29 Mart 2024
  • İstanbul18°C
  • Ankara16°C

İSMAİL GÖKTÜRK: ROMAN VE TARİH İLİŞKİSİ: ANADOLU’NUN YAZILMAMIŞ ROMANI

4. Tarihî Roman ve Romanda Tarih Bilgi Şöleni kitabı yayınlandı.

İsmail Göktürk: Roman ve Tarih İlişkisi: Anadolu’nun Yazılmamış Romanı

02 Nisan 2020 Perşembe 10:00

Giriş: Kültürümüzde Roman Neye Karşılık Gelir?

İnancımızın sağlam, medeniyetimizin güçlü olduğu dönemlerde biz fetihler yapardık. Coğrafyayı, kurumları, kültürleri, teknikleri, hatta Nihat Sami Banarlı’nın ifadesiyle “kelimeleri” fethederdik. Roman, medeniyetimizin zayıfladığı dönemlerde Batıya yönelişle birlikte bir edebi tür olarak bize geldi. Romanı da birçok şey gibi fethedip dönüştüremedik. Şifahi kültürün ürünleri olan destanların gazavatnâmelerin, tabakât kitaplarının, hikâye ve masalların, menkîbelerin devamı olabilecek bir roman tarzı üretemedik. Oysa roman, eğitimin en önemli materyallerinden biri haline getirilebilirdi.

Modernizmin kuşatıcı istilasıyla gelen yabancı materyaller, genç kuşaklara kültürümüzün naklini kesintiye uğrattı. Şifahi kültürümüzün ürünü olan kültür varlığımızı yeni teknik ve türleri kullanarak genç nesillere aktaramadık. Bunda en büyük sorumluluk elbette batılılaşmış aydın tipiydi. Cumhuriyet döneminin eskiyle bağını koparma politikaları da bunun tuzu biberi olmuştur. El yordamıyla yeniden kültür inşasına çalışıyoruz. Osmanlı döneminde gençlerin eğitimi için yazılmış yüzlerle ifade edilen gazavatnâmeleri roman türüne dönüştüremedik. Bunun yerine Batıdan geldiği haliyle, Cemil Meriç’in de eleştirdiği üzere mahremiyet tanımayan, beşerî ilişkileri konu edinen süfli ilişkilerle dolu roman anlayışı gelişti. Sinema ve tiyatroda da aynı anlayış devam ettirildi.

Cumhuriyetin ilk yıllarında roman resmî ideolojinin benimsetilmesi için ideolojik bir vasıtaya dönüştürüldü. Örneğin İskender Fahrettin Sertelli, “Sümer Kızı” kitabına “bu romanı Niçin Yazdım” başlığıyla yazdığı girişte, Türk tarihini Sümerler’e bağlayarak geçmiş tarihi “cahil veya garazkar yabancı ellerle yazılan tarih” diye gösterip, “Büyük Gazi’nin tıpkı vatan topraklarını kurtardığı gibi bu ellerden kurtardığından” bahseder. İnançsız, köksüz bir nesil yetiştirmenin ve “tarihin sıfırlanması projesi”ne hizmetin vasıtası haline gelmiştir roman.

1960lardan itibaren tarihsiz ve köksüz bir milletin olmayacağı anlaşılınca ve resmî ideolojinin baskısı azalınca romanda milli tarihe yeniden dönüş başlar. Bugün istenilen seviyede olmasa da gerek tarihe ilgi gerekse tarihi romanların sayısının artması gelecek adına olumlu bir gelişme olarak gözükmektedir.

Bu çalışmada roman ve tarih ilişkisi, ilgili olduğu sanat alanlarıyla da ilişkili olarak birkaç başlıkta sosyolojik bir çerçevede ele alınacaktır. İlk olarak tarihi gerçeklikle roman ilişkisi değerlendirilecek; bu ilişkinin hangi değerler etrafında işlenmesi gerektiği konu edilecektir. İkinci alt başlıkta tarihi romanın fonksiyonu üzerinde durulacak, kimlik inşasındaki rolü tartışılacaktır.

Diğer bir konu olarak mevcut eserlerin Anadolu insanının tarihini ne kadar yansıttığı ve bu eserlerin yetkinliği ele alınacaktır. Sonuç olarak tarih roman ilişkisinde eksiklikler tartışılarak bir kısım teklifler gündeme getirilecektir.

Tarihi Gerçekliğin Kurgulanması ve Tarihin Romanlaştırılmasının Değeri

Toplumların başından geçen olayları zaman ve yer göstererek anlatan, bunların sebep ve sonuçlarını, birbirileriyle olan ilişkilerini ele alan bilim dalı ve bu dalda yazılan eserlerin ortak adına tarih diyoruz. Bir disiplin olarak kavram diliyle konuşmasının sonucunda, tarih, olayları bilim ve terim diline indirgemek suretiyle, olayların ruhunu öldürmekte; ayrıntıları silerek, kuru, düz, renksiz bir anlatıma dönüştürmektedir.[1]

Oysa tarihin fonksiyonu, sadece kuru bilgiler sunan bilim alanına hapsedilmek olmamalıdır. Tarih, Muhammed İkbal’in deyişiyle “insan bilgisinin en önemli kaynaklarındandır”. Kur’an-ı Kerim, sürekli tarihten misaller getirir ve insanları beşer türünün mazide ve haldeki hayat tecrübeleri üzerine düşünmeye davet eder. Tarihi malzemenin insanı terbiye etmek ve ona sünnetullahı öğretmek maksadıyla kullanıldığı Kur’an’da, tarih karşılığında “Allah’ın günleri” deyimi kullanılır.[2]Nitekim kevni ayetler, lafzi ayetler gibi; hadisât da Allah’ın ayetlerindendir. Kur’an’ın bu üslubu, geleneksel eserlerimizde anlatım ve öğretim metodu olarak kullanılmıştır. Mesela, mesnevi tarzı, destanlar, gazâvatnameler, menâkıbnameler, eğitici metot olarak kullanılmıştır. Bu eserler aynı zamanda yeni kuşağa tarih bilgisi aktarmakla birlikte; milli kimliğin kazandırılmasında da önemli bir rol oynamıştır. Öte yandan toplumun şifahi kültüre dayanıyor olması da bunu zorunlu kılmıştır. Dolayısıyla Osmanlı’da da tarih, ayrı bir tür olmaktan çok edebiyatın bir kolu olarak algılanmıştır.[3]

Öte yandan, “Batı’da düşünce felsefeden; bizde tarihten doğmuştur”. Tarih, toplum kültürünün yeni nesillere aktarılmasında, milli kimlik kazandırılmasında (tarih şuuru) en önemli faktördür. Bu yönüyle, ideolojik bir alandır. Bizim gibi değerler etrafında bütünleşen bir toplum açısından sanatın en önemli fonksiyonu, bizi millet yapan değerlerin yeni nesillere aktarımı olmalıdır. Olaya roman çerçevesinde bakarsak, çok genel bir ifadeyle, bu fonksiyon alplik ve erenlik kavramları çerçevesinde oluşan dünya görüşünün aktarımı olacaktır.

