- Hakkımızda
- TYB Ödülleri
- Genç Yazarlar Kurultayı
- Kitaplık
- Ahlâk Şûrası
- Yazar Okulu
- Mehmet Âkif Ersoy
- Türkçe Şûrası
- Milletlerarası Şehir Tarihi Yazarları Kongresi
- Yayınlar
- Söyleşi
- Şube Haberleri
- Salgın Edebiyatı
- Haberler
- Şiir Şölenleri
- Mesnevi Okumaları
- Kültür & Sanat Haberleri
- Kültür Kervanı
- Kırklar Meclisi
- Duyurular
- Biyografiler

- İstanbul20°C▼
- Ankara19°C
- İzmir24°C
- Konya20°C
- Sakarya22°C
- Şanlıurfa26°C
- Trabzon18°C
- Gaziantep23°C
KÜLTÜRÜMÜZDE GÜL

M. Ali ABAKAY
Diyarbakır Kültürümüzde Gül’ü tebliğimiz için konu başlığı olarak seçerken, sempozyum bildirilerini sunan kıymetli katılımcılarla aynı noktalara ister istemez değineceğiz. Bu sebeple tekrarlar olursa, olmuş ise beni ma’zur görünüz. Çünkü bu Şehr-i Diyarbekir’in “Güller Şehri” olduğunun ispatıdır. Fazla söze ne hacet!... Demek ki birbirinden habersiz olanlar aynı noktada buluşmaktadır.
Kültürümüzde Gül’ü anlatırken Mezopotamya öncesine gitmeyeceğiz. Biz edebiyatçıyız, tarihçi değiliz. Fakat Kanunî Sultan Süleyman’a sunulan Matrakçı Nasuh’un Diyarbekir Tasvirinde şehrin kalesi resmedilirken gül bahçelerinin varlığı, bu şehrin güllerle tarihteki dostluğunun yegâne belgesidir. Matrakçı Nasuh’un çiziminde olduğu görünümü, biz 19. Yüzyıl başlarında yitirmişiz.
Evliya Çelebî’nin Dicle Önü’nü anlatırken çizdiği güzel tasvire burada yer vermeye gerek var mı? Merak içinde olan hûllelerde aylarca süren ve yaz denildi mi sonbahara dek süren gülistanlar içindeki yaşantıyı, Çelebî’den okuyabilir.
Mimarî’de her evin avlusundaki kuyu ve bazalt havuzun çevresinde yetiştirilen güller, şehir insanının güllere verdiği, kazandırdığı mana ortadadır. Giyimde kuşamda gülün hayata kattığı mana, genç kızların, gelinlerin gül misali olduklarının işaretidir.
Sabahın erken deminde bahçede gezinirseniz gül yaprağındaki su damlasından etkilenmez misiniz? Bir çiğ tanesi ve yaprak arasındaki ilişkinin ruha yansımasının şaire verdiği heyecanı kelimelerle ifade etmek mümkün mü?
Gülün tomurcuk hali ve yapraklarının açılması… Gül, niçin yetişir? Neden yaprak açar? Her gülün kokusu, toprağı aynı olmasına rağmen neden farklıdır?
Rengahenk güllerin yansıyışının ruha verdiği esintilerin insana kazandırdığı ve şaire, yazara verdirdiği his atmosferinde estetizmin ruha eşlik eden biçimi..
Hayatın birçok merhalesinde vazgeçilmez sembollerden biri… Bir hekimin elinde dertlere şifadır, gül, hastalıklara devadır.
Bir kilimde halıya nakşedildiğinde yüzyılların zevki söz konusudur.
Bir minyatörde yer alan gül, ressamının ismini ölümsüz kıldığı gibi, nakkaşın nakışlarında gül olmazsa nakşedilenler kemale ermez, bir türlü…
Gelinlerin çeyizinde geçmişten gelen duyguların kendisini bulduğu remz olan gül, işlendiği destmalı eşsiz kılar, hasretin imbikten geçirilmesi misali, şekillendirilen motifle.
Hastanın başucuna konulduğunda ruhen insanı rahata erdiren varlığa dönüşür.
