28 Eylül 2025
  • İstanbul15°C
  • Ankara15°C
  • İzmir19°C
  • Konya15°C
  • Sakarya18°C
  • Şanlıurfa24°C
  • Trabzon16°C
  • Gaziantep19°C

İSLÂMCILARIN KOPUKLUĞU

Ahmet Tâlib ÇELEN

Köşeyi, iktibas edilmiş bir yazıyla doldurmak tembellik addedilebilir belki; ama bazen mecbur kalındığı da olur. Anlatmak için dört döndüğünüz bir meselenin delilini hatıralar hâlinde karşınızda buluverirseniz ne yaparsınız? İşte bizim vaziyetimiz budur. Bugün bir kitaptan, adeta bizim daha evvel serdettiğimiz fikirler ete kemiğe bürünsün diye söylenmiş sözler alacağız. Mevzu yine İslamcılık…

İslâmcılık, öyle bir çırpıda halledilip duvara asılacak mevzu değil. Üzerinde daha çok söz söylenecek…

 

Biz de bu sütunlarda iki yazıyla fikirlerimizi beyan etmeye çalışmıştık: İslâmcılık: İsimlendirme ve tarif 1-2.

 

İkinci yazıdan birkaç iktibas yapmak istiyorum:

 

(…)


Tekrar hatırlatalım ki, yaptığımız târif mevcudun, yâni bu güne kadar gördüğümüz İslâmcıların târifi değildir. Gördüğümüz İslâmcılar -maalesef- birçok zaaflarıyla bu târifin dışında kalmaktadırlar. Biz onların ekseriyetini küfürle mücâdeleden çok, birlikte yaşadıkları Müslümanların “geleneksel İslâm” adını taktıkları değerleriyle uğraşır bulduk. Bu değerler de öyle az buz değerler değil, düpedüz mezhep ve tarîkatlerdi. (…)

 

Herkes bilir ki, büyük Müslüman gövde için bunlar çok mühim değerlerdir. Büyük Müslüman kitle, bu yüzden bildik İslâmcıları bir türlü “kendinden” göremedi. Nasıl görsün ki, İslâmcılar da onları “kendinden” görmüyordu.


Mevcut İslâmcılar, dediğimiz gibi, kendilerini küfür karşısında mevzilenerek değil, yine kendilerinin isimlendirmesiyle “geleneksel İslâm”a karşı mevzilenerek ifâde ettiler.


“Batıcılar bütün siyasî versiyonlarıyla geri kalışımızı İslam dinine bağlarken, İslamcılar "geri kalışımız"dan İslam dinini değil, biz Müslümanların tarihte dini yanlış anlama biçimini, dolayısıyla tarihsel mirası (türas) ve geleneği sorumlu tuttular.” (Ali Bulaç, Zaman, 08. 09. 2012)


(…)


Bu halleri, büyük kitle nezdinde onları “kökleri dışarıda” şüpheli ve karanlık insanlar olarak gösterdi. Çok da haksız değillerdi. Gerçekten mevcut İslâmcıların ilham kaynakları Müslüman olmaları hasebiyle kökleri belki içeride; ama ülkeleri ve yaşadıkları tecrübe sebebiyle “dışarıda” sayılabilecek kişilerdi. Bunların ekseriyeti Türkiye dışında ve müstemleke travması yaşamış Müslüman yazar/fikir adamlarıydı. Fikirlerinin yaşadıkları tecrübeden âzâde olabilmesi elbette mümkün değildi. İslâmcılar bizimle onların farklı tecrübelerden geçtiğimizi ıskalayarak onları fikir ve hareket rehberleri gördüler. Bu sebeple de kendi zeminleriyle bir türlü sıcak temas kuramadılar.

 
(…)


Böyle yazmışız o zaman.

 

Elime bir kitap geçti: Davut Özgül’ün “Bir İnsan Biriktirdim” isimli hâtırâtı. (Okur Kitaplığı, İstanbul, 2012) Yazdıklarının hepsine katılmasak da kitapta çok husûsî bilgiler mevcut. Davut Özgül,* İslâmcıların köşe başı kitaplarının hepsini okumuş ve İslâmcılığı “içerde” ve “içerden” yaşamış bir kişi. İslamcılık hakkındaki ifadeleri adeta bizim fikirlerimizin delili olmuş. Bugün bu köşeyi onun bu yoldaki sözlerine tahsis etmek istiyorum. Okuyucularımız evvela yukarıya aldığımız görüşlerimize göz atsınlar, sonra Davut Özgül’ün ifadelerini dikkatle okusunlar. Ortaya çıkacak olan, görüşlerimizin birbirinin ispatı olduğudur.

