- Hakkımızda
- TYB Ödülleri
- Genç Yazarlar Kurultayı
- Kitaplık
- Ahlâk Şûrası
- Yazar Okulu
- Mehmet Âkif Ersoy
- Türkçe Şûrası
- Milletlerarası Şehir Tarihi Yazarları Kongresi
- Yayınlar
- Söyleşi
- Şube Haberleri
- Salgın Edebiyatı
- Haberler
- Şiir Şölenleri
- Mesnevi Okumaları
- Kültür & Sanat Haberleri
- Kültür Kervanı
- Kırklar Meclisi
- Duyurular
- Biyografiler
ERCAN YILDIRIM: “EDEBİYAT MODERNİTENİN TAŞIYICILIĞINI YAPIYOR.”
Ercan Yıldırım: “Edebiyat Modernitenin Taşıyıcılığını Yapıyor.” Röportaj: İsmail SERT - “Modern Türkün Hikâyesi” isminde bir kitap yayınladınız.

Ercan Yıldırım: “Edebiyat Modernitenin Taşıyıcılığını Yapıyor.”
Röportaj: İsmail SERT
- “Modern Türkün Hikâyesi” isminde bir kitap yayınladınız. Modern Türkün Hikâyesi’ni yazmadaki amacınız nedir peki? Okuyucu kitapta neleri bulacak?
Kitabın önsözünde de belirttim. Hikâye, şiir, roman okurken, insanımızı ve memleketimizi de beraber okuma gayreti güttüm. Çünkü edebiyat yüksek kültüre ait izler taşıyabildiği gibi toplumun diğer katmanlarıyla da etkileşime geçebilir. Gazete gibi. Onun için Modernleşme çabalarında edebiyat ve gazete her zaman gözde olmuşlardır. İslâm bu bakımdan gazetenin sınırları içinde tutulmuştur. Olumsuz vasıflandırmalarla İslâm gözden düşürülmeye çalışılmıştır.
Edebiyat ise diğer iletişim organlarıyla birlikte Batılılaşmış yaşam biçiminin meşrulaştırıcısı, propagandisti ve örnekleyicisi olmuştur. Türk modernleşmesi kendi edebiyatını üretmiştir çok kısa sürede. Sonra da diğerlerini tasfiye etmiştir. İlk olarak modernite, edebiyat birlikteliğine temas etmek istedim. Sonrasında modernitenin mahiyetini açmak. Modernitenin bizimle olan taban tabana zıtlığını göstermek gerek.
Bunların yanında modernite aşk, metafizik, ölüm gibi konuları kendi bağlamlarından koparmaktadır. Onları basit bir düzleme taşıyor. Hikâye de buna ön ayak oluyor. Türk edebiyatında bu tür mevzular hakiki bağlamlarının dışına çıkılarak anlatılıyor. Hele günümüzde bu eğilim çok daha belirgin olarak görülüyor. Bu yüzden konuların aslî yönlerine eğilmek istedim.
- Türk modernleşmesi ile ilişkisi açısından edebiyat türleri içinde hikâyeye özel bir vurgu yaptığınızı söyleyebilir miyiz?
Türk modernleşmesi içerisinde hikâyenin diğer türlerden daha öncül bir konumu yok. Hatta roman daha önemlidir. Şiir modernleşme açısından çok daha etkilidir. Özellikle Cumhuriyet sonrasında gelişen şiir modernite haricinde başka bir yolun olmayacağını büyük oranda belirlemiştir. Bu vasfını da neredeyse kesinleştirmiştir. Hikâye vurgusu biraz ilgiden kaynaklanıyor. Ben roman değerlendirmelerinde de bulundum. Başladığım ve yarım bıraktığım “darbe romanları” türü çalışmalarım da oldu. Ancak benim için önemli olan türden ziyade edebiyatın bütünü.
Edebi ürünlerde de daha çok “mesele”lere bakmayı tercih ediyorum. Mevzunun kendi bağlamı içinde Türk düşüncesi ile irtibatını önemsiyorum.