Şairin kaleminde aşkın, sevginin, hasretin tecessümüdür, gül; maddeden öte manada buluşmanın adresi, tefekkürle varılabilen çizgi…
Çocuklar güle benzetilir, sevilenler gülle ifade edilir, en çok sevilenlerin işaretçisidir, gül…
Çocuk teninin tazeliğinde dokunsan sihrini kaybedercesine nazik, zerafetiyle ihtişamın misali, insanı dünyası içinde büyüleyen yapraklar ve şekilleriyle büyüleyen figür…
Güle ulaşmak isteyenin dikene razı olduğu demler… Güle ulaşmak, bilmeyen için dalından koparılmasıdır. Lakin güle ulaşamayanların sıkıntısı vardır, düşünce âleminde. Gülün beraberinde taşıdığı dikenler söz konusudur. Kokusu, rengi, görünümü apayrı olan gül, bahçıvanın da şehadette bulunduğu gülleri, beraberinde büyütür. Güller, neden dikenleriyle büyür? Bunun sırrı nedir? Dikeni olmayan gülün kıymeti var mıdır?
Tasavvuf erbabının, fikir adamının, felsefe ile iştigal edenin gözünde gülün diken taşımasının manası oldukça engindir, düşünce ufkunda.
Hayatta mutlu olmayı gül haliyle düşünenlerin mutluluğa giden yolda karşılaştığı her engel diken ile telaffuz edilir, edebî lisanla. Varılmak istenen hedef ve karşılaşılan zorluklar, gül ve diken ile tecessüm kazanır, yazıya dökülürken.
Vuslatı geciktiren, bazen de engelleyen dikenler, felekle tarif edilir, edebiyat dünyamızda.
Tasavvufta Allah’la buluşmanın önündeki en büyük dikenlerden biri nefistir. Buluşulmak istenen gül ve engelleyen diken nefistir. Nefsin ıslâhı çileden, insanın kendisini bilerek birçok nimetten alıkoymasını gerektirir. Bunun için bir lokma bir hırka, insan için her dünyevî zevkten daha iyidir.
İnanç âleminde Peygamberin teni gül kokar, teri gülün kokusudur. Peygamberi anımsatan gül, hasretle sevdayla karılır, kendisini gülün tezahüründe bulur. “Gül” denilince akla gelen peygamberdir, İslam İnancı’nda. İslam’ın resmedilme durumunda takındığı yasak, insan ve hayvan şekli dışında en çok gül için serbestliğe dönüşmüştür. Gül ile şekillendirilmek istenen birçok duygu vardır, serbest bırakılan. Cennette tasvir edilen bahçeler ve kokular için Kur’an-ı Kerim’de geçen birçok âyete ve Peygamberin hadis-i şerifine bakılabilir.
Fikir adamları, ideallerinin gerçekleşmesinde karşılaşılan zorlukları tarif ederken” Her gülün bir dikeni vardır.” ifadesini sık kullanır, anlatılarında..
Heykeltıraşın gülü tasviri vardır, bitkiler içinde şekillendirdiği, can vermek istediği. Bu can veriş, mana itibariyledir…
Önceleri bahçelerde kişinin zevkine göre yetiştirilen gül, sonraları suya atılan taşın halkalar misali büyüyerek, birçok ülkede gül bahçelerinin oluşmasına zemin hazırlamış, hüküm süren sultanların, hükümdarların nazarında ehemmiyet arz etmiş, her saltanat süren padişahın, şahın, kralın, imparatorun köşkü, konağı, malikanesi bu gül bahçeler içinde farklı öneme haiz hale gelmiştir.
Dün suyu ile bizim hayatımızda etken hale gelen gül, bu gün sektörel alanda oldukça getiriye sahip bir hammaddedir. Tıbbîyatta eczanın bazen en çok aranan hammaddesi olan gül, günümüzde itriyat-koku dünyasının ana malzemesi haline gelmiştir.
Tıbbiyatta hazmedici olma beraberinde birçok hastalığa deva olan gül, cerrahî alanda vazgeçilmezdi. Birçok yönüyle antioksidan, dezenfekte olmak üzere hijyen alanında kullanılan gül ürünleri, içecek alanında şerbet, şurub yiyecek alanında reçel, pasta, tatlı olmak üzere birçok alanda alternatif özelliğe sahiptir. Halen şişliklerde, iltihabî durumlarda, kadın hastalıklarında, cerrahî müdahalelerde, psikolojik tedavilerde geleneksel tedavîde güle verilen kıymet söz konusudur.
Biz, edebiyat alanında çalışan ve araştırma içinde olan biri olarak işin sağlık yönünü tıbbiyata bağlı bilirken, edebiyat alanında bir çok şair, gülsüz bir hayat düşünmemiştir.
