- Hakkımızda
- TYB Ödülleri
- Genç Yazarlar Kurultayı
- Kitaplık
- Ahlâk Şûrası
- Yazar Okulu
- Mehmet Âkif Ersoy
- Türkçe Şûrası
- Milletlerarası Şehir Tarihi Yazarları Kongresi
- Yayınlar
- Söyleşi
- Şube Haberleri
- Salgın Edebiyatı
- Haberler
- Şiir Şölenleri
- Mesnevi Okumaları
- Kültür & Sanat Haberleri
- Kültür Kervanı
- Kırklar Meclisi
- Duyurular
- Biyografiler
07 Kasım 2025- İstanbul17°C▼
- Ankara14°C
- İzmir17°C
- Konya12°C
- Sakarya16°C
- Şanlıurfa18°C
- Trabzon15°C
- Gaziantep17°C
FAHRİ TUNA'DAN: ‘SESİMİZ’İ YÜKSELTMENİN TAM ZAMANIDIR!
Kaostan Kaçmanın Yolu: Edebiyat! Son sınıfa geçmişiz; 1977 Sonbaharı… Türkiye 5 Haziran seçimlerinden çıkmış, II.

Bir Cuma öğle sonrası bütün kollar toplanıyor. Bizim Edebiyat kolundan sorumlu öğretmen de Yusuf Şahin. Kıvırcık, sarışın, gözlüklerinin arkasından cin gibi iki gözün sahibi, bizi derslerde Sezai Karakoç’la Diriliş’le, Mavera’yla tanıştıran adam. Kolun başkanlığına iki aday var: Mustafa Emircan ve 1999 depreminde kaybettiğimiz Özcan Balçık. Hocanın da, bizim de adayımız Mustafa Emircan, zaten şair. En çok ona yakışacak başkanlık! Hoca adayları tahtaya davet etti, ikisi çıktılar, Yusuf Hoca ‘Fahri Tuna sen de tahtaya çık bakalım, sen de adaysın!’ dedi. Mecbur çıktım. Yüzlerimizi tahtaya döndürdü Yusuf Hoca, tek tek oylattı, şuna oy verenler, buna oy verenler, biz görmüyoruz tabii.
Yusuf Şahin nihayet sonucu açıkladı: ‘Fahri Tuna bir oy farkla okulumuzun Edebiyat kolu Başkanı, Mustafa Emircan da başkan yardımcısı. Hayırlı olsun!’
Duvara Karşı ‘Sesimiz’i Yükseltiyoruz Artık!
Aaaaaa, o da ne, hesapta yokken kendimizi bulduk okulun Edebiyat Kolu Başkanı. Hemen itiraz ettim: ‘Yusuf Hocam, Mustafa arkadaşımız başkanlığa benden daha layık! Yer değiştirelim; o başkan ben yardımcısı olayım!’ Yusuf Şahin, ‘geçti artık, demokrasi var; mademki bir oy fazla aldın, değiştiremem!’ Çaresiz işe başladık, da, ne yapacağız!
Mustafa Emircan’la (üç sene lisede, on üç senedir de aynı binada; ikiz dublekste oturuyoruz zira) kafa kafaya verdik; Adapazarı İmam-Hatip Lisesi tarihinde hiç yapılmamış bir şeyi yapmaya karar verdik: Duvar gazetesi çıkaracağız! Peki adı ne olacak? Uzun uğraş, tartışmalardan sonra ona da karar verdik; sıcak, içten, samimi yazılarla sesimizi duyurmayacak mıydık: ‘Sesimiz’ olmalıydı öyleyse; öyle de oldu!
Duvara, sağır duvarlara, sağır kulaklara, bizleri görmeyen duymayanlara karşı ‘Sesimiz’i yükseltmenin zamanıydı artık!
Geceler, Gündüzler, Yarışmalar
Bismillah başladık; ikinci katın merdivenden çıkıldığında herkesin göreceği cepheye camekânlı duvar gazetemizi astık. Hiç unutmam; en üstte de mavi yazıya, kırmızı ve yeşil şeritli ‘Sesimiz’i yazdık. Her şeyi Edebiyat öğretmenimiz Yusuf Şahin yönlendiriyordu. İlk sayıya o, Mustafa ve ben birer deneme yazdık, Sakarya Türküsü’nü de koyduk Necip Fazıl’dan. Afili bir ilk sayıyla ‘merhaba’ dedik!