Tarihi roman, Sepetçioğlu’nun güzel örneklemesinde olduğu gibi, Alparslan ve Sarı Hoca’nın; Yıldırım’la Emir Sultan’ın, Fatih’le Akşemseddin’in temsil ettiği ideali günümüz genç nesillerine verebilmeyi esas almalıdır. Tarih anlatımı ve öğretiminden murat, gelecek nesillere bir ideal ve ruh aktarımıdır. Bu ideal ve ruh aktarımı, bilim literatürüyle aktarılamaz. Tarih ve kimlik şuurunu vermenin en iyi yöntemi, geleneksel eserlerde olduğu gibi, şifahi kültüre uyan yerli, akıcı ve sıcak bir dil kullanmaktır. Günümüzde bunun en etkili metodu tarihi roman ve bunların sinemaya uyarlanmış halleridir. Nitekim Çanakkale savaşını en ince ayrıntılarına kadar tespit eden bilimsel metinler değil; Akif’in “Çanakkale Destanı” ve Mehmet Niyazi’nin “Çanakkale Mahşeri” romanı, bu ruhu yansıtacak şekilde anlatır.

Roman, elbette bir kurgudur. Tarihi gerçekliğin kurgulanmasıdır. Böyle olunca, yazarın dünya görüşünün, kıymet hükümlerinin romana yansıması kaçınılmazdır. Fakat bu durum tarihi gerçeklikten kopmayı ve tarihin tahrif edilmesini gerektirmez. Anakronizme düşerek tarihi bugünün kavramları, anlayışları ve doğrularıyla anlatmak, açıklamak yanıltıcıdır. Romanın fonksiyonu, geçmişi bugüne getirmek değil; o günün değerlerini bugünle irtibatlandırabilmek, o ruhu bugüne taşıyabilmektir.

Romanda tarihsel gerçekliğin yerini belirtmesi açısından İsmet Bozdağ’ın, Kemal Tahir portresiyle ilgili tespitleri güzel bir örnektir: “Yeni yazacağı tarihi roman için Kayı aşiretinin Asya göçünü, 13. yy Bizansını, Selçuklularını, Moğolunu iyiden iyiye incelemiş, notlar almış ve resimleri görmüş; Anadolu Ahilik teşkilatını dikkatle araştırmış; o çağ Avrupa ve Asya milletlerinin sosyal ve kültürel yapılarını gözden geçirmiş, saz şairlerinin hayatlarını okumuş, cönkler karıştırmış ve böylece masasının üstünü kaplayan 3000 sayfaya yakın not çıkarmıştı.”.[4] Nitekim Gustave Flaubert’in Salambo’yu yazarken ünlü Kartacalı komutanın güzel kızının makyaj ve giyimini tasvir için 300 cilt kitap karıştırdığını söylediği ifade edilir.[5]

Kemal Tahir’in tarihe yöneliş amacını açıklarken söylediği “Çok az şey biliyorduk. Memleketi bilmiyorduk, halkı bilmiyorduk çünkü tarihimizi bilmiyorduk dersem neden az şey bildiğimizi yeterince anlatmış olurum”[6] şeklinde ifade ettiği gerçekliği Mehmed Niyazi şöyle anlatır: “Çanakkale’yi pek fazla bilmezdim. Almanya’da yaşlı bir profesör yanıma geldi. Delikanlı o Çanakkale’yi bir daha yapabilir misiniz dedi. Bilmiyorum yaparız herhalde niye yapmayalım filan… bu soruyla ben 5-6 defa daha muhatap oldum. Farklı kişiler tarafından. Sonra ben Çanakkale’yi merak etmeye başladım. Almanya’da yedi yüze yakın hatırat buldum. Hatıratın tamamı Çanakkale’yle alakalı değil. Ama adam subay Çanakkale’de de görev yapmış, hatırat yazmış yirmi sayfası Çanakkale’yle ilgili mesela. O bölümleri okudum. Bu anlattığım 1990’lar. Sonra bizdeki Çanakkale hakkında yazılmış kitapları topladım. On sayfalık kitaplar da dahil hepsi 24 tane. İntepe Topçuları, şunlar bunlar… Bir tane de yeni bir roman çıkmıştı “Geldiler Gördüler ve Gittiler” Sepetçioğlu’nun. Onun dışında hiçbir şey yoktu. Ve ben Çanakkale’yi yazmayı boynuma borç bildim ve çalışmaya başladım tabi. Epeyce zamanımızı aldı, yedi senemizi filan aldı.[7]

Osmanoğulları romanında Feridun Fazıl Tülbentçi 1281-1320 yılları arasındaki zaman dilimini ele alır. Kitabın başında şöyle bir ibare bulunmaktadır: “İnkılap Kitabevi, size Feridun Fazıl Tülbentçi’nin Osmanoğulları adlı büyük tarihi romanını takdim eder. Yüzlerce yerli ve yabancı vesikaya istinat edilerek yazılan bu eserde, Osmanlı İmparatorluğunun kuruluşunu ve onun muhteşem banisi Osman Gazi’nin hayatını, göğsümüzü iftiharla kabartan muzaffer savaşlarını, aşkını, ıstırabını merak ve heyecanla okuyacaksınız.” Y azarın yüzlerce eser karıştırdığı doğrudur. Bu durum, romanına koyduğu dipnotlardan da anlaşılmaktadır. Tülbentçi, çeşitli konularda kendi vardığı görüşleri de bu dipnotlarda belirtmiştir.[8]

Benzer bir tavrı, daha önceki eserlerde rastlayamadığımız şekilde, belki bilim adamı kimliğinin bir sonucu olarak İskender Pala’da görüyoruz. İskender Pala, bazı romanlarının sonuna, yaklaşık beşer sayfa kaynakça kısmı eklemiştir.

