- Hakkımızda
- TYB Ödülleri
- Genç Yazarlar Kurultayı
- Kitaplık
- Ahlâk Şûrası
- Yazar Okulu
- Mehmet Âkif Ersoy
- Türkçe Şûrası
- Milletlerarası Şehir Tarihi Yazarları Kongresi
- Yayınlar
- Söyleşi
- Şube Haberleri
- Salgın Edebiyatı
- Haberler
- Şiir Şölenleri
- Mesnevi Okumaları
- Kültür & Sanat Haberleri
- Kültür Kervanı
- Kırklar Meclisi
- Duyurular
- Biyografiler

- İstanbul20°C▼
- Ankara15°C
- İzmir20°C
- Konya15°C
- Sakarya20°C
- Şanlıurfa23°C
- Trabzon17°C
- Gaziantep19°C
FOTOĞRAFIN BÜTÜNÜNE BAKABİLMEK

D. Mehmet DOĞAN
26 Mayıs 2021 Çarşamba 08:00
1914-1923 arasında zaman akışı
TYB Şeref Başkanı D. Mehmet Doğan’ın 8 Şubat 2020’de TYB Konya Şubesinin açılış faaliyetinde yaptığı konuşma, “Şehre Sözümüz Var” TYB Konya Şubesi 2020 Etkinlikler Kitabı’nın 19-50 sayfalarında yayınlanmıştır.
*
Bugün ele alacağımız konu öyle bir konu ki hepimiz biliyoruz. Hattâ ezbere biliyoruz; çünkü ilkokuldan itibaren bu konu her dönemde ders olarak önümüze geliyor. Ama onun da ötesinde bu dersin özeti diyebileceğimiz bir hikâye, bir millî mücadele hikâyesi, bir cumhuriyet hikâyesi mutlaka bizi buluyor. Televizyonda buluyor, gazetelerde buluyor, elektronik ortamda buluyor. Dolayısıyla konu her gün adeta gündemimizde doğrusuyla yanlışıyla; fakat doğrusuyla lafzını biraz usulen kullandım, pek doğrusuyla da gündemimize girmiyor.
Millî Mücadele Dönemi 1918, bazıları 19 diyor ama 18'de başlayan 23'te biten dönem. Onun arkasından gelen Osmanlı Devleti'nin yıkılışı, Cumhuriyetin kuruluşu dönemi ile ilgili çok kalabalık bir literatür var. Zengin demiyorum, kalabalık… Tahmin edemeyeceğiniz kadar kitap yayınlanmış; tabi bunun büyük çoğunluğu Türkçedir. Bir zamanlar 1981 yılında malum Atatürk'ün doğumunun 100. Yılında bununla ilgili bibliyografya yayınlanmıştır. İki kalın cilt tutuyor. 1981, aradan geçmiş otuz yıl. Şimdi herhalde bir raf dolusu bibliyografya; sadece kitap künyelerinden oluşan bir şey… Peki sonuçta ne var; sonuçta yine aynı masallar, aynı hikâyeler anlatılıp duruyor. O yüzden ben bu konu ile ilgili üzerime vazife olmadığı halde önce kendim tatmin olmak için, ya nedir bu işin aslı faslı diye, bu konuyla ilgili epeyce uğraştım, çalıştım. 1980’li yıllarda da dediğim gibi o zaman 100.Yıl Kutlama Komitesi diye resmî bir komite var. Kültür Bakanlığı koordinasyonunu yapıyor, Yavuz Bülent Bakiler müsteşar muavini, o da onun başkanı, sonra müsteşar muavinliğinden gitti ama yine ona devam ettirdiler. Biz de o zaman tabi Yazarlar Birliği daha kurulalı kaç yıl olmuş; hükümet değişince Türkiye Yazarlar Sendikasından davet ediyorlarmış, bizimkiler de demişler ki; biz de Yazarlar Birliğinden davet edelim. Ben gittim Türkiye Yazarlar Birliği adına. Orada da o zaman bu konunun büyükleri Enver Ziya Karal başta olmak üzere ilk resmî üniversiteden inkılap tarihi kitabını o yazmıştır. Ankara'daki inkılap tarihi kürsüsünde okumuştur. O da dâhil olmak üzere herkesle, bütün babalarla, büyüklerle tanışıldı. Zaten lisede benim tarih öğretmenim Enver Behnan Şapolyo idi. Çok kitabı olan müellif bir zattı. Tabi kitaplarının kalitesini falan tartışmayacağım. Aynı zamanda da tabi 1920’li yıllarda Ankara’ya gelen genç bir öğrenciydi. O zamanın havasını koklayan ve o heyecanı sürdüren birisiydi. Bu konulara aşinalığımızı zamanla tabi çok haşir neşir olmaktan öteye geçemedik. Ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihine Giriş diye bir kitaba dönüştü. 1938’e kadar gelen bir kitap. Yani Cumhuriyet döneminin aslında siyasî yapısını, Türkiye’deki işleyişi, ideolojiyi, bunları ele aldık ama tabi Cumhuriyetin öncesi var bir de. Cumhuriyet 1923 yılında kuruluyor. Peki tarih 1923'te mi başlıyor? Bazıları böyle diyor. Tarih 1923’te başlar, Cumhuriyet’ten öncesi tarihten sayılmaz. Tarih öncesi, tablet tarihi… Ama Cumhuriyet öncesinin iyi bilinmesi lazım ki, Cumhuriyet’in de doğru anlaşılabilmesi lazım. Kitabın başında da kısa bir bibliyografya koydum. Önce müstear bir imza ile yayınladım. Ben tabii kitap ilk yayınlandığında “Türkiye Cumhuriyeti Tarihine Giriş” kitabı, RTÜK’de bulunuyordum, resmî sıfatımdan ötürü müstehar bir imza ile, Ali Osman Eğilmez imzası ile, yayınlamıştım. Sonra e onu ele aldım tekrar yayınladım. Kronoloji kısmı bütün okuyanların dikkatini çekti. Kronoloji okunduğu zaman, bize o efsane olarak anlatılan birçok konunun efsane özellikleri ortadan kalkıyor.