Güya edebiyat kolumuzdaki diğer arkadaşlar her ay şiir, hikâye, deneme vereceklerdi; nerede? Boşuna dememişler: ‘Türk gibi başla, Alman gibi sürdür, İngiliz gibi bitir’ diye. Türk’üz ya, Türk gibi başladık ve bittik! Ama kararlıyız, her ay değiştireceğiz, yenileyeceğiz ‘Sesimiz’i…
Başladık okulumuzda yok Mehmet Âkif Gecesi, yok Çanakkale… Yok şiir, hikâye, deneme yarışmaları… Bizim ‘Sesimiz’ bayağı yükselmeye başladı. Ben de dönemin siyasi atmosferinin yüksekliğinin etkisinden midir, hikâyeden denemeye kaymaya başladım.
Yıllar sonraydı; zannederim otuz üç sene sonra… Dönem arkadaşım, şimdinin Van 100. Yıl Üniversitesi Tarih bölümü öğretim üyesi Yrd.Doç.Dr.Abdurrahim Tufantoz – öğrenciliğimizin kütüphane sorumlusuydu- Ada’ya gelirken bir kitapla gelmiş ve bana sormuştu: ‘Senin bana imzaladığın bu kitabı hatırlıyor musun Fahri Tuna?’ Kapağını açınca hatırladım tabii; meğer yıllar önce benim organize ettiğim o yarışmalardan birinde birinci olmuş, biz de ‘kol başkanı’ olarak benim imzamla kitap hediye etmişiz; hey gidi günler hey…
Âh Şaban Arda Ah; Attın ya Bizi Kara Kaplı’ya!
Son sınıfa başlamışız, dersler yoğunlaşmış, ezberler yoğunlaşmış, Amme, Tebareke, Yasin’ler… Bir yandan da Edebiyat kolu faaliyetleri; öğrencilik hayatı hızla akıp gidiyor. Derken bir gün bir önceki yıldan okul ağbimiz Şaban Arda çıkageldi misafirliğe. Şaban Arda, Edirne’nin Osmanlı köyündendir. Jön adam, John Trovolta’yı gör onu görme, kocaman 1.80’lik dev adam, geçen senenin mezunu, Matematik öğretmenliği öğrencisi… Bu arada yeri gelmişken söylemeliyim ki, ‘leyl-i meccani’ yani ‘parasız yatılı’ geleneği olan okullarda üst sınıflara ‘ağbi/abla’ denir ve onlara sahici ağbi/ablalarınızmışçasına saygı ve ilgi gösterilir ve bu sevgi/saygı bir ömür boyu devam eder. (Not: Anlattığım olaydan otuz beş sene sonra Şaban Ağbiyle Edirne’de karşılaştık; aynı sıcaklık, aynı samimiyetle kucaklaştık. Üst sınıfları gözümüzde büyüttüğümüzden midir, bizim boyumuzun uzamasından mıdır bilinmez, bizim Şaban Arda aslında 1.70 boyunda var yok, ufak tefek adammış. Ama karizma aynen devam; onda farklılık yok!)
O akşam; yemekten sonra ‘mütalaadan (bütün yatılı okullarda her akşam, yemekten yatışa kadar üç saatlik etüd/mütalaa adında bir ders çalışma programı uygulanır) kaçıp Şaban Ağbiyle Stadyumun önündeki ‘Selim’in Kahvesi’ne gittik. Şaban Ağbi ‘sekiz yıllık müdavimi olduğu mekânla’ ve kahveci Selim Ağbiyle hasret giderdi, ardından da Avrupa Güreş Şampiyonası özetlerini seyrettik TRT’de, ki zaten tek kanal, siyah beyaz. Gece yarısını biraz geçe, bir tek son sınıftaki biz kurnazların bildiği arkadaki kırık camdan atlayıp yurda girebildik, yattık sabah oldu. Duyduk ki o gece nöbetçi öğretmen Meslekçilerden Hasan Taş’mış ve benim de adımı alıp ‘yok’ yazmış.