Tarihî roman yazılırken gerçekliğe ne ölçüde bağlı kalınacağı ve tarihî belgeye ne oranda sadakat gösterileceği hep tartışılır. Sadık Kemal Tural’a göre yazar tarafından gözlemlenmemiş bir devri, tarihî hakikatlere sadık kalarak anlatması tarihî romanın vazgeçilmez unsuru olmalıdır. Mehmet Niyazi ise tarihî romanın tarihî gerçeklere uygun olmasını ister. Çünkü yapılan iş, kurmaca ile bir nesli kurtarmak kadar kritiktir. Tarih sadece geçmişi araştırma ilmi değil, geleceği de kurma ilmidir. Ondan dolayı tarihî romanın o dönemdeki aynı havayı aksettirmesi lazımdır yoksa abes bir tür ortaya çıkar.[9]

ABD’de yapılan bir araştırmada tarih romanlarını okumanın tarih derslerindeki başarı oranını %60 oranında artırdığı ortaya konmuştur.[10] Çoğumuzun tarihe olan ilgisi, ders kitaplarında anlatılan tarih bilgisiyle değil; küçük yaşlardan itibaren okuduğumuz tarihi romanlarla gelişmiştir. Bu konuda bir çalışma yapılsa, milli manevi değerlere sahip olanların dünya görüşlerinin bu romanlarla şekillendiği tespit edilebilecektir. Osmanlı toplumunda ortak insan tipi, her evde bulunan üç-beş temel eserle sağlanırdı. Bunların başlıcaları, Mevlid ve Mevlid’e eklenen Hz. Ali cenkleri, Ahmediye, Muhammediye, Envar’ul-Aşıkîn, Müzekkinnüfus, Kara Davut, Mızraklı İlmihal vb. şeklinde sayılabilir.

Günümüz şartlarında, tarihin bilinmeyenlerini öğretmek, tarih şuurunu uyandırmak için sinema, televizyon, internet ortamı, sosyal medya boyutlarıyla konunun ele alınması gerekir. Örneğin yakın döneme kadar hiç adı bilinmeyen en parlak zaferlerimizden Kut’ül Emare Zaferimiz bir dizi filmiyle gündeme gelmiş ve gençlerimize tanıtılmıştır. TRT Belgesel’de yayınlanan “Savaşın Efsaneleri” belgeseli, tarih kitaplarından elde edilemeyecek bir şekilde Malazgirt Zaferi bilgisini verebilir. Tarihin unutulmuş parlak sayfalarını veya dramlarını bu yollarla gençlerimize öğretebiliriz. 34 ülkede 78 şehitliği olan bir ülke olarak “Bekle Beni Vatan” isimli belgeselde işlendiği gibi, neden romanlar yapılmasın, filmler yapılmasın?

Mehmed Niyazi’nin “Yemen! Ah Yemen!” adlı eserinin arka kapağında söylendiği gibi: “… Ansiklopediler “Yemen’de ölen Türklerin sayısını tarih bilmiyor, öğrenmekten de korkuyor” derlerken nesillerle süren dramımızı anlatıyorlar; fakat hiçbir dram unutmak ve unutulmak kadar dramatik değildir.”

Mehmed Niyazi, “Yemen! Ah Yemen!”i yazmasındaki amacını şu şekilde açıklar: “Acizane tarihi bir atmosfer oluşturma gayreti içindeyim. Yeni nesiller o atmosferi teneffüs ederek yetişirlerse, ciddi bir tarih şuuruna sahip oluruz. Ve biz milletçe tarih şuuruna sahip bir nesle çok muhtacız. Çünkü tarih şuuru kadar doğru yön gösteren bir pusula, ne de onun kadar bir milletin, bir memleketin sigortası olan bir fenomen vardır”.[11]

Fakat tarihi roman yazımında kaynak araştırması da yeterli olmayacaktır. Kurgulamanın getirdiği sonuç olarak yazarın değer yargıları, paradigması, anlattığı tarihsel olguları içselleştirme düzeyi eseri etkileyecektir. İlber Ortaylı’nın bu konuda Orhan Pamuk için sarfettiği şu sözleri konumuz açısından değerlidir: “Avrupa’da bir aydın, hayatı boyunca kiliseye gitmese, ateist olsa, yedi sülalesi vaftiz olmamış olsa yine de kilise ritüellerini en ince ayrıntılarıyla bilir. Kilise ritüellerini bilmediğini gösteren bir cümle sarfetse, bırakınız aydın yerine konulmayı; alay konusu olur. Bizim Nobel ödüllü edebiyatçımız, romanında şöyle yazabiliyor: “İkindi saati gelmişti. İmam, caminin balkonuna çıkıp ezan okudu.” Namazın saati olmaz; vakti olur. Caminin balkonu olmaz; minarenin şerefesi olur.”

Ülkemizde, bugün de kısmen devam eden bir dönem, halkın değerlerine, dini inançlarına, medeniyet kurumlarına ilgisiz, kayıtsız kalmak; hatta bilmemek veya küçümsemek, aydın olmanın gereği/vasfı olarak algılanmıştır.

Tarihi romana tarih bilgisi gibi bakmamak gerekir. Tarih, kaynaklardan araştırılır ve öğrenilir. Tarihi belgeler, detay vermezler. Detayları romanda yazar oluşturur; eklemeler, karakter ve duygu çözümlemeleri yapar. Öte yandan bizde tarih biliminin öncüleri, kaynakları, belgeleri ortaya koyanlar, müsteşriklerdir. Bu bağlamda, sadece belge ve bilgilerden hareket etmek de bir başka olumsuzluktur. Örneğin, Göktürkleri anlatan kaynaklar, Çin kaynakları ve kitabelerin müsteşriklerce okunmasına dayanır. Kağanların ismi bile Çince’dir. Kaynaklarda bir cümleyle İlteriş Kutluk Kağan’ın isyanından bahsedilir. Hüseyin Nihal Atsız, bu bilgiden hareketle “Kürşat” ve “kırk arkadaşı” gibi kahramanlar oluşturur. Başkaldırıyı detaylandırır. Roman kurgusu içinde, tarih kaynaklarında bulunmayan büyük boşluğu doldurur. Bu kurguya farklı bir yaklaşımı örneklendirmesi açısından Doğu Perinçek’in Atsız’a getirdiği eleştiri ilginçtir. Atsız’ın romanına karşı çıkar; uydurma ve hurafe olduğunu söyler, satır aralarında Çinlileri över. Bu tutum, onun Maocu bir ideolojiye sahip olmasından kaynaklanmaktadır. Bu tek cümlelik tarihi bilgiyi romanlaştırma işini Perinçek yapsaydı, başka bir kurguyla karşılaşacağımız açıktır.