Nedir o efsane ?
“Mustafa Kemal Paşa İstanbul'dan yola çıktı…” Hatta Falih Rıfkı Atay böyle biraz efsaneleştiriyor onu. Mustafa Kemal Paşa'nın muharriridir o, baş yazarıdır. Hatıralarında onu anlatmıştır, ama bütün bu hatıralar filan seçilerek anlatılmış hatıralardır ve ona göre yazılmış hatıralardır. İşte, “İstanbul’dan yola çıktı, İngilizler peşine düştü, gemi arızalı bir gemiydi, pusulası yoktu, Samsun'a çıktı, muazzam bir karşılama oldu...” gibi böyle hikâye sürüp gidiyor.
Bu hikâyenin böyle olmadığına dair o kadar çok malumat, bilgi var ki onların hiçbirisi kâle alınmıyor ve zaten bunların varlığı uzun müddet de adeta bilinmiyor, saklanıyor idi. Yani onlar hiç yokmuş, bu anlatanlar sadece doğruymuş gibi…
Mustafa Kemal Paşa Cumhuriyeti ilan ettikten birkaç sene sonra, birtakım inkılapları da yaptıktan sonra, bilhassa ittihatçıların sevgisi ile rekabet edebilecek bir potansiyele sahip olduğunu düşündüğünden bir tasfiye hareketi yaptı.
Bu nedir?
İzmir Suikastı’dır. Böyle bir suikast olmamıştır ama böyle bir tertip olduğu anlaşılıyor. Bütün ittihatçıların babalarını, önemli isimlerini, Doktor Nazım, Maliye Nazırı Cevat önemli isimler de dâhil olmak üzere hepsini ikna etti. Yani İstiklâl Mahkemeleri kanalıyla ortadan kaldırdı. İşte bunun akabinde de, o dönem biraz şeye rastlıyor, yani biz İngilizlere Musul’u verdik, Lozan'da vermedik burası şeye dahildir diye, ama Lozan’da İngilizler dediler ki, bunu sonra görüşelim filan diye klasik bir müzakere taktiği uyguladılar ve biz Musul ile Kerkük’ü verdik. Bu temizlik hareketleri bu müzakerelerden sonra oldu. Ve arkasından da Mustafa Kemal Paşa meşhur Cumhuriyet Halk Partisinin Kurultayında, Umumi Heyetinde, eskiden öyle denirdi, “Büyük Nutuk” denilen meşhur nutkunu okudu. Tabi bu bir yazılı metindir ve okunması beş gün kadar sürüyor. Bir genel kurul düşünün ki, bir metnin okunması 5-6 gün sürüyor. Bu metin aslında Mustafa Kemal Paşa’nın bir taraftan müdafaası, savunması, diğer taraftan da kendi tarihini kendisinin yazmasıdır.
Nutuk okuyan var mıdır, pek okuyan yoktur da, ben mecburen okuduğum için, ama başlangıcını belki bilirsiniz, “1919 senesi Mayıs'ının 19. günü Samsun'a çıktım. Genel vaziyet ve manzara-i Umumiye…” diye bir başlangıç vardır. Ondan sonra da efendim Padişah şöyleydi, İstanbul böyleydi diye bir manzara çizer ve Samsun’a çıktım, diye başlayan bir Nutuk bu...