Cumhuriyet Dönemi ilk resmî İl Yıllığı olan Basri Konyar’ın hazırladığı Diyarbekir Yıllığı’nda Diyarbakır’da yetiştirilen gül çeşitleri hakkında verilen bilgileri, şu şekilde özetlemek mümkündür:
Beyaz Gül: Mersinden 1932 yılında getirilen güller aşılanarak yetiştirilen bu güller, dalları dikensiz ve yaprakları iri, çiçeği beyaz, katmerli, kıvrık ve büyüktür. Kokusu az olan Beyaz Gül, ilkbaharla yılda altı-yedi defa açar.
Krem Gül: 1928’de Urfa’dan getirilen bu gül, dalları dikensiz, orta büyüklükte yapraklı, çiçeği katmerli ve az kokuludur.
Mikado Gülü: İstanbul’dan 1928’de getirilen bu dalları dikenli, yaprakları küçük, çiçeği penbe, kıvrık ve katmerli gül, yılda yedi defa açan, kokusu oldukça güzel bir güldür.
Arif Beg Gülü: Halep’ten getirilen bu gül, penbe olup, çiçeği büyük, kokulu, katmeri fazla özelliğe sahiptir. Diyarbakır’ın en iğtibar gören gülü, ilkbahardan sonra daimî biçimde çiçek açar.
Rumkale Gülü: 1926’da şehre getirilen bu gül, dikensiz dalları ve yaprakları ile orta büyüklüktedir. Koyu penbe olan bu gül, çok katmerli ve çiçeği büyüktür. Nisan ve Haziran arasında dört kez gül veren Rumkale Gülü’nün şehirde adaha önce dikilen güllerden olduğu söylenmektedir.
Hacı İbrahim Gülü: Senede yedi defa açan ve çoğaltanın ismiyle anılan bu gül, yaprak olarak ufak, dalları fazladan dikenli, çiçeği ebru, penbe kokulu özelliğe sahiptir.
Koyu Sarı Gül: Yaprakları ufak, dalı dikenli olan gül, çiçeği çok katmerli, yedi veren özelliğini taşıyan, az kokulu güldür.
Açık Sarı Gül: Dalları az dikenli, yaprağı orta boylu, az kokulu, yılda yedi kez açar.
Fes Kırmızı Gül: Yediveren çeşidinden olan bu gül, kokulu ve katmerli yapıya sahiptir.
Malatya Gülü: Orta bolu yapraklarıyla koyu penbe olan, kokulu, yediveren gül çeşidinde olan gülün açık npenbesi de vardır.
Üç Renk Aşılı Gül: Fes kırmızı renginde olan bu gülün dalları sarı, ve Arif Beg cinsi ile aşılanmış olduğu için değişik biçimlerde üç renge sahiptir.
Cevat Paşa Gülü: El-Cezire’den getirilen bu gül, orta yapraklı, yeşil koyu dal rengine sahip, az dieknli kokulu ve ufak katmerlidir.
Malta Gülü: Orta boyda olan yapraklarıyla, koyu yeşil dallarıyla bu gül, çiçek olarak penbe katmerli olup, kıvrıktır. İlkbahardan kışa kadar açan gül, bahçe düzenlemelerinde süs olarak kullanılır.
Dantilamur Gülü: Uzun yapraklı, dalları az dieknli, çiçeği kokulu ve katmerli olan gül, önceleri koyu kırmızı, açtıkça erguvanî renge bürünür. İlkbahardan kışa kadar aralıklı açar.
Penbe Esans Gülü: Zarif, katmerli ve daima açan bir gül çeşididir.. Esans yapımında tercih edilen bir güldür.
Viktoriya Gülü: Diyarbakır’da sadece penbe çeşidi bulunan bu gülün otuz beş çeşidi bilinmektedir.
Asma Gülü: Cumhuriyetin kuruluşu ile mersinden getirilen bu gül, koyu penbe ve çok katmerlidir. Görünümü oldukça güzel olan bu gülün yaprakları orta büyüklükte ve dalları az dikenlidir.
Çeper Gülü: Dalları haddinden fazla dikenlidir. Daha çok bahçe çitlerinde kullanılır.
Muhammedî Gül: Kızanlık olan gül, kokusuyla en makbul olan güldür. Dikildiğinin üçüncü yılından sonra fazla ürün veren Muhammedî Gülün susuz yetişeni esans, sulu yetişeni çiçek için tercih edilir.
Sultan Gülü: Süs amaçlı yetiştirilir. Kokusu az olan gülün rengi koyu kırmızıdır.
Yediveren: Az kokulu, oldukça katmerli, şubatla beraber açan ve mayıs ile devam eden Yediveren Gülü, mayıstan sonra da açar.