Tarihi gerçekliğin kurgulanmasında yazarın dünya görüşü ve kıymet hükümlerinin yansıtılması çerçevesinde Tarık Buğra ve Kemal Tahir’i de karşılaştırabiliriz. İki yazar da kendi bakış açılarını tarih üzerinden yansıtmaktadırlar. Kendi şartlarından hareket ederler. Kemal Tahir, Yorgun Savaşçı’da Kurtuluş Savaşı’nı yönetici kadrolardan hareketle anlatır. Romanında halk neredeyse yoktur. Neler düşünür, neler yaşar yer almaz. Tarık Buğra, Küçük Ağa’da halktan hareket eder. Memleketinde geçen hadiseleri, babasından dinlediği hatıralardan hareketle kurgular. Kemal Tahir, konu edindiği İttihatçıların genel özelliği gibi, tepedencidir. Esir Şehrin İnsanları, Kurt Kanunu, İttihatçıların kendi içlerindeki çatışmaları anlatır.

Kemal Tahir’in Devlet Ana’sı edebi olmaktan ziyade, Osmanlı’nın düzenine ilişkin ATÜT merkezli bir tartışmaya yol açmıştı. Çünkü, Marx’ın Asya Tipi Üretim Tarzı tespitlerinden yola çıkan bir bakış açısıyla yazılmıştı. Romana göre Osmanlı, başlangıçta, bir karışım, halita olarak sunulur. Hristiyanlığın batıni inançlarıyla, Yunus’un temsil ettiği tasavvuf anlayışı birbirine karıştırılır. Kemal Tahir, ait olduğu Marksist ideolojiyi tarihi alana giydiremediği için edebi olarak tutarlı ama mantık olarak tutarsız, eklektik bir eser ortaya koymuştur.[12] Buna mukabil sosyalist bir dünya görüşünü benimseyen Cahit Tanyol, “Kuruluş ve Fetih Destanı” eserine kendi ideolojisini giydirmede bir ölçüde başarılı olmuştur. Oysa Tarık Buğra, Osmancık’ta, Osman Bey’i Edebali’nin tasavvuf terbiyesiyle inşa eder. Birbirine karıştırmaz. Yani Tarık Buğra, romanı yerli bir bakışla kurgular.

Tarihsel kurgunun tarih boyunca gözlemlenebilen ruha, anlayışa uygun düşmesi gerekir. Yeni kuşakların tarih şuurunu ve tarihteki şuuru kazanmasına vesile olması gerekir. Tarihi yerli duyuşu, aynı bakışı, aynı ruhu yaşayan ve özümsemiş insanlar kurgulamalı ve romanlaştırmalıdır. Böyle olursa tarihte yaşananların gerçekliği daha iyi yakalanacaktır. Mustafa Necati Sepetçioğlu’nun tarih serisi romanları, bunun en güzel örnekleridir.

Kimlik Arayışı ve İnşa Faaliyeti Olarak Tarihi Roman

“Kıtaları ipek bir kumaş gibi keser biçerdik. Kelleler damlardı kılıcımızdan (Her taraftan üç beş kelle terkiden astığın var mı) bir biz vardık cihanda bir de küffar. Zafer sabahlarını kovalayan bozgun akşamları. İhtiyar dev, mazideki ihtişamından utanır oldu. Sonra utanç, unutkanlığa bıraktı yerini”[13]

Cemil Meriç’in dediği gibi, ihtişamlı tarihi unutturulmaya çalışılan; kimlik değiştirmeye zorlanan bir toplumuz. Kimlik değiştirme sürecinin aktörleri aydınlardır. Cumhuriyetin ilk dönem romancıları, planlı bir şekilde, ecdada, tarihe, padişahlara, millet değerlerine düşmanlık yapmayı marifet saymışlardır. Bu bağlamda kurgusal bir “ulus” kimliği oluşturma sürecinde rol almışlardır.

Cumhuriyet’in ilk dönem romanları, Halide Edip’in Ateşten Gömlek (1922), Yakup Kadri’nin Kiralık Konak (1922) romanlarıyla başlar. Ercüment Ekrem Talu’nun Kan ve İman (1922), Peyami Safa’nın Mahşer (1924), Halide Edip’in Vurun Kahpeye (1926), Reşat Nuri Güntekin’in Yeşil Gece (1928), Yakup Kadri’nin Yaban (1932) ve Ankara (1934), Falih Rıfkı’nın Zeytindağı romanları gibi örnekler, milli mücadele dönemini konu alsalar da Kemalist bir tema ile yeni bir ulus inşası fonksiyonunu üstlenmişlerdir.[14] Bu romanlar, işledikleri olaylardan çok aydınların topluma, toplumsal değerlere ve cumhuriyete bakışını yansıtması açısından ibretlik tarihi birer belge niteliğine dönüşmüşlerdir.

Özellikle 1960’lı yıllardan itibaren romanda tarih konularının işlenmesi yeniden gündeme gelmiştir. Oğuz Özdeş’in Vatan Borcu (1959), Dağ Başını Duman Almış (1960), Kemal Tahir’in Esir Şehrin İnsanları (1956), Yorgun Savaşçı (1965), Tarık Buğra’nın Küçük Ağa, Bekir Büyükarkın’ın Bozkırda Sabah (1969) gibi örnekler, bu dönemin tarihi roman örneklerindendir.

Yukarıda sıralanan ilk dönem milli mücadeleyi konu edinen romanlarda, o yılların egemen ideolojisi gereği Yunan ordusundan çok yerli işbirlikçiler ve “yobazlar”ın zulmü konu edilirken ikinci dönemde, kimi zaman, Tarık Buğra’nın Küçük Ağa’sındaki gibi kemalizme bir muhalefet şerhi düşmek amacıyla, dinin milli mücadeledeki önemi vurgulanmaya başlanmıştır.

Öte yandan, 30’lu 40’lı yıllarda, tek parti döneminin baskı rejiminin getirdiği yasaklamalardan dolayı engellenen geleneksel dini-milli metinlerin okunabilmesini sağlamak adına, Selami Münir Yurdatap ve Muharrem Zeki Korgunal gibi yazarlarca Hazreti Ali Cenkleri tarzında bol miktarda yayınlanan romanlarla bir pencere açılmıştır. Ziya Şakir’in Türk Kahramanı Horasanlı Ebu Müslim romanı da bu çerçevede zikredilebilir.

40’lı yıllardan itibaren Anadolu kültürünün kaynağını Grek-Latin uygarlığında gören Klasikler Hareketi ile, Yunan, Latin ve Batı klasiklerinin çevrilmesi gündeme gelir. Klasik Yunan Çağı uzmanı tarihçi Arif Müfit Mansel, çok farklı bir okul kitapları dizisi hazırlar. Ama aynı dönemlerde, Maarif Bakanlığı, milli bakışa imkân sağlayan İslam Ansiklopedisi’ni çıkarır.[15]

Çok partili dönemin açılımından sonra, resmi düşünceden ayrılan Necip Fazıl Kısakürek’in başını çektiği yazarlarca dini-milli perspektifle yeni edebi eserler ortaya konulur. İsmail Hami Danişmend, Hüseyin Namık Orkun, Mustafa Necati Sepetçioğlu, Adalet Ergenekon ve Tarık Buğra bu akımın önemli isimleridir. 1970’lerden günümüze, Yavuz Bahadıroğlu, İskender Pala gibi isimler tarihi roman geleneğini sürdürmüşlerdir.