Zavallı Ahmet Çetin’in Benim Yüzümden Yediği Dayaklar
Ertesi günü ilk teneffüste bizim sınıfa dalan Hasan Taş Hoca, kapıda bana benzettiği Ahmet Çetin adlı sınıf arkadaşıma ‘sen nasıl gece yurda gelmezsin bakayım!’ diye bağırarak bir patlatmış Osmanlı tokadını. Ahmet ‘ben gündüzlüyüm, yurtta kalmıyorum’ diyene kadar 4-5 tokadı yemiş. Neyse işin aslı anlaşılmış. Öfkesini Ahmet Çetin’den çıkartmış, sakinleşmiş olarak ikinci teneffüste beni buldu hoca, cebinden kara kaplı bir defter çıkartıp kurşun kalemle bir yandan adımı yazdı ve ‘son sınıftayım diye havalara girme, okulda teneffüste sokakta, her zaman gözüm üstünde, ilk falsonda yakacağım seni Fahri Tuna’ diye tehdit savurdu diğer yandan…
Bu olayın üstünden koca bir öğretim sezonu geçti. Haziran başları, okullar kapanmak üzere; adet olduğu veçhile her nöbetçi öğretmen akşamları biz son sınıfları bir sınıfta toplayıp nasihatler veriyor, güya yol filan gösteriyor; veda sohbetleri zahir… Bir akşam da sıra Hasan Taş Hocamızda. Cebinden kara kaplı bir defter çıkardı, çevirdi çevirdi, bir sayfada durdu ve söze şöyle başladı: ‘Arkadaşlarım, bir özürle başlamak istiyorum söze: Fahri Tuna arkadaşınızı sezon başında kara kaplıya yazmıştım! Yıl boyunca takip ettim, Edebiyat kolu başkanı, geceler, yarışmalar… Dışarıda da bir falsosunu göremedim. Kendisinden özür dileyerek defterimden siliyorum!’ Hakikaten de cebinden silgi çıkartarak defterinde silme işlemi gerçekleştirdi Hoca.
‘İşte Sırtım; Sen de Vur Yusuf!’
Mezuniyetin üzerinden çok uzun yıllar geçmişti; belki de yirmi yıl, yirmi iki yıl… Bir kamu kurumunda yöneticiydim. Yan odadaki bir diğer yönetici arkadaşıma çay içmeye gittiğimde otuzlu yaşlarında, uzun boylu, kara yağız, terbiyeli güler yüzlü bir delikanlı bana sordu: ‘Beni hatırladın mı Fahri ağbi?’, ‘Yüzün yabancı gelmiyor; ama yine de çıkaramadım!’, ‘Benim adım Yusuf, yıllar önce sen bizim mütalaa başkanımızdın, bana bir tokat atmıştın mütalaada konuşuyorum diye, o konuşan ben değildim, yanımdakiydi ağbi!’ Olayı dün gibi hatırladım: Mütalaa Başkanlarının birinci görevi, farklı farklı sınıflarda okuyan parasız ve paralı yatılı öğrencilerden oluşan sınıfı, üç saat akşam, bir saat de sabahları susturmak, sakin ve huzurlu ders çalışma ortamını sağlamaktı.
İşte yine böyle bir akşam orta sıranın en sonundaki üç öğrenci, ki orta kısım bir veya iki öğrencileriydi, yani on iki- on üç yaşlarındaydılar, bir türlü susmuyorlardı. Defalarca uyarmama rağmen, sessizliği sağlayamıyordum! Uyarı, tehdit; sonuç yok! Oradan bir konuşma geliyor, ben kürsüde oturuyorum. En son aklıma bir fikir geldi; önümdeki kitabı okuyor gibi yaptım, göz ucuyla takip ettim, önündeki çocukların arkasına saklanarak konuşan birini tespit ettim ve öfkeyle gidip hafifçe bir tokat patlattım, sessizliği de sağlamış oldum!
Yusuf’un anlattığı olay buydu ve yirmi iki sene sonra itiraf ediyordu: ‘Ben değildim, yanımdakiydi!’ Dedim ki ‘Yusufçuğum bunu söylemekte biraz geç kalmadın mı, ama olsun! İşte sırtım, sen de vur, ödeşelim!’ Ödeştik, helâlleştik!
Adam Hobbs mu, Thomas Smith mi?