Yüzyaprak: Sâd-berg(Yüz Yaprak) denilen bu gül çeşidi, oldukça kokuludur. Soğuğa dayanıksız olan bir gül çeşididir.
Nesrin Gülü: Kokusu güzel olan, beyaz çekleri ufak gül çeşidi, az katmerli olup, süs gülü çeşidindendir.
Yabanî Gül: Çeper gülü özelliğinde olan bu gül, beyaz renktedir.
Sarmaşık Gülü: İlkbaharda bir kez açan bu gül, gölgelikler için ideal bir özelliğe sahiptir.
Doğu kültüründe hayata dair manalar sembollerle anlam kazanır, anlaşılmak üzere çoğunlukla.
Gül sevileni sembolize eder, halk şiirinde; sevene “Bülbül” denilir. Kerem’e, Ferhat’a, Mecnun’a, Mem’e karşılık Aslı, Şirin, Leyla, Zin söz konusudur.
Halk şirinde olan bu tarz yaklaşım, Divan Şirinde de egemen motiftir. Fuzulî’nin Su Kasidesi’nde egemen olan motif güldür.(1)
Ahmed Haşim’in Merdiven’inde hem gül vardır hem bülbül. Mehmet Akif’te Bülbül, bir devri anlatan şiire isim olmuştur.
Sezai Karakoç’ta gül vardır, Ahmed Arif’te yedi veren gülleri vardır.
Diyarbakırlı Şairlerde, yazarlarda gül eksik olmadı, hiçbir zaman. Gül, bülbülle birlikte anıldı, söylendi, yazıldı.
“Gül” denilince önceleri Şehr-i Diyarbekir akla gelirmiş, öyle anlaşılırmış. Duyduklarımıza, anlatılanlara ve yazılanlara göre. Bilir misiniz, bu şehrin diğer isminin “Güller Şehri” olduğunu, “Güller Şehri” olarak bilindiğini?
Karacadağ’ın kiliminde, halısında duyguların güle dönüştüğünü bilir miydiniz?
Genç kızların nakışlarını şekillendirdiği kanaviçelerde gülün eksik olmadığını bilir miydiniz?
Bohçaların içinde gülkurularının saklandığını, üzerindeki işlemelerin sadece gül olduğunu bilir miydiniz?
Mendillerin bir ucuna işlenirdi, göz nuruyla bir zamanlar. Bu mendiller, işleyenin kokusunu taşırdı, hiç yıkanmadan.
Bahçelerinde güller vardı, şehrin. Her avluda mutlaka birkaç gül ağacı yetiştirilirdi.
Avlular, gülsüz kalmazdı.
Kuyunun, havuzun yanı başında gül, dikilen ilk ağaçtı.
Esfel Bahçaları’nda Dicle’ye nazır köşklerde gül yetiştirmek bir sanattı, geçmişte.
Gülün reçeli vardı, her evde. Kış ortası içilen şerbet, gül şerbetiydi. Her misafir, gül suyuyla karşılanırdı, evde.
“Gül” denilince Hazreti Muhammed(a)’e salavat getirilirdi, eller yüze sürülerek. Konuşmalarda gül mutlaka geçerdi, gelenekte bir önemli konu ele alındığında.
Zorluklar anlatıldığında gülün dikensiz olmadığı vurgulanırdı, özellikle. “Gül” denildiğinde dikenden soyutlanmazdı, konuşulan..
Gül, yakaya, saça takılandı. Büyüğe saygının ifadesiydi, huzurun simgesiydi, bir dönemler.
Güller şehriydi, Diyarbekir… Hanların avlusundan bile eksik olmazdı. Mardin Kapı’dan Sem’ân Köşkü’nün ötesine uzayan geniş alan kokularıyla farklılık arz ederdi.
Bu gün, evlerin avluları kalmadı, gül ağaçlarına mekân olma adına. Betonarme yapılar yükseldi, dönem dönem tarihî evlerin bağrından
Birçok gül yetiştiren gül yüzlü adamlar, gül bakışlı kadınlar küstü hayata.
Tebessümler bile goncayı çağrıştırırdı, şiirde. Boşuna gül goncası denilmezdi, yaşı küçük olanlara. Çocuklar güldü, küçük yaştan itibaren.
Evlerin pencerelerinde saksılara konuldu, sonraları balkonlarda yitip giden güller, bir bir unutuldu hayatta.