Cumhuriyet’le birlikte, Cumhuriyetin de ideologları olan yazarlar tarafından başlatılan tarihe olumsuz bakışla; Tarık Buğra, Necati Sepetçioğlu gibi yazarların ideale dönüş çizgisi arasındaki çatışma, günümüzde bir kimlik inşası ve beyanı çerçevesinde devam etmektedir. Bunun televizyon, sinema ve tiyatro uzantıları da aynı şekildedir.

1970’li yıllardaki ideolojik çatışmada milliyetçi maneviyatçı dünya görüşünü temsil edenlerin önemli özelliklerinden biri, Abdullah Ziya Kozanoğlu, Bekir Büyükarkın, Nihal Atsız, Feridun Fazıl Tülbentçi gibi yazarların tarihi romanlarını okumuş olmalarıdır. Bu tarihi kültürü paylaşmayanların bugün ortaya koydukları sanat ürünleri, milli kimliği tahrif etmeye yönelik ideolojik birer malzemedir. “Aslını inkâr eden haramzade” deyişinde ifadesini bulan bu yaklaşım, özellikle sinema ve televizyon sektörünü büyük oranda ellerinde tuttuğu için tahrifat da büyük olmaktadır.

İnkâr (nekre), bilindiği gibi “tanınmaz hale getirmek”, “belirsizleştirmek”, “şahsiyetini oluşturan çizgileri silmek” anlamlarına gelir. Örneğin Kanuni, haramzadenin elinde artık Kanuni olmaktan çıkar. Değerler etrafında bütünleşmiş bir millet olarak, milletin tarihsel değerlerini bugün de yaşayan yazarlar tarihsel gerçekliği romanlarıyla, sanat eserleriyle günümüze taşımalıdır.

Günümüzde toplum, yıllarca kendisine biçilen ideolojinin, tarihi misyonuna, kültürel birikimine, medeniyet perspektifine dar geldiğinin farkına varmış durumdadır. Siyasi değişim ve dönüşümle beraber sanat ve edebiyatta da milletin tarihsel misyonuna uygun yeni eserlerin gündeme gelmesi kaçınılmazdır. Romanda, sinemada tarihe olan ilginin, tasavvufi konu ve şahsiyetlerin çokça işleniyor olması, tarihsel kimliğin yeniden inşası noktasındaki arayışın ifadesidir. Kemal Tahir’in dediği gibi, “Tarihsiz toplumların büyük sanatı olamaz. Elli yıllık tarihle sanat olamayacağı gibi, uydurma tarihle de sanat yapılamaz.”[16] Romancı, bir edebiyatçı olduğu kadar, bir tarihçi, bir sosyolog titizliğiyle araştırma yapmalıdır. Bunu yaparken oryantalist bakışla değil; milletinin değerlerini ve misyonunu taşıyarak, çok önemli bir misyonu olduğunun şuuruyla hareket etmelidir.

İlk dönem yazarları hem mantalite hem de imkanlar açısından bu misyonu taşıma imkanından yoksundu. Değişen alfabeyle sığlaşan düşünce, tarihi belgelerin az olması, siyasal, sosyal ve kültürel ortamın yetersizliği, ideolojik baskı artık yavaş yavaş aşılmaktadır. Yine Kemal Tahir’in ifadesinde bu yetersizlik şöyle ifadesini bulur: “Çok az şey biliyorduk. Memleketi bilmiyorduk. Halkı bilmiyorduk. Çünkü tarihimizi bilmiyorduk dersem, neden çok az şey bildiğimizi yeterince anlatmış olurum.” Artık daha çok bilen bir topluma geçiyoruz. “Kökü mazide olan ati” fikriyle yeni bir medeniyet inşasının temelleri, bugünün sanatçısının eserlerinde ortaya konmalıdır.

 

Anadolu’nun Romanı Yazıldı mı?

Tarihi romanlar genellikle kahramanlık gururumuzu okşayan metinler olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu durum toplumun bir hususiyeti olarak destan geleneğinin romanlara yansıması şeklinde okunabilir. Böyle olduğu zaman çok satılabilir. Fakat kimlik inşası sadece kahramanlıklar ve iyi zamanlar üzerinden yapılamaz. Zor zamanların, bozgun, dağılma, yokluk, ezilme, sıkıntı, içe kapanma zamanlarının da konu edilmesi lazım ki her dönem ve şartta ideal insan tipi dört başı mamur bir şekilde anlaşılabilsin.

Tarihin öznesi olduğumuz dönemlerin sanat eserlerinde yeterince işlendiği söylenemez. Buna mukabil, yazılan romanlar genellikle o dönemleri yansıtmaktadır. Dünyanın bütün coğrafyalarında şehitlikleri olan bir toplumun zaferleri kadar yenilgileri de kimlik inşasında önemlidir. Yaklaşık bin yıl tarihin aktörü olan bir milletin her anı bir roman, bir film konusu olabilecekken bu kadar sığ bir entelektüel ortamda Anadolu’nun romanının yazıldığı söylenemez.

Dandanakan öncesi, Selçuklu aşiretinin Çağrı ve Tuğrul Beyler’in öncülüğünde “savaş mı yoksa göç mü” kararı vermek için yaptıkları günlerce süren meşveretin romanı yazılmamıştır. Birinci Dünya Savaşı sonrası, Yemen’de bıraktığımız şehitler kadar Anadolu’ya dönemeyen 1600 askerimizin de romanını yazamadık. “Bekle Beni Vatan” isimli belgeselde konu edilen Sibirya içlerinde Japonların bulup ülkemize yolladığı; tam da vatana kavuşmaya ramak kalmışken bir gemide aylarca Ege’de dolaştırılıp İtalya’nın batısında Yılanlı Ada’ya bırakılan esirlerimizin[17] romanını yazmadık. Mısır’da ilaçlı sulara batırılıp gözleri kör edilen esirlerimizin dramını yazmadık. Çilekeş Anadolu kadınını yazmadık. Varını yoğunu, evladını, canını vatana verdikten sonra vatanında parya muamelesine tabi tutulan Anadolu insanının romanını yazmadık.