Mustafa Kemal Paşa bu Nutuk’a göre Samsun’a kendi iradesi ile çıkmış oluyor. Bu işi ben tasarladım, ben icra ettim, demeye getiriyor. Fakat 1919’un 19 Mayıs'ında başlayan bu yolculuğun başlangıcının öncesinde birtakım safhalar var ve Mustafa Kemal Paşa seçilen birisi, yani İstanbul hükümeti veya İstanbul Osmanlı merkezi Mondros mütarekesi'nden sonra nasıl bir sonuç alıcı faaliyet içinde olabilir düşüncesi içinde, ne yapmalıyız, ne yapalım ki bu kötü durumdan kurtulalım, alt edelim? Öyle bir düşünce içinde bir takım şeyler yapmaya çalışıyorlar. Bunlardan birisi de genç ve mutedil bazı kumandanları Anadolu'ya göndermek, mesela ilk önce gönderilenlerden birisi Ali Fuat Cebesoy’dur. O da Mustafa Kemal Paşa gibi tuğgeneral’dir. Sonra Kazım Karabekir vardır. Mersinli Cemal Paşa vardır, o biraz daha yüksek ferîk rütbesinde, yani Orgeneraldir ve Konya'da bulmuştur. Mustafa Kemal Paşa sonradan belki de en son gönderilen odur. Sonra Vahdeddin’in kendi iddiası da bu yöndedir. “Ben genç ve işe yarar kumandanlarımı hep Anadolu’ya gönderdim...” diyor. Bunların içinde Mustafa Kemal Paşa'nın özel olarak gönderildiğine dair elimizde bilgi var, kaynak var. Bunu doğrulamak istediğiniz zaman birçok kaynaktan doğrulayabiliyorsunuz. Son olarak da Murat Bardakçı'nın yayınladığı “19 Mayıs Bir Devlet Operasyonu” kitabı var. Orada birçok belgeyi yayınlamış. Yani Osmanlı devleti kendisine bir yol arıyor, taraflardan birisi bu. Yani Osmanlı merkezinin bir program çizme gayreti var. Diğer taraftan bizim hasımlarımız; asıl bizi 1. Dünya Savaşı'ndan mağlup etmiş görünen itilaf devletleri: İngiltere, Fransa ve İtalya. Bunlara Rusya da dâhildi ama Rusya'da Bolşevik İhtilâli olduğu için Rusya sahneden çekilmek zorunda kaldı. Yoksa Rusya büyük paylaşımdan bizi en çok rahatsız edecek payı alan, ayrılan devlet oldu. Nereleri aldı? Mesela boğazları ve İstanbul Rus Çarlığına veriliyordu. Erzurum, Kars, Ardahan, Batum; Batum sonradan verilmiştir ama Batum’un merkezi verilmiştir, Artvin bize kalmıştır. Hattâ Trabzon’a kadar olan bir alan onlara veriliyor. Tabi Rusya’da Bolşevik Devrimi olunca, Bolşevikler bu İngiltere merkezli anlaşmaları ifşa ettiler. Bir beyannâme yayınladılar; “İslâm Âleminin Emekçilerine Beyannâme” diye ve böyle bir anlaşma olduğunu, bu anlaşmaları tanımadıklarını bildirdiler. Yani bu büyük paylaşımı kabul etmediler.
İngiltere asıl aktör; aşağı yukarı 200 yıldır dünyanın asıl aktörüydü, bir deniz devleti. Bu deniz imparatorluğu dünyanın en büyük sömürge gücü oldu. 18. Yüzyıldan itibaren genişledi. 19. Yüzyılda Hindistan gibi büyük bir kıtayı, dünyayı adeta, onun dışında Afrika'da ve diğer Asya ülkelerinde birçok bölgeyi sömürgeleştirdi. Afrika’da Mısır'a kadar uzandı. Mısır, Osmanlı’ya bağlı bir valilik; orayı kontrol altına aldı ve İngiltere dünyanın hükümran gücü. 1.Dünya Savaşından sonra da, 1918’den sonra da bu böyle idi. Oyun kurucu İngiltere idi. İngiltere 19. Yüzyılın ilk çeyreğinde, yani 1820 li yıllarda Rusya'nın kuzeyde güçlenmesi, bir taraftan Türkistan'a sarkması, Türkistan'dan Hindistan'a doğru giderek, Kafkaslar’a sarkması ve Balkanlar'a sarkması; dolayısıyla sıcak denizlere doğru bu genişlemesi karşısında Osmanlı Devleti'ni ayakta tutma politikası takip etti. Ne zamana kadar? Sultan Abdülhamid Dönemi’nin saltanatının başlangıcına kadar. Abdülhamid Döneminde, Abdülhamid'in takip ettiği siyaset her bakımdan, yani Abdülhamid Dönemi; Osmanlı Devleti'nin bir canlanma, tazelenme, güç toplama dönemi, dünyada da etkili olma dönemidir. Bu dönemde İngilizler artık 1890'lı yılların sonunda bir strateji değişikliğine gittiler. Rusya'ya karşı Osmanlı’yı desteklemektense Rusya'yı da işin içine alan bir paylaşma antlaşması planladı. Yani Osmanlı Devleti'ni paylaşmak, İslâm dünyasının merkezini çökertmek. İslâm dünyasında bir ümit Adası olarak Osmanlı devleti duruyordu ve bütün İslâm dünyası Osmanlı hilafetine gözünü çevirmişti ve bütün sömürgeci ayaklanmalar, bilhassa Hindistan'da Hilâfet Komitesi çok güçlü bir durumdaydı. Hep Hilâfet üzerinden bu anti sömürgecilik faaliyetleri sürdürüyorlardı. İngilizler, Osmanlı Devleti'ni yıkma, Hilâfet’i yok etme konusunda yeni bir siyaset geliştirdiler, strateji ortaya koydular ve bunun uygulaması için fırsat da 1.Dünya savaşı oldu.
