneleri bizimle paylaştı.
16 Kasım 2014 Pazar
Sabah otelimizde yaptığımız kahvaltının ardından otobüsteki yerlerimizi aldık ve İspanyolca’da “nar” anlamına gelen Granada’ya doğru yola çıktık. Burada Victoria Meydanı’nı ve Kristof Kolomb’un anıtını gördükten sonra El Hamra Sarayı’nı ziyaret ettik. Oradaki muhteşem eserlerin korunması için saraya aynı anda yüzlerce kişinin girmesi yasaktı ve saat kısıtlaması vardı. Biz 15:00 sularında giriş yapacaktık ve beklemeye koyulduk. Üç bölümden oluşan saray, Arap stiline sadık kalınarak düzenlenen bahçeler ve yamaçlarında sarayın sebze ihtiyacına cevap veren bostanlarla çevrili. El Hamra kapı üstü, pencere kenarları ve duvarlarında boydan boya sülüs hat ile tekrar tekrar yazılan “Lâ gâlibe İllallah”, yani “Allah’tan başka galip yoktur” sözünü dünyaya ısrarla söyleyen tek saraydı ve tarihî açıdan önemli bir yerdi. Sierra Nevada sıradağlarının karlı tepeleri altında inci gibi serilen, Endülüs mimarisinin ve sanatının zirve yaptığı El Hamra Sarayı ziyaret edilmeye değer diyorum. İnce mermer sütunları ve taş işçiliğiyle herkesi büyüleyen, havuz ve fıskiyelerle dolu bahçeleriyle ayrı güzellikte olan El Hamra’yı kelimelerle anlatmak mümkün değil. Değişen gün ışığının El Hamra’nın duvarlarını yavaş yavaş turuncudan kızıla, pembeden bordoya boyamasına şahit olmak dünyanın en romantik deneyimlerinden biri olsa gerek. Sarayın manzarası ayrı bir güzel. Karşısında bulunan Albayzin semtini uzaktan izlerken labirenti andıran dolambaçlı sokaklar ve bembeyaz evler fark ediliyor.
17 Kasım 2014 Pazartesi
Gezimizin son gününün sabahında, bir önceki akşam birkaç kişi anlaştığımız gibi, bahçe tanzimi ve mimari dokusuyla İslami kimliğini hayata yansıtan, koruma altına alınmış Albayzin’deyiz. Burada Abdulkadir es-Sufî Mescidi’nin sülüs hat ile Besmele-i Şerif yazılmış kapısından heyecanla girdik. Burada Hasan Karal’ın imameti ve ardından okuduğu Kuran-ı Kerim yankılanırken, dostlarım müezzinlik görevini bana bıraktı. Çıkışta onlara şükranlarımı bildirdim. Dün ziyaret ettiğimiz El Hamra Sarayı, Albayzin’den bakınca farklı görünüyordu. Sabahın mahmurluğu ve soğuğuna aldırmadan sarayı bu cephesinden fotoğraflamaya çalıştık. Endülüs’ün fethinin ardından uzun yıllar geçmiş olmasına rağmen, insanlığın buradaki İslam tecrübesinden önemli dersler alacağına inanıyorum. İslam tarih ve medeniyeti için önemli bir bölge olan Endülüs’ü Fransız düşünür Roger Garaudy de uzun yıllar tecrübe etmiş. Bu bağlamda düşünürün “Batı, hikmeti kaybettiği için gayesini de kaybetmiştir. Dengeli ve ideal medeniyetin numunesi Endülüs Medeniyeti olmuştur” sözleri dikkate değerdir. Bugün Endülüs’ü kaybetmekten dolayı ağıtlar yakmak yerine, bölgenin İslam tecrübesinden dersler çıkarılması, Endülüs’le ilgili derinlikli çalışmalar yapılması veya araştırmacıların bu çalışmalara teşvik edilmesi gerektiğini vurgulayarak yazımı noktalıyorum.
- Geri
- Ana Sayfa
- Normal Görünüm
- © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.