 

Bir İnsan Biriktirdim’den:


1981 yılında ilk kez İktibas dergisi ile tanıştım. Daha sonra bazı kitaplar okumaya başladım. Seyyid Kutub’u, Ali Şeriati’yi o yıllarda tanıdım. Okulda hocalarımızın genel anlamda tavsiye ettikleri kitaplar bu çerçevedeydi. O günlerde pek sorgulamadık ama tek yönlü bir okumanın doğru olmadığını şimdi daha iyi anlıyoruz. Keşke o gün başka insanları da okuma şansımız olsaydı. Sağ ve sol tabir edilen dünyanın beslendiği kaynakları  biz de okuyabilseydik. Çünkü o okumaları 20 sene sonra yapınca, buruk bir acıyla birlikte geç kalmışlığınızı hissediyorsunuz.

 

Okulumuzda bulunan hocalarımızın büyük bir çoğunluğu o günün tek anlayışı olan MSP geleneği içinde düşünen insanlardı. Farklı düşünen neredeyse yok gibiydi. İran İnkılabı ve daha önce etkisini sürdüren İhvan-ı Müslimin hareketi de dikkate alındığında İmam Hatip okullarının neden bu damara yaslandığı daha iyi anlaşılıyor. (s. 62)

 

Buraya kadar anlattıklarımı ve henüz anlatmadıklarımı anlaşılır kılacak olan bir süreci daha anlatmam gerekiyor. İran İslam İnkılâbı sonrasında daha da hız kazanan bu sürece bir yönüyle “80 Kuşağı İslamcılığı” da diyebiliriz. Çok kısa ve ana hatları ile süreci, kendimi, kuşağımı tanımlamam; hal-i pür melalimizi anlatmam gerekiyor.

 

1980’li yıllarda kendini iyice hissettiren Müslüman camianın bilinçlenmesi 1970’li yıllarda başlayan tercüme hareketiyle oldukça ilgilidir. 1960 darbesi sonrasında yeniden şekillenen Türk siyasal yaşamı içinde İslamcılık 70’lere geldiğinde Mısırlı İslamcı yazarlardan ve onların ana çatısı olan “İhvan-ı Müslimin” hareketinden fazlasıyla etkilenmiştir. MSP hareketi bu anlayışı içselleştiren adeta bütün Müslümanların da benimsemesine katkı sağlayan bir siyasi yapı oldu o yıllarda. İhya Yayınları da yaptığı çevirilerle bu sürece önemli katkı sağlayan yayınevlerindendi.

 

Ülkemizde “Gelenekçilik” şeklinde nitelendirilen Müslümanca yaşayış ve tefekkür biçimi bu süreçte ciddi olarak sorgulanmış, sorgulanmakla kalmamış adeta tu-kaka ilan edilmiştir. Bu süreçte İslamı yeniden keşfetmek gibi büyük bir iddia ile hareket edilmiştir. Hasan El Benna, Seyyid Kutub, Mevdudi, Ali Şeriati, A. Udeh, S. Havva, Seyyid Ahmet, Reşit Rıza, Muhammed Abduh vb. zevatın eserleri o yıllar hayata bakışımızı belirleyen eserler oldular. O günlerde hayatı keskin çizgilerle yaşamak, toplumda farklı olduğumuzu ihsas etmek en ideal ve doğru olan yaşam biçimiydi. Hemen her şey tevhid-şirk bağlamında ele alınıyordu. Ciddi bir ayrıştırmayı da beraberinde getiren bu anlayış, tercüme eserlerden besleniyordu. 80 kuşağının İslamcılığı en yakın akrabasını, anne ve babasını dahi yeri gelince müşrik (Allah’a eş koşan) olarak adlandırmaktan imtina etmedi. Dil, üslup ve iletişim oldukça keskin ve de sorunluydu. Bizden daha iyi bilen yoktu adeta. En doğrusunu biz bilirdik. Halkı değiştirmek, toplumsal yapıya müdahale etmek, karşı duranları müşrik veya tağut ilan etmek o dönemde işten bile değildi.


