- Hakkımızda
- TYB Ödülleri
- Genç Yazarlar Kurultayı
- Kitaplık
- Ahlâk Şûrası
- Yazar Okulu
- Mehmet Âkif Ersoy
- Türkçe Şûrası
- Milletlerarası Şehir Tarihi Yazarları Kongresi
- Yayınlar
- Söyleşi
- Şube Haberleri
- Salgın Edebiyatı
- Haberler
- Şiir Şölenleri
- Mesnevi Okumaları
- Kültür & Sanat Haberleri
- Kültür Kervanı
- Kırklar Meclisi
- Duyurular
- Biyografiler
07 Kasım 2025- İstanbul16°C▼
- Ankara10°C
- İzmir14°C
- Konya8°C
- Sakarya14°C
- Şanlıurfa15°C
- Trabzon14°C
- Gaziantep13°C
HAYAT İKİ TEKERLEKLİ BİSİKLETE BENZER
Rasim Özdenören, insanlarla iletişim kurmamız için onca sebebin var olduğunu yazmış ‘İpin Ucu'nda.

İşte yine bir Rasim Özdenören kitabı elimde. Birazdan okumaya başlayacağım İpin Ucu’nu. İster istemez heyecanlanıyorum. Acaba bu sefer nelerle karşılaşacağım? Kendimde olan nelerin ayrımına varacağım? Hayatın hangi yüzüyle, hangi benzetmelerle, hangi önermelerle beni buluşturacak kita? Çünkü usta yazar öyle sağlam temelli çıkarımlar yapıyor ki katılmamak elde değil.
Bu dünyada yalnız değiliz
İki kişiyi bir araya getiren, iletişim kurmalarını sağlayan sebepler nelerdir? Bir ip olabilir mi mesela? Rasim Özdenören ipin bir ucunu biz okuyucuya veriyor, diğeri de kendinde kalıyor. Bizi kendi anlam dünyasında gezintiye çıkarıyor. Bu ip sayesinde onunla iletişim kurmuş oluyoruz. Tuttuğu ipin karşısında birinin olduğunu biliyor ve kendisiyle aynı tınıda titreştiğinin farkında. Eğer aynı dünyayı paylaşıyor, aynı secdeye varıyorsak aramızda böyle bir ipin varlığından söz etmek yanlış olmaz. Kendini çıkmaz sokaklarda, günahların içinde bulan insanların, yalnızlıklarına çare bulamadıkları için orada oldukları söylenemez mi? Oysa iletişim için bu ip metaforu yeter de artar bile.
Kitap yazarın çocukluk anılarından, bilinç altından, tahayyüllerinden, düşüncelerinden, gündelik yaşanmış olaylardan yola çıkarak hayata dair tespitler, çıkarımlar yapa yapa ilerliyor. Rasim Özdenören'in uzun mülahazalarıyla, her ayrıntıyı, her olası fikri tartıştığı denemeler okuyucuyu derin düşüncelere sevkediyor. 'Aslında bu benim de başıma gelmişti, ben de böyle düşünmüştüm' diyorum kimi yerlerde. Samimi bir üslupla yazılan kitap, yaşanmış olayları barındırdığı için hatıra okumaktan hoşlanan okuyucuda güzel bir lezzet bırakıyor. Yazar ilk hayal kırıklıklarını anlatıyor, pişmanlıklarını dile getiriyor ve bunların sonucunda edindiği tecrübeleri bizimle paylaşıyor. Kitap kimi yerlerde Rasim Özdenören'in esprili yönünü de ele veriyor.
İkiz kardeşlerin oyunları
Rasim Özdenören'in, ikiz kardeşi Alaaddin Özdenören ile dolu dolu çocukluk geçirdiğini kitaptan öğreniyorum. Arkadaşlarının içinde özel bir konumları olduğunu, kendi kendilerine çeşitli oyunlar icat ettiklerini, bisiklet sürme deneyimlerini, tatillerini nasıl geçirdiklerini, çocukluğunun geçtiği Maraş'ta bisiklete 'cin atı' dendiğini okuyorum. Önce hayalinde canlandırdığı şeyleri, gerçekte yaparken çok güçlük yaşamadığını yazıyor. Bunu çocukken keşfetmek ilginç bir zekanın ürünü olsa gerek.