Son sınıfta Felsefe dersimize genç bir bayan (muhtemelen ilk öğretmenliği olmalı) gelmeye başladı. Bizim sınıf zaten Hababam sınıfından farksız; çok çok renkli arkadaşlar (ağbiler demek daha doğru) var. Bunlardan birisi de Hakkı Baba, nam-ı diğer ‘Fi Hakkı!’ Vaaz denemelerinde ‘fi tarihinde’ diye cümleye başlamasıyla ünlü. Zaten lakap da buradan mülhem. Dört-beş yıl üstlerden bize kalma olduğu için de, evli ve üç çocuk babası. İkinci lakabı ‘Baba Hakkı’ da oradan geliyor. O da bizim gibi parasız yatılı; babacan biri. Çok da seviyoruz. Bir gün bana dedi ki, ‘Fahri’ciğim senin Felsefen 9-10, ben 3-4 alıyorum, bu yazılıda aynı sırada oturalım, göz ucuyla senden biraz yardım alayım da ben de geçmeyi garantileyeyim!..’ Öyle yaptık, o derste ben onların sırasına geçtim, A,B,A… ikimiz de A’yız. Arada Mehmet Atılış var. Neyse her şey yolunda gitti.
Hafta boyunca yazılı kağıtlarımızı okuyup not veren hocamız, bir sonraki derste –hatalarımızı görelim niyetiyle- bize yazılı kağıtlarımızı dağıttı. Hakkı Ağbiyle ben, kağıtları görür görmez kürsüye fırladık, zira ikimizin de 1’er notu eksik hesaplanmıştı. Hocamız da ‘gelin gelin, ben de zaten ikinizi bekliyordum, nedir bu kâğıtlar böyle, yarısı aynı? Sıfır vereceğim size!’ demez mi. Meğer kırmızı kalemle aynı cümleleri de satır satır çizmiş. Neyse bizim foya meydana çıkmış oldu, bizde rezillik diz boyu. Hakkı Baba, yemin billah, ağbisinin trafik kazasında öldüğünü, üç yetiminin başına kaldığını (ne ilgisi varsa) anlattı da anlattı. Bayan hocamız da merhamete geldiyse de sormadan edemedi:
‘Her şeyi anladım da, bu Adam Hobbs da kim?...’ Meğer bizim Hakkı Ağbi, meşhur teorisyenlerden Adam Smith ile Thomas Hobbs’u aynı adam zannederek döktürmüş!
Ali Gezici’den Mülhem Endüstri Mühendisliğine…
1977 senesi. Adapazarı’nda bir tek özel dershane var. O günkü adıyla Büyük Dershane. Yüksel Büyükakten’in. Sonraları Tansel Dershanesine dönüşecek. Bir de MTTB dershanesi var; Ağa Camii karşısında. O günkü adıyla Akademi’nin (şimdiki adıyla SAÜ Mühendislik Fakültesi’nin) genç ve idealist asistanları bir dershane kurmuşlar, hafta sonları orada ders veriyor, bizleri ÖSYM’ye hazırlıyorlar. Fiyatı Büyük Dershanenin yarısı kadar.
Okulumuzun ünlü Matematikçisi aynı zamanda yatılılardan sorumlu müdür yardımcısı Ali Gezici ‘Fahri Tuna, baban haftaya bana gelsin!’ dedi, ilettim, geldi rahmetli babacığım, beraber Ali Beyin odasına gittik. Ali Bey babama, ‘Arif Ağbi, bu çocuk ya doktor ya mühendis olacak, ben kefilim, dershaneye göndermemiz lazım!’ deyince, babam da ‘ben yalnız adamım, Fahri’ye üniversite okutmamaya kararlıydım; ama mademki böyle diyorsunuz, okutalım artık. Yalnız Adapazarı dışına göndermem, haberin olsun’ sözleriyle rıza gösterdi. Ardından hafta sonları MTTB ÖSYM Kursu… Fiziğe Yılmaz Güney ve Mehmet Kaymak, Matematiğe İbrahim Özgür ve Cemalettin Kubat, Kimyaya Recep Akkaya geliyordu. Akademi asistanlarından Sami Güçlü ve Abdullah Gül ise ders sonraları bizi toplayıp çay ikram ediyorlar, bir yandan kitaplar hediye ederken diğer yandan idealizm yüklemesi yapıyorlardı.
O kursa devam eden elli kadar öğrencinin hemen hepsi bir yerleri kazandık, çok şükür! Ali Gezici yanılmamıştı; ÖSYM’den gelen belgede şöyle yazıyordu: Fahri Tuna, Sakarya Devlet Mühendislik ve Mimarlık Akademisi İşletme Mühendisliği Bölümünü (1982’de Endüstri Mühendisliği adını alacaktır) kazandınız… Okul birincimiz Geredeli Abdurrahman Özçelik de birkaç puan fazlasıyla aynı bölümü kazanmıştı.
15.03.2013
- Geri
- Ana Sayfa
- Normal Görünüm
- © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.