(…)


Ayakları yere basmayan, fevriliğin hâkim olduğu bir süreçti bu süreç. 80 kuşağının zihnî refleksleri bu ortamda inşa oldu. Kendi göbek bağımızı kendimiz kesmek istiyor, alabildiğine kitabî ve yapay bir dil kullanıyorduk. Allah’ın kitabı bizim kuşağın müdahalelerine mahkûm edilmişti  adeta. Kitaba yaslanarak Allah adına yargılayan birer yargıç olmuştuk nihayetinde. Tarihsel birikim, gelenek vb. insanlığın ortak hasılası bu süreçte göz ardı edildi. Sürekli bir biçimde Kur’an ve sünnet diyorduk ama Müslümanların bu kaynaktan mülhem oluşturduğu devasa geleneği yok sayıyorduk. Kullandığımız dil alabildiğine soyut, alabildiğine kitabî ve içinde yaşadığımız topluma alabildiğine yabancıydı.


Bu süreçte ortaya koyulanlarla edindiğimiz birikim, dürüstçe söylemek gerekirse  sadra şifa şeyler değildi. İslam ağacına tutunan ama meyve vermeyen dallar gibiydik. Tercüme eserler bir yönüyle bize katkıda bulunurken, bir diğer yönüyle bu toplumda var olan zeminimizin de kaybedilmesi anlamına geliyordu. O yüzden kimselerle anlaşamıyorduk. Bu süreç kendimizi, kimliğimizi, ne olup ne olmadığımızı test etmek bakımından belki de yaşanmalıydı. Yaşandı da. Nihayet 28 Şubat sürecinde ciddi bir mukavemetle karşılaştık. Bu karşılaşma, çözülmemizi, zihnî karışıklığımızı, toplumsal anlamda toplumu değiştirecek ciddi argümanlardan mahrum olduğumuzu da ortaya koyan bir süreç oldu. 28 Şubat İslamcı camiaya adeta “kral çıplak” dedirtti. Çıplaklığımızı saklamak yersizdi. Belki de açık yüreklilikle bunu itiraf etmek, başta kendimiz olmak üzere, sırasıyla incitip hırpaladığımız insanlardan helallik dilememiz gerekiyordu. Bunu henüz yapabilmiş değiliz.


80 Kuşağının bilgilenme kaynaklarının niceliksel fazlalığı beraberinde bir aldanmayı da beraberinde getirmişti. “Beyaz Saray” olarak da bilinen kitabevlerinin bulunduğu kültürel çevre, kitaplara olan talebi gördükçe yeni kitaplar tercüme etmeyi geciktirmiyordu. O heyecanlı süreçte yapılan tercümelerin kalitesini sorgulayacak kimsecikler de yoktu. İslamı sürekli idealize eden, tercüme ettikleri kitapların sahiplerine dair yeni menkıbeler üretip onları mistifike eden yayınevleri, oluşan atmosferden oldukça memnundular. Ticari faaliyetlerini İslami faaliyet gibi takdim eden çoğu yayınevi o süreçte nice Müslüman insanın zihninin yaralanmasında pay sahibi oldular.


(…)O günlerde okuduklarımızla oluşturduğumuz bilinç, Türk toplumu ile aramızda derin uçurumlar açmamızı hızlandırdı desek yeridir. Zeminimizi kendi ellerimizle, cehaletimizden dolayı kaybetmiştik. (…)

 

Türkiye İslamcıları, yani bizler, yani ben bu süreçte ciddi anlamda hatalar yaptık. Aradan geçen çeyrek asırlık bir zaman dilimine rağmen hâlâ aklıselim ile düşünemiyor, yapacağımız her yeni şeyde eskinin sorgulanmayan ama mistifike edilen anlayışlarını önümüze bir set gibi koyuyorsak sorunun ciddiyeti ortada demektir.

 

Bu sorunlu ve sıkıntılı anlayıştan iki değil üç talakla boşanmak gerekiyor. (s. 76-79)

 

Fazla söze hacet var mı?

 

*Davut Özgül, 1966 yılında Bozova Şanlıurfa’da doğdu. İlk, orta ve lise tahsilini Nizip-Gaziantep’te tamamladı. 2003 yılnda Diyanet İşleri Başkanlığı’nda imam-hatip olarak göreve başladı. 2003 yılında İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden mezun oldu. İstanbul İl Müftülüğü Yayın Kurulu üyeliği yaptı. Ayrıca sahaflıkla da uğraştı. Yazarın yazıları 1985’ten bu yana çeşitli dergi ve gazetelerde yayımlandı. İlk ve tek kitabı Bir İnsan Biriktirdim’dir. 5 Ocak 2013 tarihinde İstanbul’da vefat etti. Yazar dört çocuk babasıydı.

 

13.05.2013 

Yorumlar
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.