Topyekûn baktığımızda edebiyat bir “mesele”, “kaygı” vesilesi olmuyor. Romanın, hikâyenin içinde meseleler var. Ama bu meseleler millet olarak bize bir şey katıyor mu katmıyor mu? Ben katmadığı görüşündeyim. Öyle ki problemler yalnızca anlatıcıyı ilgilendiriyor. Onda başlıyor ve onda bitiyor. “Başka”larını ilgilendirmiyor. Daha da önemlisi eğer birey meselesini kendi içinde tanımlamış ve halletmişse ne âlâ. Okura ve yazara sorun sıçramamışsa çok daha iyi. Çünkü içinde bulunduğumuz dönem bize akrabanın bile “başka”ları olduğunu dikte ettiriyor. Dolayısıyla modern hikâyenin kapsamı içindeki meseleler modernitenin gündelik hayattaki pratiğiyle ilgili.
Hikâye bu açıdan romandan daha önemli. Türkiye’de yaşayanların tarihiyle, modern gündelik hayat her zaman çakışmıyor. Zaman zaman çarpışıyor. Hikâye ve anlatılanlar bireylere bu çarpışmaların normal olduğunu söylüyor. O kadar ki mesela kreşe giden çocuğunun ve kendinin yaşadığı travmayı aktaran anlatıcı meseleyi umumileştirmiyor. Bunu bir millet meselesi yapmıyor. Travma üzerinde duruyor ama kreş – aile denkleminin sağlığını tartışmıyor bile. Zira artık modern hayattayız. Bunu kabullenmemiz gerekir. Başka çıkış yok. Bu İslâmi kesim için de böyle. Çocuklar bir şekilde anne – aile özlemi içinde yetişerek, erken yaşlardan itibaren “hayat kavgasına” başlamalı. Çünkü modernin içinde yaşamak zorunda.
“Hikâye bile olsa” kimse çocuğu kreşten alma, o dünyanın dışına çıkma imkanlarını yazmıyor. Yazamaz, modern edebiyat buna izin vermez zaten.
- Nasıl İzin vermez? Moderniteyi mücessem bir varlıkmış gibi anlattınız.
Yani tabi ki. Edebiyat ve yazı dünyası bugün moderniteyle bütünleşmiş bir organizma. Edebiyat dünyasında yer almak, hikâyelerin okunması, kanonun içinde yer bulmak… Yine o belirgin modern medeniyetin unsurlarındandır. Herkesin kendisi için yazdığı ve okuduğu bir dönemde bulunuyoruz. Eskiden yerleşik kanonun dışında işler yapanlar, cepheden, fiilen dışlanırdı. Şimdi modern sistem de kendini yeniledi. Yok farz ediyor. Görmüyor. Sessizliğe gömerek intikam alıyor. Bu bilindiği için genel kanının tersine çıkılmıyor.
Modern medeniyet, unsurları itibariyle her yere nüfuz edebiliyor. Hemen her sektörün kuralları bu medeniyete göre dizayn edilmiş durumda. Edebiyat ta bu “uygulayıcılardan” birisi. Kimse yazarlara, romancılara, hikâyecilere telkinde bulunmuyor. Ama herkes biliyor ki, muhalif değil ama inşacı bir tutum takınmak ilgisizlikle cezalandırılıyor.
- Cumhuriyet projesinde seküler edebiyatçıların yanına yerli değerleri gözetenlerin çıkması için epey beklendi. Ancak yerlilerin de düşünce dünyalarında problemler yok muydu?
Problem Türkiye’nin fikri bakımdan zayıf olmasında.
Ülkenin içinde bulunduğu ortamla İslâmcıların ya da sosyalistlerinkiler arasında fark yok. Kuraklık her kesimde! Biz hala Cumhuriyetle elimizden gidenlere ağıt yakmakla, DP ile kazandığımız hakların övgüsünü yapmaktan öteye geçemiyoruz. Cumhuriyetin reformlarına karşı gösterilen tavır bir millet varlığına işaret ediyordu, DP dönemi gibi. Sorun bu millet varlığının, onu oluşturan tarih ve değerlerin sürekliliği, varoluşsal önemi ve yeniden ikamesinde. Hakların iadesinde dünya sisteminin yeni patronunun etkisi belirgindi. İnönü’nün II. Dünya Savaşı bitiminde ABD’ye birlikte çalışma yönünde haber gönderdiği biliniyor.