Buhara’daki müritlerini Hace Abdülhalik Gücdevani’ye emanet ederek, Yesi’de bozkırın ortasına dergâh kurup göçebe Türklerin irşadı ile bir millet inşasının temellerini atan Ahmed Yesevi Hazretleri’nin ve O’nun her biri bir medeniyet mimarı olan halifelerinin romanı yazılmadı. Horasan Erenleri dedik, Horasan’da olup bitenleri yazmadık. Bir medeniyet inşa eden yüce gönüllerin hangi tasavvurlarla var olduğunu günümüze taşıyamadık. Hâlâ nutk-ı şerifleriyle kimliğimizi inşa ettiğimiz Yunus’u yeterince işleyemedik.

Dokuz ülkede türbesi olan Sarı Saltuk Baba’nın ne işler yaptığını bilmiyoruz. Avrupa’nın ortasında O’nun adına yapılan bir bayramla her yıl Müslüman olmalarını kutlayan Boşnaklar’ın Ayvaz Dedesi’ni bu nesil tanımıyor. “Şamil’i bilmeyen atasını ne bilir” diyor şair. Genç nesiller Şamil’i, Cevher Dudayev’i, Aliya’yı tanıyor mu? Askerde iken Plevne Savaşı’nı biri doktor, bir gazeteci olarak Rus ve Osmanlı cephelerinde izlemiş iki Avrupalı’nın yazdığı kitaptan okumuştum. Aklıma Yahya Kemal’in cümlesi geldi: “Büyük harpte on cephemizin ateşinde hazır bulunmuş, çok güzide ve edebiyat meraklısı bir askerimizin elinde bir gün Çanakkale Destanımıza dair Fransızca maruf bir eserimizi gördüm; yine bize dair ve yine Fransızca olmak üzere buna benzer daha kitapları vardı. Bunu görünce kalbimde bir acı hissettim. Döktüğümüz kanın bile manzarasını Fransızca’dan seyretmeye mahkumuz dedim. Bizim harp cephelerimiz, edebiyatımızda binbir safhalarıyla yokturlar. Demek ki çok eski harplerimiz gibi, bunlar da seneler geçtikçe unutulacaklar.”[18] Nihayet unutulmuyor mu? İngilizler’i meydan savaşında yendiğimiz Kut-ul Amare’yi hatırlayanımız var mı? Kut-ul Amare nerede olduğunu Cumhurbaşkanımız gündeme getirmeyip dizisi yapılmasaydı, bugün kaç kişi biliyor olurdu? İngilizler, ABD ile Irak’ı işgal ettiklerinde, ilk yaptıkları şey, o savaşta ölen askerlerinin mezarlarını onarmak olmuştu. Teşkilat-ı Mahsusa’nın, Âkif’in, Kuşçubaşı Eşref’in, Sudanlı Zenci Musa’nın romanları, filmleri nerede? Millet olarak hayatımızın ekseni yaptığımız Efendimiz’e (s.a.v) olan muhabbetin müşahhas örneği Medine müdafii Fahreddin Paşa’yı romanlaştırdık mı, beyaz perdeye yansıttık mı? Abdulhamid dizisi yayınlanmasaydı, İnkılap Tarihi kitaplarında “kızıl sultan” diye anlatılmaya devam etmeyecek miydi?

Türk havacılık tarihinin en önemli isimlerinden Vecihi Hürkuş’un hayatını konu edinen “Hürkuş: Göklerdeki Kahraman” filminin yönetmeni Kudret Sabancı’nın da yakındığı gibi yaklaşık 100 yaşında olan Türk sineması milli kahramanlara yer vermemektedir. Sabancı’nın ifadesiyle, “Abdülhamid dönemini, Hicaz Demiryolunu anlamadan bugün Ortadoğu’da neler olduğunu anlamak mümkün değil. Bunu biz anlatmasak kim anlatacak? ‘Arabistanlı Lawrence’ diye bir film vardır. O filmde Türkler oranın işgalcisidir, şöyle adidir, böyle asarlar, böyle keserler. Tamam İngiliz bakış açısı böyle olabilir. Türk bakışı nerede? Neden anlatmadık bunu? Neden Kuşçubaşı Eşref filmimiz yok?”.[19]

Osmanlı yıkılırken dünyanın coğrafyasının en ücra köşelerine Abdülhamid Han’ın gönderdiği teşkilatçı gönül erlerinden haberdar mıyız? Japonya açıklarında batan Ertuğrul Fırkateyni kumandanı Osman Paşa’yla aynı gemide şehid olan 581 askerinin hikayesi anlatılmadı. Açe’de, Afrika içlerinde adımıza okutulan hutbeleri kimlere borçlu olduğumuz anlatılmadı.

Hangi medeniyet eserimizin hikayesini biliyoruz? Mimar Koca Sinan’ı Japonlar kadar tanıyor muyuz? Biri bize Karahisari’nin Süleymaniye’nin kubbelerinde gördüklerini anlatsa ya. Biri Itri’yi, Dede Efendi’yi. Çanakkale kahramanlarının yüce bir insani değer ortaya koyduklarını Anzaklar kadar biliyor muyuz? İyi ki Mehmed Niyazi, Çanakkale Mahşeri’ni, Sepetçioğlu ve Çanakkale serisini yazdı.

Bu bahsi uzatırsak, Anadolu’nun Yazılmamış Romanı’na dönüşecek. 2014 yılı Erciyes Yazarlar Zirvesi’nde dönemin Kayseri Büyükşehir Belediyesi Kültür ve Sosyal İşler Daire Başkanı Oktay Durukan’ın paylaştığı bir anekdotla noktalayalım: Yirmiye yakın Kore Gazisi amcayla beraber Kore ziyaretine giderler. Kore’de beklemedikleri bir ilgiyle karşılaşırlar. Okullardan öğrenciler, öğretmenlerinin refakatinde amcaları ziyaret eder. Halktan kişiler ilgi gösterir. Gelenler Kore Gazilerimizin önüne gelip yerlere kadar defalarca eğilerek saygı ifadelerinde bulunurlar. Daire Başkanımız, bu saygı ifadelerini abartılı bularak kendilerini misafir eden meslektaşına “Bu sizin kültürünüzün gereği midir? Herkese mi böyle yapıyorsunuz?” diye sorar. Mihmandarı, “Neden herkese eğilelim, herkese saygı gösterelim? Sizin askerleriniz, bizim namusumuzu sadece düşmanımıza karşı değil; müttefik olduğumuz Amerikan askerine karşı da korudu. Siz askerlerinizin burada ne yaptığını bilmiyorsunuz” diye cevaplar. Kore’de bıraktığımız şehitleri, Kıbrıs’ta yaşananları yazabildik mi?