Gül yetiştiren gül yüzlü insanlar, ömürlerinin son demlerini yaşarken nefes alamaz hale gelen betonarme yapılar içinde çaresiz son anlarını bekler oldu, dünü her hatırlayışlarında.
Ne kasımpatılar kaldı ne fesleğenler. Begonyaya yabancı, karanfil görmemiş olanlar, gülsüz kalmanın acısını nereden bilsin? Muhammedî güller unutulup gitti, o güzelim kokularıyla.
Hayattan göçüp gidince güzellikler bir bir, nasibini alanlardan biri de güller oldu. Terk-i diyar eden yedi veren gülleri, kan kırmızı-yedi veren gülleri artık yok.
Bembeyaz gülleri, sapsarı safran renkli gülleri, yârin yanağı gibi pembemsi gülleri anımsayanlar arasında kala kala biz ara kuşak kaldık, gibi.
Doğallıktan kopan yaşam, yerini mekanik hayata terk edince albenili-kokusuz-ruhsuz güller çıktı, ortaya. Hastaların başucuna konuldu, bir bir. Bu güller su bile istemez cinse sahip. Plastik olduğu biline biline hastaya takdim edilen güllerin egemenliğinde yaşamın tadı kalır mı ?
Isparta, “Gül Şehri” olarak anılıyor muydu, şehrim “Güller Şehri” olarak adlandırıldığı zaman? Diyarbekir güller şehriydi, bir dönemler. Biz, o dönemi hayal-meyal hatırlayanlardanız.
Diyarbekirli Şairler dünde gülü o kadar şiirlerine konu etmiş ki yaptığımız araştırmada birçok şairin bu konuda şiiri söz konusudur ya da şiirinde gülü ele almışlığı vardır. Biz sadece kimi şairlerden kısa değinmelerde bulunacağız:
İhsan Fikret BİÇİCİ’den:
“Bu senin Diyarbekir oluşun
Bazen
Yediveren bir gül gibi,
Ama çok kere kanlı bir kurşun
Gibi durur canevimde”.(Diyarbekir-
Sezai KARAKOÇ’tan:
“Dicleyle Fırat arasında
Bir eski şehir cennet titremesi
Sarı güller çevirmiş dört yanını
Yabancı bir şehir gibi
Kırmızı güller yerli
Kuzların doğması nasıl beklenirse o ülkede
Güllerin açması da öyle beklenir gün doğmadan önce
Bahar yağmurları böyle günlere gebe
İner gökyüzünden bahçelere
Nişanlarda gül şerbeti içi,lir
Hastalara gül şurubundan ilaç
Gül yeni bir yeni yıl gibi
Hızır fısıltısı say onu
Baharın salavatı güller
Yeryüzüne gelerek sabahları
Yataklara dökülerek “(Gül Muştusu’ndan)
….
“Gelin gülle başlıyalım şiire atalara uyarak
Baharı kollayarak girelim kelimeler ülkesine “(Ülkeden Başkentler Başkentine’den)
Rûşenî’nin Kâmî’ ile beraber söylediği gazelden:
Kâmî: Dahl ederdim bî muhaba bülbül-i şeydâya ben
Şimdi dil verdim vuruldum bir gül-i ra’naya ben
Rûşenî: Beste-i târ-i siyah-i zülfün olmuştur gönül
İhtiyarsız düşmüşüm zalim yaman sevdaya ben
Mehmet Tevfik’ten:
Bûy-i vatanla gönlümüze verdi inşirah
Bir gül getirdi sanki cinandan sabâ bize
Vehbi’nin Kaldı redifli gazelinden:
Elim yetmez güle pâder-kef-i hâr olduğum kaldı
Bu gülşende heman bülbül gibi zâr olduğum kaldı
Kemâle irmeden bedr-i ümidim buldu noksanı
Hilâl-i minnet-i çarh-i sitemkâe olduğum kaldı
Mâhir’in Ey Bülbül redifli gazeli:
Acep gülden mi yoksa hârdan mı dâdın ey bülbül
Ki âteş urdu bağa nâle ü feryâdın ey bülbül
Benüm gibi esir-i derd-i hicrân olmamışsın sen
Hemân taklid ile olmuş figan mu’tadın ey bülbül
Pasendide ederlerse dahi gül nağmeni asla
Bu gülşende açılmaz hîç dil-i nâşâdın ey bülbül
Tutup zâğı ne gun gülzâ<rdan bahs-i kafes kaldın
Cihânda olmasun aslâ senin sayyadın ey bülbül
Bu gûna ah-i dilsûzu sana kim eylemiş ta’lim
Aceb Mâhir midir bilmem senin üstâdın ey bülbül
Râif’in bir şiirinden beyit:
Cûda düştüm o dem ki nev-nihal-i gülizârımdan
Cihan doldu seda-yi nâle-i feryâd u zârımdan
Hayalî’nin Senin redifli gazeli’nden:
Gülleri şermende eyler reng-i ruhsarın senin
Öğredir serve edâlar naz ü reftarın senin
Terk-i Gülşen etti hasretle hezaran reşkten
Gördüler nadîde rengin hüsn ü etvarın senin
Gülün damlası mı olur?(2) Olur dostlar olur. Gül solunca yaprağı düşer. Kıpkırmızı gülden düşen yaprak, damla kabul edilir. Ağlamaktadır, gül. Hüznün yansımasıdır, düşen yaprak. Ondandır güle bakıp bülbülün ağlaması. Aşklar değişken olmadan evveldi., sevilene sunulan ve ömür boyu saklanan gül.