Türkiye’de fikir buhranı, çok gerilere gitmeye gerek yok, 1920 ile 1925 yılları arasında büyük oranda aşılmıştı. Tanzimat, II. Meşrutiyet ve ideolojik yönelimler bu dönemde İstiklal Harbi ile istikamete kavuşmuş, meseleler daha net algılanmıştı. Hatta belli bir birliktelik, aynen Anadolu’daki 10. ve 13. yüzyıllar arasındaki şartlar yeniden ikame edilmeye başlanmıştı. Ama vatanı elde tutma adına millet bağından feragat edildi. O bağ potansiyel olarak toprağın ruhunda duruyor ama üzerinde yaşayanlar onu kullanmaktan kaçınıyorlar. İstiklal Harbi’nden sonra dünyadaki sistemden müstakil bir yaşama biçimini kafamızdan çıkarmış durumdayız. Bu hususta yerli yabancı ayrımı yapılamaz zaten.
Yerliler bir şeyler söylemeye kalktığında 1925 şartları kendilerine hatırlatılıyor. Sonuçta yerleşik sisteme muhalifmiş gibi gözüken ama onun radikalliklerini törpüleyen görüşler egemenliğini sürdürüyor.
- İslâmi hassasiyetleri olanların hikâyeciliği daha ciddiye aldığını iddia ediyorsun. Bunu açarsan neler söylemek istersin?
Ciddiye almaktan ziyade, tutamak olarak gördüklerini söylemek daha doğru olur. Çünkü şiirin geleneksel söyleyiş açısından İslâmi olana yatkınlığı fazladır belki ama nesir bağlamında hikâyenin tercih edildiği gözlenebilir. Bu, bizdeki modernleşme hareketlerinin İslâmi olan arasındaki ilişkiyle ilgili aslında. Topyekûn insan gerçekliğini ön plana alan roman İslâmi kesimde yazılmıyor. Çünkü başı sonu belli olan bir kahramanı anlatmak, İslâmi kesimin kendisiyle yüzleşmesi anlamına geliyor.
Bugünün insanı nereden bakarsanız seküler yanıyla temayüz etmiştir. Romanda anlatılacak hayat mutlaka modernizmin bir yanına dokunacak. Kimse yaşadığı ortam içinde, hali hazır sistemden kendini soyutlayamıyor. Öyle olursa çok fantastik ürünler çıkar ortaya. Veyahut İslâmi hidayet romanları. Soyutlamadan sahici olarak ele alınacak hayat hikâyesinden Müslümana ait bir yaşam alanı çıkmayacak. Türkiye’deki gündelik hayatın her kesim için İslâmi olmadığı basit bir romanda bile ortaya çıkacak. Bu cesareti göstermek, yüzleşmeyi gerçekleştirmek tercih edilir değil demek ki.
Sonuçta İslâmi kesim romanın sokağında yürüyüp de insanların yüzlerine net bir bakış atamaz.
- Hikâye, roman ve şiirden çok daha farklı bir tür…
Evet, hikâye öyle değil. Bütünlük kurulmadan hikâyenizi yazabilirsiniz. Pişmanlık, kırgınlık, tevbe, duyarlık, nostaljinin tema olarak yerini aldığı bir hikâye yazabilirsiniz. Kahramanın hayatı hakkında kesin ve keskin ibareler kuramazsınız ama. Hayatın belli bir kesitini kapsadığı için tam bir insan gerçekliği çıkaramazsınız.
Hikâyede anlatıcının bakış açısı çok önemlidir. Kişioğlunu temize çıkarabilir rahatlıkla, kısaca yargılayıp asabilir de. Ama “süreci” bize sahici olarak vermez.
Aynen Müslümanların moderniteyle yerleşik Cumhuriyet kültürüyle olan ilişkileri gibi. Müslüman zihni parçalanmış halde. Bir yanda tâbi olduğu dinin hakikatleri, öte yanda gündelik hayatını yaşadığı gayri İslâmi hayat. Hakikati bilip, yalanı yaşamak… Ne kadar zordur, herhalde. Daha da kötüsü artık yalanı meşru kabul etmek. Oradan çıkış olmadığını benliğine yedirmek… İşte hikâye burada devreye giriyor. Bu vaziyetten kesitler, görüntüler, ne bileyim diyaloglar devşirebilir. Hikâyenin alanı ve hacmi ölçüsünde bunlar uzun değildir. Ayrıca yoğunluğu da artırılmıştır. Ayrıntı da olduğu için genel resmi seçmek çok da mümkün olmuyor. Hikâyelerdeki kısa sahnelere karşılık roman umumi portresiyle daha sahici gibi geliyor bana.