Sonuç Yerine: Tarihi Roman Yazımındaki Sorunlar

Sonuç olarak tarihi roman ve bunun uzantısı olan tiyatro, sinema, vb. gibi sanat eserlerinde var olan önemli gördüğümüz sorunlara başlıklar halinde değinerek bitirelim.

Son dönemde tarih ve tasavvuf alanında eser bolluğuna rağmen bu eserlerin yeterli çap ve kalitede olduğu söylenemez. Popülerliğin getirdiği ilgiyle tabiri caizse “sürüm”e yönelik basit, edebi ve kurgusal değeri düşük ve hatta yanıltıcı bilgiler içeren yayınlar çıkarılmaktadır. Bunun en önemli amili olarak, güçlü romancıların azlığı görülebilir. Aynı zamanda, toplumun bu konudaki açlığı da bu rağbetten anlaşılabilir. Toplumda bu alanlardaki eğitim ve bilgi eksikliği, iyi sanat eserini seçmeyi de engelliyor. İnternet ortamında tarihe mal olmuş şahsiyetler üzerinden yapılan binbir türlü tezvirat da eğitim ve bilgi düzeyinin bir göstergesidir. Bir üniversite öğrencisinin derste, internetten öğrendiği bir bilgiye dayanarak “Hocam Fatih devşirme miydi” sorusu acı bir örnektir. Yine örnek olması bakımından, Fetih 1453 filminin gördüğü ilgiye karşılık oryantalist bir pencereden bakılarak hazırlanmış yetersiz ve düzeysiz bir film olması acıdır. En basitinden fethi konu alan bir filmde mehterana bile yer verilmemiştir. Cahit Tanyol’un Kuruluş ve Fetih Destanı çapında yerli bir film olamamıştır. Apaçık tarih düşmanlığı ve tarih üzerinde ahlaksızca bir tezvirat yapılan Hacivat ve Karagöz Neden Öldürüldü filminin bu ülkede çekildiğine inanmak idrak sınırlarının zorlanmasını gerektirir.

Diğer bir önemli husus, görsel ve basılı eserlerin yer aldığı sektörün büyük oranda toplum değerlerine yabancılaşmış hatta belki de düşman bir zihniyetin elinde olmaya devam etmesi, tarihin tahrif edilerek anlatımına yol açmaktadır. Bu durumdan kurtulmak için Anadolu sermayesinin bu sektörlerde yoğunlaşması; bu sektörlerde yerli düşünceyle eserler vermeye çalışan yazar, tiyatrocu, sinemacı, bilişimci vb. gibi şahıs ve kurumların desteklenmesi şarttır. Unutulmamalıdır ki sanat, sermayenin desteğiyle gelişir.

Gerek dünya ölçeğinde gerek yerel bağlamda zihinlerimizi kuşatan rahatsızlık duyduğumuz hegemonyadan kurtulmak; hegemonya kurmanın araçları olan görsel ve basılı sanat eserlerinin yerli bir anlayışla yeniden üretimini gerektirir. Sanat camiasındaki egemenliğin “organik aydın” elinden alınması; yerli ve milli düşünen aydınlara teslim edilmesi gerekir.

Bununla bağlantılı olarak, sanat alanında devlet politikalarının resmî ideolojiden arındırılması, sanatın önündeki ideolojik engellerin kaldırılması, devlet imkânları ve kaynaklarının Türk milletinin kimliğini oluşturan değerlerin neşv-ü neması için seferber edilmesi gerekir. Örneğin, Mustafa Necati Sepetçioğlu’nun tarih romanları serisi, Kültür Bakanlığı tarafından neden film ve dizi konusu yapılmaz? Her ramazan tekrar tekrar severek izlediğimiz Tarık Buğra’nın Osmancık’ının yanına nihayet milletimizin ilgisine de mazhar olan Diriliş Ertuğrul gibi bir dizi eklenebildi. Nitekim Yunus Emre, Kutül Emare gibi diziler çeşitlenerek tarihin farklı dönemlerini farklı boyutlardan ele alacak şekilde devam ettirilmelidir.

Son olarak Anadolu’nun tarihi, Anadolu coğrafyasından ibaret değildir; Anadolu insanının tarihidir. Yedi iklim üç kıtayı içine alır. Edirne-Kars arasına sıkıştırılmış zihinlerimizi aşmamamız gerekmektedir. Siyasal sınırlarla medeniyet sınırlarını karıştırmamalıyız. Somali’den gelen talebemiz Mahmud’un, aynı evde kaldığı dünyanın farklı coğrafyalarından arkadaşlarını bizimle tanıştırırken “Hocam, bu Zakir’dir, Anadolu’nun Nijer yöresindendir; bu Nasuriddin, Anadolu’nun Patani yöresindendir, bu Abdurrahman, Anadolu’nun Burkina-Faso yöresindendir” sözleri ufkumuzu açacaktır.

Yaşadığımız acı bir tecrübe, aynı zamanda bizi ümitlendiren bir zafer olan 15 Temmuz hadisesi bize göstermiştir ki Mehmed Niyazi’nin ifadesiyle, “milletçe tarih şuuruna sahip bir nesle çok muhtacız”. Çünkü tarih şuuru kadar doğru yön gösteren bir pusula, ne de onun kadar bir milletin, bir memleketin sigortası olan bir fenomen vardır.

Nihayet, eser vermekten murat, tarihi olayları nakletmek değildir. Onu tarihçiler yapıyor zaten. Burda gayenin ne olduğunu, Sepetçioğlu’nun Çanakkale serisi romanları için söylediği cümleyle ifade edelim: “Bence önemli olan, Çanakkale’ye gelenlerin gelmesi değildir. Onlar nasıl olsa geleceklerdi. 1071 Ağustosundan beri gelmeyi her fırsatta denediler. Çanakkale’ye 1914 ile birlikte geldiler. Önemli olan onları Çanakkale’de durduran ruh idi… İşte bu, o ruhun destanıdır.”

Kaynakça

Ata, Bahri. “Muhammed İkbâl’in Tarih Eğitimciliği Üzerine Bir Bakış”, Beyaz Yasemenler Ülkesinde Muhammed İkbal’in Eğitim Davası, Ed. Bahri ATA, Pegem Akademi Yayınları, Ankara 2014, ss.129-138.

Biricik, İbrahim. “Devlet Ana Romanının Sosyolojik Boyutları”, Uluslararası Türkçe Edebiyat Kültür Eğitim Dergisi, S. 5/3, 2016, ss.1267-1287.

Bozdağ, İsmet. Kemal Tahir’in Sohbetleri, Yaba Yayınları, İstanbul 2003.