1.Dünya savaşı öncesinde, Savaş geliyorum diyor, iyi kötü bunu herkes biliyor. O yüzden ittihatçılar bütün Avrupa başkentlerinde ittifak arayışında bulundular. Londra’ya gittiler, Paris'e gittiler, hatta Moskova'ya gittiler, hepsinden yüz geri edildiler. Ne İngiltere’de, ne Fransa’da ne de Rusya’da bir ittifak kuramadılar. Dolayısıyla İttihatçılara biraz da Almanya kaldı. Yani Avrupa’da ittifak edebilecek bir güç, Almanya kaldı. Belki bu ittihatçıların da işine geliyor olabilir. Zaten onlar da Alman tarafına biraz yakın duruyorlardı. Ama kesinlikle İngiltere ve onunla birlikte hareket eden ülkeler, Osmanlı Devleti ile işbirliğine, ittifaka yanaşmadılar. Hattâ bugün biraz bu F-35'e benzer bir şey var o zaman da; biz İngiliz tersanelerinde yapılmak üzere gemi sipariş etmişiz, paralarını ödemişiz, Donanma Cemiyeti yardım toplamış sağdan soldan; fakat İngilizler, bunu biliyorsunuz, yapılmış gemilerin paraları alındığı halde vermediler. Biraz bugüne benziyor. Bugün de Rusya yine denklemin içinde, bilmem ne karışık kuruşuk bir dönemdeyiz. Fakat Rusya biraz ileri geçti bu sefer, Akdeniz'e indi. Suriye'ye kadar, hattâ Libya’ya kadar gitti. Bir acayip dönemde bulunuyoruz. İşte o sırada İngilizler, yani 1.Dünya savaşı sona erdikten sonra çeşitli anlaşmalarla Savaş sonrasını düzenlediler, tanzim ettiler. Bunlardan biri de ister istemez Osmanlı devleti ile yapılacak anlaşma idi. Önce mütareke var. Mütareke 1918’in 30 Ekim’inde yapıldı. Mondros’ta bir gemide yapıldı ve Rauf Bey katıldı. Rauf Bey İngiltere’de, Amerika’da okuduğu için iyi İngilizcesi olan bir denizcidir ama askerlik mesleğini bırakmıştır. Biraz siyasete yatkın olduğu için, biraz da Mustafa Kemal Paşa'nın da teklif ettiği isimlerden biri olduğu için belki de Mondros’a gönderilmiştir. Mondros Mütarekesi Rauf Bey’in dediğine göre, ya bizim imzaladığımız şey bu değildi, bunun ötesine geçildi deniliyor. Bu da doğru olabilir, olmayabilir de. Netice olarak Türkiye'de bir takım bölgelerin işgaliyle neticelenmiştir. Önce İngilizler güneyde bazı vilayetlerimizi, işte Antep’i, Urfa’yı, Maraş'ı, vs. işgal etmişlerdir. Sonra Fransızlar’a bırakmışlardır. Fransızlar Adana'ya kadar geliyorlar. İtalyanlar işte Antalya’ya geliyorlar. Bu üç devlet aynı zamanda İstanbul'a da asker gönderiyorlar fakat büyük bir işgal kuvveti değil. Yani esasen sembolik bir işgal kuvvetidir. Burada tabi şuna bakmamız lazım; yani İngiltere burada bulundurduğu askerlerle bizimle savaştı mı? Bizim İngilizlerle bir savaşımız olmadı Anadolu’da. Hiçbir yerde bir İngiliz askeri bile öldürmedik. Onlar bizim askerimizi öldürdü. İstanbul’da mesela Bayezit’te şeyi bastılar, mızıkacı askerleri öldürdüler. Bunlar da savaş değil yani.
Fransızlarla savaşımız olmadı. Diyeceksiniz ki Maraş var Antep var, filan. Bu bölgelerdeki Ermenilerden devşirilmiş olan, Adana'da da öyledir, onlarla bizim bir çatışmamız var. Bugünlerde de biliyorsunuz Maraş'ın kurtuluşuna yakın günlerdeyiz; yanlış hatırlamıyorsam 12 Mart. Maraş ciddi bir Kurtuluş mücadelesi verdi. Bakın Maraş Kurtuluş mücadelesi verirken Büyük Millet Meclisi filan yok ortada. Yani meclis daha açılmadan üç ay önce Maraş kendini kurtardı. Urfa'da aynı şekilde Nisan ayında yine meclis açılmadan yapmıştır bunu. Antep bunu yapamadı, yani Antep maalesef işgal kuvvetlerine direndi ama sonunda