- Hikâyeyi mahkûm ettin bu sözlerinizle. Bu, hikâyenin tekniğiyle mi alakalı yoksa içeriğiyle mi?
Ben bu teknik içerik konusunu birkaç kez Hece Öykü‘de yazdım. İçerik kendi tekniğini belirler. Bu bazen yanlış bir tercih de olabilir ama içerikle tekniği birbirinden ayırmamak lazım. Modern insanın, edebiyatın en hoş icatlarından biri “bilinç akışı”dır. Çünkü modernite bize huzur değil, kaos sağlıyor. Çünkü derinlik ve köklülük değil, yüzeyden bakmayı empoze ediyor. Sorunlara kısaca temas edip el yordamıyla çözmüş gibi yapıyoruz. Sonra onlar biriktikçe birikiyor. Hikâye bunlara kısa kısa göz atıyor. Kamuoyuyla paylaşıyor. O kadar. Daha fazlası ne olacak ki, denebilir.
- Evet, hikâyeden daha ötesi beklenebilir mi?
Kimse hikâyeden sorunlarımıza çözüm üretmesini beklemiyor zaten. Bize insanı anlatmasını bekliyoruz. İnsan yalnızca dışarıda gördüklerimizden mi ibaret? Zaten biz onları biliyoruz. Hikâyelerde anlatılanları hepimiz yaşıyoruz. Hele günümüz hikayesinde anlatılanları… Hikâyeyi okunur kılacak nedir ki? Ömer Seyfettin, Refik Halid, Sabahattin Ali de gündelik olanın dışındakileri yazmamıştır ama biz nirengi noktası olarak onları alabiliyoruz, rahatlıkla.
- Nedir, Ömer Seyfettin’in, Sabahattin Ali’nin, Sait Faik’in, Refik Halid’i Türk hikâyesinin zirvesine çıkaran unsurlar?
Hikâye ile bir iddia vuzuha kavuşturulmaz ama hikâye yazmak için de iddia sahibi olmak gerekir.
Bu tür yönelimlerin önünü kesmek için zaten “tezli edebiyat”, “ideolojik bakış” gibi söylemler geliştirilir. Yazarlar o kalıplara dâhil olmak istemez. Bu yüzden de kendi kendini kısıtlar. Ben bu isimler için yerlidir demek istemiyorum. Zaten yabancı da değildirler. Sait Faik bir işçiyi bile anlatırken, “bizden” bir işçiyi anlatır. Onu sosyalist fikri yapının gerektirdiği gibi “olması gereken” gibi anlatmaz. Dolayısıyla işçi hikâyesinden biz modernitenin yabancılaştırmasını rahatlıkla görürüz.
Refik Halid, Ömer Seyfettin, toplumun bozulmuşluğunu, ahlaki düşkünlüğünü “edebiyat kalıpları” içinde anlatır. Şeftali Bahçeleri bugün bile geçerliliğin korur. Burada Refik Halid, kullandığı dil, memleketi için geliştirdiği hassasiyet ile Türkiye’nin ruhuna vurgu yapar. Bir kere edebiyat hususen hikâye, dildir. Dil ne derece etkili ise edebi o kadar sağlam olur. Yunus Emre’nin gücünün kaynağı, sade söyleyişindedir.
Saydığımız isimler örtük, kapalı ve kendi halinde bir dünya anlatmadıkları için dilleri sadedir. Çünkü muhatapları kadar hikâyelerinde gerçek insan bulunur. Bir vatandan seslenirler, bir milleti ciddiye alırlar. Dolayısıyla millette hala onları ciddiye alıyor.
- Günümüz Türklerini tanımlamaya çalışırken kullandığın bir ifadeyi kullanarak sorayım; suyu akışına bırakan Türklerden hikâye çıkar mı?