Deniz Kuvvetleri Komutanlığı, (2019), Esaretten Esarete 2735 Gün, https://www.dzkk.tsk.tr/icerik.php?icerik_id=409&dil=1 (erişim tarihi: 16.08.2019)

Dural, Baran. Edebiyatımızın Üvey Evladı Tarihi Roman, Bizim Dergâh Yayınları, İstanbul 1991.

Durukoğlu, Salim. “Edebiyatla Tarihin Mutlu İzdivacı: Tarihî Roman Türü Ve Osmancık’tan Osman Gazi Han’a Bir Olgunlaşma Kurgusu”, Turkish Studies, S. 8/7, 2013, ss.137-148.

Düzgün, Hakan. Tarih Öğretiminde Tarihi Romanların Yeri-Mehmed Niyazi’nin Romanları, Marmara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Enstitüsü Ortaöğretim Sosyal Alanlar Eğitimi Anabilim Dalı Tarih Eğitimi Bilim Dalı Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, 2008.

Enginün, İnci. “Çanakkale Zaferinin Edebiyata Aksi”, Marmara Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Türklük Araştırmaları Dergisi, S. 2, 1986, ss.111-129.

Ercilasun, Bilge. “Kuruluş Devrini Konu Alan Romanlar Üzerine”, HÜ-Edebiyat Fakültesi Dergisi, Osmanlı Devleti’nin 700. Yılı Özel Sayısı, 1999, ss.1-18.

Erol, Kemal, “Tarih-Edebiyat İlişkisi ve Tarihî Romanların Tarih Öğretimine Katkısı”, Dil ve Edebiyat Eğitimi Dergisi, S. 1/2, 2012, ss.59-70.

Karslı, Barkın. “Kemal Tahir, Kemalizm ve Sosyalizm”, 2019,      https://serbestsiyasa.com/?p=258#fn-258-14 (erişim tarihi: 16.08.2019).

Sabah Gazetesi, “Kendi tarihimizi anlatmadığımız için birileri gelip bize anlatıyor”, Sabah Gazetesi Kültür Sanat Haberleri, 13.06.2018, https://www.sabah.com.tr/kultur-sanat/2018/06/13/kendi-tarihimizi-anlatmadigimiz-icin-birileri-gelip-bize-anlatiyor (erişim tarihi, 16.08.2019).

Şimşek, Ahmet. “Bir Öğretim Materyali Olarak Tarihsel Romana Yönelik Öğrenci ve Öğretmen Görüşleri”, The Turkish Online Journal of Educational Technology – TOJET, S. 5/4, 2006.

Türkeş, A. Ömer. “Romana Yazılan Tarih”, Toplum ve Bilim Dergisi, S. 91, 2002, ss.166-212.

Yeşilçiçek, Vedat. “Mehmed Niyazi’nin Romanlarında Tarih Algısı”, Karabük Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, S. 2 (Özel Sayı), 2016, ss.142-165.

 

[1] Salim Durukoğlu, “Edebiyatla Tarihin Mutlu İzdivacı: Tarihî Roman Türü Ve Osmancık’tan Osman Gazi Han’a Bir Olgunlaşma Kurgusu”, Turkish Studies,  S. 8/7, 2013, s.138.

[2] Bahri Ata, “Muhammed İkbâl’in Tarih Eğitimciliği Üzerine Bir Bakış”, Beyaz Yasemenler Ülkesinde Muhammed İkbal’in Eğitim Davası, Ed. Bahri ATA, Pegem Akademi Yayınları, Ankara 2014, s.130.

[3] Kemal Erol, “Tarih-Edebiyat İlişkisi ve Tarihî Romanların Tarih Öğretimine Katkısı”, Dil ve Edebiyat Eğitimi Dergisi, S. 1/2, 2012, ss.61-62.

[4] İsmet Bozdağ, Kemal Tahir’in Sohbetleri, Yaba Yayınları, İstanbul 2003, s.94.

[5] Vedat Yeşilçiçek, “Mehmed Niyazi’nin Romanlarında Tarih Algısı”, Karabük Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, S. 2 (Özel Sayı), 2016, s.147.

[6] İbrahim Biricik, “Devlet Ana Romanının Sosyolojik Boyutları”, Uluslararası Türkçe Edebiyat Kültür Eğitim Dergisi, 5/3, 2016, ss.1268-1269.

[7] Hakan Düzgün,.Tarih Öğretiminde Tarihi Romanların Yeri-Mehmed Niyazi’nin Romanları, Marmara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Enstitüsü Ortaöğretim Sosyal Alanlar Eğitimi Anabilim Dalı Tarih Eğitimi Bilim Dalı Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, 2008, ss.13-14.

[8] Bilge Ercilasun, “Kuruluş Devrini Konu Alan Romanlar Üzerine”, HÜ-Edebiyat Fakültesi Dergisi, Osmanlı Devleti’nin 700. Yılı Özel Sayısı, 1999, s.4.

[9] İbrahim Biricik, a.g.m., s.1269.

[10] Ahmet Şimşek, “Bir Öğretim Materyali Olarak Tarihsel Romana Yönelik Öğrenci ve Öğretmen Görüşleri”, The Turkish Online Journal of Educational Technology – TOJET, S. 5/4,  2006, s.73.

[11] Hakan Düzgün, a.g.t., s.16.

[12] Baran Dural, Edebiyatımızın Üvey Evladı Tarihi Roman, Bizim Dergâh Yayınları, İstanbul 1991, s.34.

[13] Cemil Meriç, Bu Ülke, İletişim, İstanbul 2013, s.98.

[14] A. Ömer Türkeş, “Romana Yazılan Tarih”, Toplum ve Bilim Dergisi, S. 91, 2002, ss.190-195.

[15] A. Ömer Türkeş, a.g.m., ss.195-200.

[16] Barkın Karslı, “Kemal Tahir, Kemalizm ve Sosyalizm”, 2019, https://serbestsiyasa.com/?p=258#fn-258-14 (erişim tarihi: 16.08.2019).

 

[17] Deniz Kuvvetleri Komutanlığı (2019), Esaretten Esarete 2735 Gün, https://www.dzkk.tsk.tr/icerik.php?icerik_id=409&dil=1 (erişim tarihi: 16.08.2019)

[18] İnci Enginün, “Çanakkale Zaferinin Edebiyata Aksi”, Marmara Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Türklük Araştırmaları Dergisi, S. 2, 1986, s.111.

[19] Sabah Gazetesi, “Kendi tarihimizi anlatmadığımız için birileri gelip bize anlatıyor”, Sabah Gazetesi Kültür Sanat Haberleri, 13.06.2018, https://www.sabah.com.tr/kultur-sanat/2018/06/13/kendi-tarihimizi-anlatmadigimiz-icin-birileri-gelip-bize-anlatiyor (erişim tarihi, 16.08.2019).

 

Yorumlar
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.