Alınan işlemeli mendil ve o bakışın yıllarca hatırlandığı an. Ne sevgili kaldı ne âşık… Ondandır göç etmesi hayatımızdan güllerin. Gül damlası daima bana bunu hatırlatır.
DİPNOTLAR
1-Halk hikâyelerinde mesnevîlerde gül ve bülbül, daima sevilen ile sevenin remzi olarak kabul edilmiştir. “Diyarbakır Folklorlundan Kesitler Celâl Güzelses” kitap çalışmamızda Diyarbakır Folklorunda Gül-Bülbül Motifi hakkında yaptığımız araştırmayı sunuyoruz:
“Doğu Kültüründe bülbülün gül yüzünden çektiği acılar, ciltler dolusu tutar. Sevenin sevilenin remzi olan “Gül” ile “Bülbül”, Diyarbakır Folklorunda ele alınmamış bakîr konulardandır.
Şiirini semboller üzerine kuran Ahmed Haşim’in Şiiri’nden remzler:
Eğilmiş arza kanar, mutassıl kanar güller;
Durur alev gibi dallarda kanlı bülbüller,
Sular mı yandı neden tunca benziyor mermer (Merdiven )
Düştükçe vurulmuş gibi yer yer
Kızgın kokusundan kelebekler
Gönlüm ona pervane kesildi (Karanfil )
Gül ile bülbül bazen mumla pervane, bazen Leylâ ile Mecnun olur, Doğu Kültürü’nde.
Fuzûlî’nin Su Kasidesi’nde Gül ile Bülbül:
Suya virsün bağban gülzârı zahmet çekmesün
Bir gül açılmaz yüzün tek virse bin gülzâre su
Arızun yâdıyla nemnâk olsa müjgânım n’ola
Zayi olmaz gül temennâsıyle virmek hâre su
İçmek ister bülbülün kanın meğer bir reng ile
Gül budağının mizâcına gire kurtare su
Misalleri çoğaltmak mümkün olduğu bu şiirlerden, folklordaki Gül ve Bülbül ikilemine geçiyoruz.
Celâl Güzelses’in saba makamındaki “Ana Beni Bir zalime verdiler” isimli eserinde Gül Motifi egemendir:
Ayrıldım gülüm senden
Saçı sümbülüm senden Ağamın elinden
Yârimin derdinden
Nasıl edem
Gül ve Bülbül ikileminde seven, sürekli sevilenden yana fedakârdır:
Senin yeren
Gül sevdim senin yeren
Sen ölme canan yazıh
Ben ölem senin yeren
Sevilenin sevenden yana şikâyeti de manilerde yerini bulur:
Gül demedi
Elinde gül demedi
Ya ben nasıl güleyim
Yâr bana gül demedi
Manilerin bir önemli özelliği de aynı maninin diğer şehirlerde hatta farklı ülkelerde aynılık göstermesidir:
Gamze deler
Gönlümü gamze deler
Sinem tabib delemez
Delerse gamze deler
Güle olan meyil, çok şeyin üzerindedir. Hasrete programlı gönül, istenilene varma için çok şeyden feragât eder:
Gül senindir
Bağ senin gül senindir
Kendin gül adın çiçek
Korkma gönül senindir
İnsanın gülmesi, kültürde hoş karşılanmaz. Günlük geçim telâşı, ayrılıklar, eş-dost derdi, alınan terbiye hele aşk ile yoğrulmuşsa, “gülme” yerini ağlamaya bırakır. Öyle bir ağlamak ki…
Gülmenem
Bülbül benem gülmenem
Gönlü şad olan gülsün
Ben dertliyem gülmenem
Hüznü eksen alan manilerden biri:
Güle naz
Bülbül eyler güle naz
Girdim dost bahçasına
Ağlayan çok gülen az
Gül ile Bülbül, ayrılığın adıdır. “Bahar olur yeşillenir “de gül, “sümbül”, bülbül “ağlayan” olmuştur:
Bahar olur döker bağlar gazeli
Yârim sümbül elvan elvan güzeli
Gidi(n) sorun dünya âlem ne ağlar
Ben ağlaram nazlı yârdan olmuşum
Aşağıdaki manide sevgilinin benzi güle benzetilerek, ayrılıktan dolayı sevenin çektiği acı dile getirilip, kavuşmanın önüne geçen engeller, dağlar ile ifade edilmektedir:
Bu dağlar olmasaydı
Gül benzin solmasaydı
Ölüm Allah’ın emri
Ayrılık olmasaydı
Celâl Güzelses’in bir araya getirip musıkîmize kazandırdığı eserler, bugün musıkîmizin seçkin ürünlerini oluşturmaktadır. Celâl Güzelses’in Ulu Camiî Müezzinlik yıllarından, unutulmayan uşşak makamındaki şaheserde yine Gül ve Bülbül motifi egemendir:
Her bir gülün râyihası âlemi tuttu
Feryâda getirdi gülü gülzârı Muhammed
Diyarbakır’da yetiştirilen bir gül çeşidine de “Gül-i Muhammedî” ismi verilir. Tasavvufla iç içe olan bu motif, tasavvufta vazgeçilmez sembol halindedir.
Yunus Emre’den:
Sordum sarı çiçeğe
Neden boynun eğridir
Çiçek eydür derviş baba
Benim aslım topraktır…”(age Sayfa 66-68 )
Mehmed Âkif’in Bülbül Şiiri’nden:
…
Eşin var, âşiyanın var, baharın var, ki beklerdin;
Kıyâmetler koparmak neydi, ey bülbül, nedir derdin?
0 zümrüd tahta kondun, bir semâvî saltanat kurdun;
Cihânın yurdu hep çiğnense, çiğnenmez senin yurdun,
Bugün bir yemyeşil vâdi, yarın bir kıpkızıl gülşen,
Gezersin, hânmânın şen, için şen, kâinatın şen.
Hazansız bir zemin isterse, şâyed rûh-i ser-bâzın,
Ufuklar, bu'd-i mutlaklar bütün mahkûm-i pervâzın.
Değil bir kayda, sığmazsın - kanadlandım mı - eb'âda;
Hayâtın en muhayyel gayedir ahrâra dünyâda,
Neden öyleyse mâtemlerle eyyâmın perîşandır?
Niçin bir damlacık göğsünde bir umman hurûşandır?
Hayır, mâtem senin hakkın değil... Mâtem benim hakkım:
Asırlar var ki, aydınlık nedir, hiç bilmez âfâkım!
Tesellîden nasîbim yok, hazân ağlar bahârımda;
Bugün bir hânmansız serseriyim öz diyârımda!
Ne husrandır ki: Şark'ın ben vefâsız, kansız evlâdı,
Serâpâ Garba çiğnettim de çıktım hâk-i ecdâdı!
Hayâlimden geçerken şimdi, fikrim herc ü merc oldu,
SALÂHADDÎN-İ EYYÛBÎ'lerin, FATİH'lerin yurdu.
Ne zillettir ki: nâkûs inlesin beyninde OSMAN'ın;
Ezan sussun, fezâlardan silinsin yâdı Mevlâ'nın!
Ne hicrandır ki: en şevketli bir mâzi serâp olsun;
O kudretler, o satvetler harâb olsun, türâb olsun!
Çökük bir kubbe kalsın ma'bedinden YILDIRIM Hân'ın;
Şenâatlerle çiğnensin muazzam Kabri ORHAN'ın!
Ne heybettir ki: vahdet-gâhı dînin devrilip, taş taş,
Sürünsün şimdi milyonlarca me'vâsız kalan dindaş!
Yıkılmış hânmânlar yerde işkenceyle kıvransın;
Serilmiş gövdeler, binlerce, yüz binlerce doğransın!
Dolaşsın, sonra, İslâm'ın harem-gâhında nâ-mahrem...
Benim hakkım, sus ey bülbül, senin hakkın değil mâtem!..
Ahmed Arif’in şiirinde Gül
….
Uy havar!