teslim oldular. Bir iki yıl gecikti Antep'in kurtuluşu. Dolayısıyla da Fransızlarla da bizim ciddi bir doğrudan çatışmamız yok. İtalyanlarla hiç yok zaten. Ayrıca da bu güçlerin kendi aralarında hesaplaşmaları var. Ne kaldı geriye biz onunla savaşmadık, bununla savaşmadık? Bir Yunanlılar kaldı. Yunanlılar da kendi iradeleriyle Anadolu’ya çıkmadılar. Yani Yunanistan'ın Anadolu'ya çıkmak için taahhüt eden, teşvik eden İngilizlerdir. Hani vekâlet savaşı diye bir şey var ya, bir vekâlet savaşı aslında Anadolu'daki savaş. İngilizler bunları İzmir'den Batı Anadolu'nun belli bir bölümünü muhtemelen hedefleyerek, yani nüfus olarak da mesela İzmir kalabalık durgun nüfusuna sahip, o zaman Aydın vilayeti içinde. Teşvik ettiler, onlarda Venizelos diye bir başbakan var. O da kendi siyasetine uygun buldu. Böyle bir hata işledi. Bu bir büyük hata Yunanlılar için. Neden büyük bir hata? Müttefikler oturdular, San Remo’da yanılmıyorsam şunu konuştular: Biz Anadolu’yu ne kadar askerle tutabiliriz? Aşağı yukarı 28 tümen asker gerekiyor. Halbuki bütün Yunan ordusu, bütün kolluk kuvvetleri 14 tümen tutuyor. Yani yarısı. Bütün Yunan ordusunu Anadolu’ya çıkarsalar Anadolu’yu ele geçirmeleri mümkün değil. Yani sonucu baştan belli olan belli olan bir savaş, birincisi bu. İkincisi 1.Dünya savaşı sırasında Yunanistan'da ciddi bir ikilik ve iç çatışma var. Yunan Kralı Alman asıllıdır. 1820’li yıllarda Yunanistan’ın bağımsızlığını batılılar sağladığı zaman oraya bir Yunan kralını uygun durmadılar. Çünkü krallar asil oylardan olur. Yunanlılarda da böyle asalet masalet olmadığı için o zamanki Alman imparatorunun akrabalarından birini Yunan kralı olarak tayin ettiler. Ve Yunan Kralı o soydan geldiği için 1.Dünya Savaşı'nda Alman taraftarıydı. Başbakan Venizelos da İngiliz taraftarıydı. Müthiş bir çatışma. Düşünün şimdi bir ülkede en başta bulunan ister kral olsun ister cumhurbaşkanı olsun bir ülkeye yönelmiş, hükümeti yöneten başbakan ise diğer bir ülke tarafını tutuyor. Müthiş bir çatışma oldu ve Venizelos Atina'yı terk etti, Selanik'te başka bir hükümet kurdu. Yani böyle bir ülkenin askerlerinin başka bir ülkeyi değil istila etmek, orada savaşmak için bile yeterli psikolojik gücü olamaz. Nitekim şöyle oldu. Yunan Kralı Eskişehir’e askerlerini teftişe geldiğinde Yunan Kralı aleyhine ciddi tezahüratlar yapıldı Yunan askerleri tarafından. Velhasıl kelâm; içinde böyle ihtilaf bulunan bir ordu var. Yani Yunanlıların en fazla nereye kadar gidebileceklerini İngilizler çok iyi biliyor. Yunanlıları yönlendirerek bir sonuç almak üzerine bir sistem kurduğunu düşünüyorum.
Osmanlı merkezi ise buna karşı ne yapabiliriz, yani Anadolu'yu nasıl ayağa kaldırabiliriz, bir direnç oluşturabiliriz, onun çabası içindedir. İşte Mustafa Kemal Paşa’nın görevlendirilmesi böyle bir çerçevenin içinde olmuştur. Bürokrasiyi bilenler bilir. Bir yazışma en alttan başlar; şube müdürü imzalar, onun üstündeki müdür, daire başkanı, genel müdür, başbakan, cumhurbaşkanı derken karar çıkar, kararname olur. O zaman ferman oluyordu. Aşağıdan yukarıya doğru bütün derecattan geçiyor, işte Erkan-ı Harbiye, şimdi genelkurmay diyoruz, ondan sonra Sadr-ı âzam, Sadr-âzamdan sonra da Padişahın imzaladığı bir ferman bu. Bir görevlendirme fermanı. Mustafa Kemal Paşa da zaten başlangıçta böyle diyor: “Memur edildim.”