Bugün İslâmi kesim dâhil herkes statükonun devamı için çabalamıyor mu? Bize bir şekilde gidişatın “daha iyiye” olduğu telkini yapılıyor. Statüko yalnızca Cumhuriyet reformları mıdır? Dünyada yürüyen bir düzen var ve biz modernite başlığı altında buna işlerlik kazandırıyoruz. Suyun akışına müdahale etmek Müslümana yaraşır bir tavır değil. Müslüman bunu aklına bile getirmez. Bilakis Müslüman suyun seyrini takip edendir. Allah’ın yarattığı evrenin işleyişine kul müdahale edemez. Etmeyi aklına getirmeyenler Müslümanlardır, müdahil olmaya kalkanlar gayri Müslimlerdir. Onun için moderniteye işi getirdiğimizde, yaşadığımız hayata baktığımızda bu rahatlığı sergileyemeyiz. Çünkü dünyadaki sistem zaten suyun akışına etki etmeye çalışıyor.
Millet kavramının bağlamından koparılmasıyla birlikte Türk de bundan nasibini aldı. Türkle İslâm’ı ayırmanın imkânı yok. Yani bu ontolojik bir şey. Türk İslâmla tanımlanmıştır. Batılılaşma, modernleşme çabaları İslâm ile Türk’ü ayırmaya dayanır. İstanbul’un fethi bu bakımdan milattır. Batılılar İstanbul gidince Türk yani İslâm aleyhinde bir yapı kurmak için çabaladı. Dinini reforme etti, sanatını dizayn etti, felsefesini yeniden kurdu ve Türkün karşısına çıktı. Çünkü biz Anadolu’da Batılıların onaylamadığı bir sistemi kurup geliştirdik. Modernite bunun karşılığıdır. Dolayısıyla Türklerin modern olması tamamen terstir.
- Peki o zaman soralım: Modern Türk Olur mu?
Olmaz. Ben de zaten bu tersliği ortaya koymaya çalıştım. Bize “modern de olabileceğimiz” söyleniyor. Ziya Gökalp Türkçülerin gayesinin “muasır bir İslâm Türklüğü” olduğunu ifade eder. Bu çabalar zaten Meşrutiyet’ten itibaren vücut bulmaya, netleşmeye başlamış. Muhafazakârlığın bayraktarlığını yapan birçok isim, “1000 yıldır bu milletin Müslüman olduğunu, dolayısıyla bundan çıkmanın mümkün olmadığını” belirtir. Millet Müslüman. Millete baş olmaya kalkan kim varsa siyasetçi, aydın Batı medeniyetine kökten geçişi savunuyor. Ancak millete bunu kabul ettiremeyince türlü desiselerle İslâm’ı kültürel kalıplara sıkıştırmaya çalışıyor. Nihat Sami Banarlı “milli yılbaşı” tesis etmek gerektiğini söylüyor.
İmparatorluğun son dönemlerinde herkes bir ecnebi devletin himayesine girmişti. Sistemin adamları olmak için yarışmışlardı. Bunun en belirgin örneğini İttihatçılar gösterdi. Sıkıştıkları dönemde hiç inanmadıkları halde Almanya’nın menfaatleri için Pan – İslamizm bile yaptılar. Modern olmak demek hayat hakkını gayri Müslimlere devretmek demektir. Bu topraklarda modernlik müstakil bir millet varlığından vazgeçmek anlamına gelir. Kendi dinamiklerinden hareket edip büyük devlet olma idealine sırt çevirmek demek. İslam’ın biricikliğine halel getirmektir, modern olmak. Türk İslam’ın biricikliğini tesis etmeye dayanır.
Ercan YILDIRIM – Biyografi
1977 Ankara / Kızılcahamam doğumlu. Ankara Gazi Lisesi’ni, Dil ve Tarih – Coğrafya Fakültesi Coğrafya Bölümü’nü bitirdi. 1997 – 2002 yılları arasında gazetecilik yaptı. Bir kamu kuruluşunda çalışmaktadır.
Yazmaya Dergâh dergisinde başladı. Hece, Hece Öykü, Karagöz dergilerinde yazdı.
Çağdaş Türk Düşüncesi / Çağdaş İslam Düşüncesi üzerine çalışmalarına devam etmektedir.
Türkiye Yazarlar Birliği Genel Sekreter Yardımcılığı görevini sürdürmektedir.
Yayımlanmış Eserleri:
Mustafa Kutlu Hikâyeciliği, Ankara 2007, Ebabil Yayınları.
Modern Türkün Hikâyesi, Ankara 2010, Elips Yayınları.
İsmet Özel’in 12. Ciltlik Şairin Devriye Nöbeti’ni yayıma hazırladı.
- Geri
- Ana Sayfa
- Normal Görünüm
- © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği

Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.