- Hakkımızda
- TYB Ödülleri
- Genç Yazarlar Kurultayı
- Kitaplık
- Ahlâk Şûrası
- Yazar Okulu
- Mehmet Âkif Ersoy
- Türkçe Şûrası
- Milletlerarası Şehir Tarihi Yazarları Kongresi
- Yayınlar
- Söyleşi
- Şube Haberleri
- Salgın Edebiyatı
- Haberler
- Şiir Şölenleri
- Mesnevi Okumaları
- Kültür & Sanat Haberleri
- Kültür Kervanı
- Kırklar Meclisi
- Duyurular
- Biyografiler
03 Kasım 2025- İstanbul17°C▼
- Ankara15°C
- İzmir18°C
- Konya16°C
- Sakarya17°C
- Şanlıurfa21°C
- Trabzon14°C
- Gaziantep19°C
İSMAİL KILLIOĞLU'NDAN: KUVVETLER AYRILIĞI
“Kuvvetler ayrılığı” üzerinde yapılan tartışmalara nasıl bakıyorsunuz şeklinde yöneltilen soruya verilen cevap şöyle: “Kuvvetler ayrılığı üzerinde de iyi bir çalışma yapmamız lazım. Eşit kuvvetler üzerinde duruluyor.

“Kuvvetler ayrılığı” üzerinde yapılan tartışmalara nasıl bakıyorsunuz şeklinde yöneltilen soruya verilen cevap şöyle: “Kuvvetler ayrılığı üzerinde de iyi bir çalışma yapmamız lazım. Eşit kuvvetler üzerinde duruluyor. Tam olarak böyle değil. Zaten tam olarak böyle olması da doğru değil. Yargı ve yürütme doğrudan doğruya milli iradeden güç alan kuvvet değil. Doğrudan güç alan kuvvet yasamadır. Yasamanın bir basamak yukarıda, bir gömlek üstte sayılması gerekir. Yürütmenin ve yargının yasama karşısında bir ölçüde saygı duyan, ceketini ilikleyen tavır göstermesi lazım.” (Abdullah Karakuş’un Kocaeli milletvekili Nihat Ergün ile röportajı, Milliyet, 4 Mayıs Pazar)
Adı geçen milletvekili bakanlık yaptığı sürede hükümet içinde çalışkanlığı ve dengeli tutumuyla dikkat çekmişti. Görebildiğim kadarıyla bıraktığı izlenim böyleydi.
Söyleşide ileri sürdüğü görüşler siyaset bilimi ve hukuk bakımından hem bilgi eksikliği, hem de “kuvvetler ayrılığı” kavramını işaret ettiği olguyu içselleştiremediği için kendi içinde tutarsızlıklar taşımaktadır.
“Kuvvetler ayrılığı” kavramının uzun bir tarihi süreç ve deneyimler sonucunda ortaya çıkış nedeni, devlet denen aygıtın mutlak kabul edilen “iktidarı”nın, hukuk ve siyaset sınırı içine çekilmesidir. Böylece, “iktidar” denilen, genellikle yıkıcı ve yok edici güç, belirli, somut, sınırları ve yetkileri tanımlanmış bir “araç-değer” niteliği kazanacaktır. Dolayısıyla devlet “mevhum” bir varlık olmaktan çıkacak, insan ve toplumun amacı doğrultusunda hukuki ve siyasi bir kuruma dönüşecektir. Hobbes’un Tevrat’tan aldığı bir deyim olan “Leviathan” (Türkçeye “Masal Devi” olarak çevrilebilir bu kelime) olma niteliğinden arındırılarak beşeri bir varlık kimliğine kavuşacaktır. “İktidar” olgusu, hukuki, siyasi, dolayısıyla ahlaki ilkelere dayanmadığı için insanın “Leviathan”ı, karabasanı olagelmiştir tarih boyunca. Eski Mısır’da “Firavun”, Roma İmparatorluğunda “Cesar” kendini “tanrılaştırırken”, “iktidar” olgusunun sınırsız, mutlak, paylaşılamaz ve devredilemez olduğu gerekçesine dayanıyorlardı. Ortaçağda Papa da bir noktadan sonra, “iktidar”ın Tanrı tarafından Kilise’ye, yani dolaylı olarak kendisine verildiğini ve iktidar yetkisiyle donatılmış olarak “Tanrı’nın temsilcisi” olduğunu ileri sürerken aynı iddiayı dile getiriyordu.
“İktidar” olgusunun hukuk ve siyaset sınırları içine çekilmesiyle yeni tanımı “hakimiyet” olacaktır. Hakimiyetten kaynaklanan iktidar yetkisi, hukukun temel öznesi olan “kişi” (şahıs)nin insan ve birey olarak doğuştan sahip olduğu hak ve özgürlüklere göre konumlanacak, belirlenecek ve tanımlanacaktır. Kuvvetler ayrılığı bu bağlamda kişinin, bireyin, dolayısıyla toplumun varlığı ve amacı çerçevesinde şekillenecektir. Kuvvetlerin, daha doğrusu “erklerin eşitliği” bireyin hak ve özgürlüklerinin güvence altına alınmasının doğal sonucudur. Erklerin, yani, Yasama, Yargı ve Yürütme’nin yetki, yükümlülük ve sınırlarının farklı olması, dayandıkları kaynak bakımından değil, icrai faaliyetleri, kullanımları bakımındandır. İktidarın kullanımında dağılım farklılığı, devletin mahiyet ve niteliğini olumsuz yönde etkileme imkanına yol açar. İleri sürüldüğü gibi, Yasama “milli irade”den kaynaklanıyor gerekçesiyle icrai eşitsizliğe dayandığı takdirde, Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde ortaya çıkan ve kimi Anayasa Hukukçusunun “totaliterlik” niteliği mazur göstermek için ürettiği “Meclis Hükümeti” yapısı, diğer erkleri emer, “asimile eder”.
“Milli irade” deyimi, hükümet etme yetkisini belirlemede, özellikle Fransız Devrimiyle Rousseau’dan mülhem bir kavram olarak ortaya çıkmış ve demokrasinin yerleşmesi bakımından, İkinci Dünya Savaşına kadar, belli ölçüde, işlevsel rol oynamıştır. Ancak devlet iktidarının totaliter yola girebildiği deneyimleri sonucunda, hükümet etme yetkisinin tam tanımında suiistimale açık olduğu da görülmüştür. Muhalefet, baskı grupları, medya, meslek birlikleri de “milli irade”yi, kendi varlıkları ölçeğinde içkindirler. Bu da meselenin bir başka yönü.
07.05.2014 Milli Gazete
- Geri
- Ana Sayfa
- Normal Görünüm
- © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.