Erzurum Kongresindeki konuşmasında diyor ki; TBMM’nin açılışından bir gün sonra 24 Nisan’da Mustafa Kemal Paşa'nın küçük nutku var. Ben buna küçük nutuk diyorum. Burada gerçeği konuşuyor: “Samsun’da işe başladım.” diyor. Yani buna bir iş vermişler, Samsun’a geliyor ve işe başladım, diyor. Erzurum Kongresi'nde ise daha önce “Memur edildim.” diyor. “Anadolu’daki memuriyetimin bilhassa İngilizler tarafından hazm-ı tahammül olunmayacağı, devletin ileri gelenlerine söylemiş ve bir vesile ile Padişah’a da arz etmiş idim.” Bütün bu olup bitenlerden onun da haberi var. Yani biz konuştuk, anlaştık, neler olabileceği üzerinde de konuştuk. İngilizler şöyle yaparsa, biz böyle yaparız, istifa ederiz, bütün bu alternatifleri konuştuk, diyor... Biz Damat Ferit Paşa ile kavgalı bile görünsek bunun bir sebebi var ve biliyor herkes. İkinci bölüm daha önemlidir. Bu konudaki sırlar haberleşmelerin mukaddes padişahın şahsıyla ilgili arzların ve görüş alışverişinin şimdilik yayılması uygun olmayıp inşallah-u Teâlâ mübarek vatan ve milletin filen kurtuluşa erdiğini idrak edince kitap halinde bu kongrenin muhtevasını teşkil eden zevata hatırat-ı millî olarak takdim edilecektir. Yani diyor ki; biz padişahla anlaştık, bu bir sırdır, bu sırrı şimdi açıklayamam. Zaferi kazanınca hiç merak etmeyin bunu kitap olarak yazacağım ve bu kongreye katılan herkese vereceğim. Padişah ile aralarında bir sır var. Bu sırrın ne olduğu aşağı yukarı bellidir. Mustafa Kemal Paşa her adımda şunu söylüyor: Vatanı, milleti, Hilafet ve saltanatı kurtarmak için bu yola çıktık. Erzurum Kongresi'nde de bunu söylüyor, Sivas Kongresinde de bunu söylüyor, Ankara'da Büyük Millet Meclisinin açılışında da bunu söylüyor. Ve bunun üzerine yeminler var, vallahi de billahi de filan diye. Millî Mücadele'nin temel stratejik metinlerinden birisi yine Mustafa Kemal Paşa tarafından yazıldığını zannettiğim bir metindir. Ondan bahsedeceğim size. Tam da 100 yıl önce bugünlerde yani Ocak ayının sonlarında Ankara'da Mustafa Kemal Paşa'nın yayınladığı Hâkimiyet-i Millîye gazetesinde -ki başyazıdır- başyazının başlığı: Hilafet ve Âlem-i İslâm’dır. Yani Hilâfet ve İslâm Dünyası’dır. Bu başyazının Mustafa Kemal Paşa tarafından yazıldığını tahmin ediyoruz. Yazılmamışsa bile onun yazdırdığını, dikte ettirdiğini veya onun verdiği çerçeve içinde kaleme alındığını tahmin ediyoruz. Buna hiç kimse itiraz edemiyor, çünkü Hâkimiyet-i Millîye gazetesinde böyle metinler var. Bu metinlerden birisi de “Hilâfet ve Âlem-i İslâm” dediğimiz bu başyazıdır.
Bu başyazının esası şudur: 27 Ocak Hakimiyet-i Millîye’de yayınlanmıştır. Bu başyazıda deniliyor ki; Bizim 1.Dünya Savaşındaki durumumuzla ilgili önde gelen aydınlarımızın, yöneticilerimizin işe yarar bir dönüş geliştiremediklerini görüyor ama Londra’da yükselen İslâm sesi işte bu konuda çok sağlam bir görüş orta koyuyor. Nedir bu Londra’daki İslâm sesi? Bir Hilâfet Komitesinin Londra’daki merkezinden yapılan açıklamalar. Hindistan’da çok güçlü bir Hilâfet akımı var. Bu akım Osmanlı Devleti’nin geleceği ile ilgili İngiltere'ye sürekli baskıda bulunuyor. Sömürge nazırlarının hepsinin korkusu Hint Hilâfet Komitesi’nin bu baskıları. O zaman Hindistan’dan Pakistan ayrılmadığı için Müslüman nüfusu Hindistan’da daha baskın. Şimdi mesela diyelim ki insan nüfusu bir milyar, bir milyar 300 bin filan diyorlar. Belki 300 milyonu Müslümandır. O zaman iki taraf Pakistan yani Bangladeş ve Pakistan’ı eklersek neredeyse yarıya yakınında bir Müslüman nüfus var ve Müslümanlar yüzyıllardır zaten Hindistan'ı yönetiyorlar ve Hint Hilâfet Komitesi’nin bütün toplantılarına meşhur Hint, ne diyelim ona pasif mukavemetçisi Gandi katılıyor ve konuşmalar yapıyor. Yani Hilâfet Komitesi daha sürükleyici anti sömürgeci mücadele için. İşte onlar bunu anladılar ve işin nerede düğümlendiğini, Hilâfet noktasında düğümlendiğini gördüler ve buna göre bir strateji geliştirmek zorundaydı. Bize bazı bu İngiliz gazetelerinde yazılıyor bu Hilâfet de nereden çıktı? Yani bundan 50 sene önce Hilâfet diye bir mesele yoktu dünyada, şimdi bu şimdi bu nereden çıktı diye yazıyorlar. Bunun sebebi gayet açık diyor, çünkü siz İslâm dünyasını bu son 50 yılda sömürgeleştirdiniz ve Osmanlı Devleti'ne karşı da hâyâsızca saldırılarda bulmuyorsunuz, Hilâfet Merkezi’ne karşı. Bu da İslâm dünyasında bir uyanışa yol açtı.