Çocukluklarını sonuna kadar yaşadıkları, oyunlarından azami tatmin elde ettikleri halde, öğretmenin 'Okula oyuncaklarınızdan birini getirin' isteğine karşılık götürecek bir şey bulamamaları ilginç ve tezat bir durum geldi bana. Çünkü kendi düşüncelerine göre, eğer öğretmen istiyorsa bu, onların her gün oynadıkları 'bez top' gibi, at olarak kullandıkları sopalar gibi sıradan oyuncaklar olamaz. Daha farklı, okula götürmeye değer bir oyuncak olmalı. En sonunda evdeki bir bibloyu götürdüğünü okuduğumda çok gülmüştüm. Bu davranış biçimi, herhangi bir şeyin kendimiz için çok değerli olmasına rağmen 'acaba başkası ona değer verir mi ki' düşüncesinin verdiği tedirginlikten kaynaklanıyor sanırım.
Tecrübe, insanın hayal kırıklıklarının toplamıdır
Kitapta çocukluk anıları yer edince ister istemez kendi çocukluğumuza dönüp yazarınkiyle karşılaştırıyoruz. Ben bu varlık hakkında ne düşünmüştüm, ben nasıl keşfetmiştim onu, benzer olay karşısında ben nasıl davranmıştım gibi. Mesela bayramda alınan kıyafetler bir çocuk için ne anlama gelir? Hiç deniz görmemiş bir çocuğun hayalinde deniz nasıl bir şeydir? Başlangıcı ve sınırları var mıdır? Çocuk deniz ile karşılaşıp kenarlara sahip olduğunu yani sonlu olduğunu görünce hissettiği hayal kırıklığı değil de nedir? Yıldızları sevmek mümkün müdür peki? Yoksa iddia edilen bu karşılıksız sevgi, onların gökyüzünde oluşturduğu harikulade manzarayı seyrederken duyulan hazdan mı ibarettir?
1940'lı yılların çocukluğu ile bizim çocukluğumuz arasında elbette çok büyük farklar var. Sırf karşılıklı ilişkiye ve iletişime dayanan oyunları, meyveleri tabaktan değil de ağaçtan toplayarak tanımalarıyla bile günümüz çocuklarından daha şanslı oldukları ortada. Şimdi istediğimiz kadar teknolojiyle çevrili olsun etrafımız, keşfederek öğrenmenin tadına ne kadar varabiliyoruz?
Şimdiki halimiz geçmişten ne kadar bağımsız?
Bulunduğumuz zamanı yazmak istiyor yazar. Bir öğle sıcağında parkta otururken o anı yazmak istese bunu başarabilir mi dersiniz? İçinde bulunduğumuz an yani 'şimdi', bizim gerçekliğimizin neresinde bulunuyor? Geçmişe gitmeden, hayallere dalmadan bu anımızı yazmak mükemmel bir iş olurdu ama bir o kadar da imkânsız.
Yazar hiç aklımızda olmayan şeyleri düşündürerek şükretmemize vesile oluyor. Modern dünyada sürekli büyük düşünmemiz öğütlenirken alışılmışın tersine küçük şeylerin büyüsünü ve aslında hayatımızın tümünü küçük ama fevkalade önemi olan şeylerin kapladığını gösterip acizliğimizi yüzümüze vuruyor. Ya bir sabah kalktığımızda musluktan suların akmadığını fark edersek? Aklıma Tekasür suresinde geçen 'And olsun o gün size verilen her nimetin hesabını vereceksiniz' ayeti geliyor. Her an şükretmemiz gereken küçük(!) nimetlerle donatılmış haldeyiz. Bir de farkına varabilsek...
Hayat: İki tekerlekli bisiklet
İki tekerlekli bisiklet hayata benzer. Neden mi? Eğer bisikleti sürmeyi istiyorsak, bisikletin üzerine bindiysek ona hareket verip çevirmek zorundayız. Hayatı yaşamayı istiyorsak da onun dinamiklerini hareket ettirmeliyiz ki düşmeyelim. Bu benzetme karşısında hayrete kapılmadan edemedim doğrusu.
Bu değindiklerim, İz Yayınları’ndan çıkan İpin Ucu kitabının çok küçük bir kısmına tekabül ediyor. Daha yazarın kedilerle olan ünsiyetinden, köpeklerin saldırısına uğradığı anı okurken nasıl gerildiğimden ve hayvanlarla olan ilişkilerin de onların dilini kavrayıp kavramamakta bittiğinden, bakir suçun ne demek olduğundan bahsetmedim bile. Onları da kitaptan okuyun derim.
Ayşegül Sena Kara okudu
05.02.2013
- Geri
- Ana Sayfa
- Normal Görünüm
- © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.