Arkadaşlar bu gerçek anlamda bir strateji belgesidir. Millî Mücadele tamamen dini bir muhteva üzerinde yürütülmüştür. Bu yazıda olduğu gibi daha sonraki beyannâmelerde Büyük Millet Meclisi'nin açılış şeklinde, Büyük Millet Meclisinin açılmasından sonra yayınlanan bütün beyannamelerde açık olarak ifade edilmiştir. Buna örnek, Mehmet Âkif'in Ankara'ya davet edilmesidir. Millî Mücadele için Ankara'ya ilk davet edilen belki de tek davet edilen kişi Mehmet Âkif’dir. Niye Mehmet Âkif davet edilmiştir? Mehmet Âkif İslâm şairi sıfatıyla bilinmektedir. Mehmet Âkif 1911’den itibaren bu Sebîul Reşâd’da, Sırat-ı Müstâkîm’deki yazıları ve Safahat’ın ilk ciltleri yayınlandıktan sonra İslâm şairi şöhretiyle hem Osmanlı sınırları içinde Osmanlı sınırları dışında bilinmektedir. Ve Mehmet Âkif Ankara’ya İslâm şairi olarak davet edilmiştir. Ankara'ya gelişi de Mustafa Kemal Paşa'nın çıkardığı Hakimiyet-i Millîye gazetesinde haber olarak yayınlanmıştır. Haberin başlığı da İslâm şairi Akif Bey’dir. Mücadele dinî bir muhtevada yürütüleceği için Mehmet Âkif'e, onun çıkardığı dergiye ve onun arkadaşlarına ihtiyaç olmuştur. Yoksa işte adam Yahya Kemal’i de davet edebilirdi, işte başka o zamanın ünlü şairlerinden, yazarlarından başkalarını da davet edebilirdi. Bilerek ve isteyerek Mehmet Âkif davet edilmiştir ve onun meydana getireceği Anadolu'daki heyecana ihtiyaç duyulmuştur. Millî Mücadele süresince de bu muhteva devam etmiştir. Ne zamana kadar? Büyük Zafer kazanılıncaya kadar, hattâ Lozan Müzakereleri belli bir seyre gelinceye kadar. Yani dinî muhteva Lozan Müzakereleri belli bir seviyeye gelinceye kadar hep kuvvetli olmuştur. Bize Mustafa Kemal Paşa’nın meşhur Balıkesir Hutbesi denilen Salı günü yapılmıştır. Herkes bunu Cuma hutbesi zannediyor. Bu Salı günü camide yapılan bir konuşmadır. O Metin 1923 yılının yaz aylarında yani Lozan müzakeresinden 2- 3 ay önce yapılmış bir konuşmadır. Ama Lozan’ın ikinci safhasında Lozan belli bir noktaya gelmiştir. Emperyalistlerle anlaşma belli bir çerçeve kazanmıştır ve ondan sonra muhteva değişikliği olmuştur. Yani Millî Mücadele'yi bize kazandıran bütün unsurlar ne varsa bize güç veren ne varsa hepsi 1923'ten itibaren geri plana itilmiş, terkedilmiş hattâ kısmen bunlarla mücadele edilmiştir. Millî Mücadele dinî muhteva ile sürdürülmüş, camiler harekât üssü olarak kullanılmış, tekkeler Millî Mücadele'ye ciddi şekilde destek vermiştir. İstanbul'dan Anadolu'ya geçirilecek birçok isim, mühimmat, silah, tekkeler aracıyla geçirilmiş ve bütün bu Millî Mücadeleyi destekleyen unsurlar, işte cumhuriyetten sonra ötekileştirilmiş, düşmanlaştırılmış ve Türkiye farklı bir yola girmiştir. Başka bir amaçla başlayan mücadele sonunda başka bir formatta, başka bir biçime sokulmuştur. Cumhuriyet böyle bir dönüm noktasıdır. Cumhuriyete giden yol için, şimdi tabii bitmiş bir savaş üzerinde konuşulduğu için şu deniyor: Mustafa Kemal Paşa baştan itibaren Cumhuriyetçiydi. Samsun’a onun için çıktı. İşte Erzurum'da öyle yaptı, Samsun'da böyle, bilmem işte Sivas'ta, Mecliste bütün fikri buydu. Mustafa Kemal Paşa'nın hiçbir konuşmasında Cumhuriyet ilan edilinceye kadar Cumhuriyet lafı yoktur. Yani burada şunu göz önünde bulundurmamız lazım. Mustafa Kemal’in esas fikri buydu da o zaman şartlar uygun değildi. Bu konuda bir şey demeyeceğim, yani ahlâkî olarak bu zaten belli bir çerçevede ele alınabilecek bir konum, ama ben öyle olmadığını düşünüyorum.
Mustafa Kemal Paşa'nın siyaset için şöyle bir tarifi var: “Siyaset mümkün olanın sanatıdır.” Mümkün olanı Mustafa Kemal Paşa kurguladı. Önce mümkün olan neydi? Memleketi, milleti kurtarmakla beraber İstanbul’u kurtarmak, Osmanlı Devleti'ni kurtarmaktır. Yani Osmanlı Devleti üzerinden mücadeleyi yürütmekti ama mücadelenin bir safhasından sonra şartlar değiştiği için bu sefer başka bir güç merkezi etrafında bir kurgulama yapıldı. Bunun ipuçlarını ta şeyde buluyoruz: Mesela 1919'un böyle kasım ayı falan alabilir, Rawlinson diye Erzurum'da bir yarbay vardı İngiliz temsilcisi ve İngiltere Dışişleri Bakanı Lord Curzon’un yeğeniydi. Kazım Karabekir'i ziyaret ediyor. Kazım Karabekir orda 15. Kolordu kumandanı. Diyor ki: “Niye böyle şey yapıp duruyorsunuz? Cumhuriyet ilan edin, size her türlü desteği verelim. Biz endişe ediyoruz, yani bu Osmanlı merkezi bize her an ihanet edebilir ve dolayısıyla bunlara güvenmediğimiz için siz Cumhuriyeti zaten biliyorsunuz. Bu krallıkların imparatorlukların modası zaten geçti. Siz böyle bir yola girin.”
Dehşet hissediyor bundan Kazım Karabekir. Nasıl böyle bir şey söyleyebilir falan diye ve hemen telgrafla Mustafa Kemal Paşa'ya bildiriyor. Mustafa Kemal Paşa da ona cevaben diyor ki, “Çok münasip cevaplar vermişsin, bizim böyle bir düşüncemiz yok. Biz Hilâfet, saltanat için mücadeleye devam edeceğiz.” diyor. Ama bunun herkesin zihninin bir tarafına yazıldığını düşünmemiz lazım. Yani İngilizler Osmanlı Devleti'ni yıkmak istiyor, bundan şüphemiz yok. Hilâfeti yok etmek istiyor, bundan asla tereddüt yok ve bu amaçlarına nasıl ulaşacaklarını düşünüyorlar. Bunun için de Yunanlıları kullanıyorlar ve Anadolu'da yeni bir güç merkezi, iktidar merkezi oluşmasını sağlıyorlar neticede. İki iktidar merkezi olunca bunların hangisini seçecekler? Hep bizim inkılap tarihlerinde deniliyor ki, “İngilizler padişahı desteklediler, saltanatı desteklediler, şunu desteklediler, bunu desteklediler…”
Kemal Tahir bunun zıddına yazıyor. Tarih notlarını okuyan varsa, Kemal Tahir bu işlere önem veren, romancı olmasına rağmen bu konuları çok derinlemesine araştıran birisidir o diyor ki; “Bunu nereden çıkarıyorsunuz? Niye padişahı desteklesinler ki? Padişahı destekliyor görünmek dahi padişahın lehine bir şey değil zaten destekler görünüyorlar, destekler göründükleri için padişah aleyhinde bir sürü şey yapabiliyorsun.” Yani İngilizler padişahı da desteklemiyoruz, Ankara'yı da desteklemiyoruz, deselerdi çok farklı sorunlar çıkabilirdi. Doğrudan padişahı destekliyormuş gibi görünüp ama gerçekte desteklemediler ve netice olarak millî Mücadele'nin meşhur Afyon'daki büyük taarruzdan sonra, kesin zaferden sonra, artık girilecek yol aşağı yukarı belli oldu. Bu Büyük Zafer için de şunu söyleyelim.
Başkumandanlık Meydan Muharebesi deniliyor. Yunan ordusunda bir tane general var. Bizim eski tabirle Paşa Trikopis, o da tuğgeneral. Rivayete göre Trikopis’in rütbesi artırılmış ve başkumandan yapılmış. Acelesi vardı, Yunanistan'a döndü, Yunan kuvvetlerinin gerçekte başkumandanı yok ve Trikopis mecburen en üst rütbede kumandan olduğu için. O kumandan oluyor ve Trikopis tek başına Yunan ordusunu sevk ediyor, edemiyor daha doğrusu. Peki, bizim ordu? Bizim orduda bir tane mareşal var, 10 tane de general var. Bunların bir kısmı ferik rütbesinde, yani şimdiki orgeneral rütbesinde kumandanlar. Profesyonel bir oldu; bir sürü savaşa katılmışlar, kazanmışlar, kaybetmişler, çok tecrübeli askerler. Yunan ordusunda ise böyle bir şey yok. Yabancı uzmanlar diyorlar ki; “Ya amatör bir orduyla profesyonel bir ordu savaşıyor.” Yani Yunanlılarla bizim savaşımız amatör bir orduyla profesyonel bir ordunun savaşından ibarettir. Savaş sonrasında olup bitenler üzerinde uzun uzun sormak gerekiyor, yani ayrıntılara girmek gerekiyor. Oraya fazla girmeyeceğim, burada bağlayacağım.
Ezcümle; burada Osmanlı Devleti merkezli başlayan bir süreç, belli bir zaman geçtikten sonra Osmanlı merkezini bırakıp farklı bir mecrada yürümeye başlıyor. Hikâye bu. Yani Osmanlı merkezinin tasarladığı gelişmeler başta oluyor, fakat güç yavaş yavaş Anadolu'da Ankara'da toplandıktan sonra da gelişmeler farklı bir seyir takip ediyor ve bu Osmanlı Devleti'nin yıkılmasına, Hilâfetin kaldırılmasına kadar devam eden bir seyir…
Konya'da olmaktan memnuniyet duyuyorum doğrusu. Bizim Konya Şube gerçekten çok güçlü bir şube. Konya bugüne kadar çok büyük faaliyetler gerçekleştirdi. Doç. Dr. Halil Ürün Belediye Başkanımız zamanından itibaren, sağ olsun, ilçe belediyelerimiz de destekledi. İlk defa Konya evini bize veren de odur. Konya şubenizin bereketli faaliyetlerinden birinde bulunmak, açılışında bulunmak beni gerçekten bahtiyar etti. Hem de eski başkanlarımıza hem yeni başkanımıza huzurlarınızda teşekkür ediyorum.
- Geri
- Ana Sayfa
- Normal Görünüm
- © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.