Muhammed, İsa aşkına,
Yattığın ranza aşkına,
Deeey, dağları un eder Ferhadın gürzü!
Benim de boş yanım hançer yalımı
Ve zulamda kan-ter içinde, asi,
He desem, koparacak dizginlerini
Yediveren gül kardeşi bir arzu
Oy sevmişem ben seni…
…
Açar kankırmızı yediverenler
Ve kar yağar bir yandan
Savrulur Karacadağ
Savrulur zozan…
Sezai Karakoç ve Gül:
…
“Güllerin içine yağdığı
Bahar aydınlıklarının“
…
“Yaratılışa dönmüşüm baharla
İlk yaratılışa
Gül saçarım düşmanıma bile
Bir ilgi var ölenle bulut
Doğanla güneş arasında
Taş bile çiçeklenir baharda”
“Eski çocuk gül gibi dağıldı gitti atlarda
Atlar kan çizgileri ufuklarda
Çocuklar
Tiftiklenmiş öyküler bahar akan mezarlarda
Genç ölmüşlerdir dedelerim
İlgim yok benim bu erken ağarmış saçlarla
Denizin düşüyüm ben karada
…..
Güneşte yanmış bir gül sesi”
…..
“ Ve kapılar açmış doğum zindanına
Diriliş ayazmasına
Yusuf'un hücresine
Düş olmuş
Düşmüş asmalardan
Babilin dudaklarından
Kudüs sarnıçlarından
Çalkantılar taşımış
Mısır'ın kızgın umutsuzluk akşamlarına”
“Eski zamanlarda söylenmiş apaçık
Ama gelecek zamanlarda sırra dönüşen
Yüce erlerin sözlerinden
Sözlerin gençleşen hayallerinden
Kabarmış yeşil damarlı elleriyle
Alınyazısıyla döğmeli gül devşirmede
Araştırıyor gözleriyle kuşlukta biriken
Muştulu kader seslerini
Bir şey olacak biliyor ama ilerde”
….
“-Bahar gelmiş Yusuf
Çok düş gördük
Gül getirilmiş hapishaneye
Çok düş yorumladın ama
Henüz çıkamadık geniş
Ve aydınlık yeryüzüne
Bir gül getirilmiş
Ama aşamadık duvarları
Çıkmadık gül bahar ülkesine”
“Son insan ölmeden önce
Bir ülkü inecek bahçelere”
……
Size bir mutluluk haberi gibi
Gül gelecek
Kıyamet demek gülün geri gelişi demek
Gül peygamber muştusu peygamber sesi…”
….
“Seni ben gönderdim
Gülün muştusunu vermek için
…
Seni sevenin ismiyle yetiş bize
Yetiştir bize
Günahlarımızı kül edecek ateş harmanını
Verim yağmuru insin ülkemize
Mekkeye Medineye Şama
Kudüse Bağdata İstanbula
Semerkanda Taşkente Diyarbekire
Yetiş Peygamber imdadı yetiş
Yetiş Allah'ın izniyle”
“ Gül diksinler diye yeni topraklarına
İnsanın ta gönlüne
Yetiştir erenlerini
Allah'ım”
….
Gül alıp gül satarlar
Gülü gül ile tartarlar
Gülden terazi tutarlar
Çarşı pazar güldür gül”.
…
Mona Roza siyah güler ak güller
Geyve’nin gülleri beyaz yatak
Kanadı kırık kuş merhamet ister
Ah senin yüzünden kana batacak
Mona Roza siyah güller ak güller …
Aziz Mahmud Hûdaî’den:
Gül ağlama gül bize
Ele diken gül bize
Gül olanın yüzünde
Gül açılır gül bize!”
Güle dair yazdığımız bir beyit:
Bir dikene rast geldi şu sargılı elim
Güldendir bunca gün acı çektiğim
2- Ocak 2007’de yayınladığımız derginin ismi Gül Damlası idi. Bu dergi Fatih Lisesi’nin yayın organı olarak çıkmıştır. Bu sempozyum bildirimizin ana hatları da bu derginin 32. Sayfasında yer almıştır.
Gül Motifi hakkında yayınlanan diğer çalışmalarımız:
Önceleri kökleriyle toprağa sırdaşlık eden gül ağaçlarının bahçelerde koruyucusu idi, bahçevanlar. Her bahçevan, elinde makası ile gül ağaçlarının yetiştirilmesine özenle bakar ve bu özenin karşılığında renkahenk güllerin yetiştirildiğini gördüğü zaman, duyduğu haz ve yaşadığı coşku ile emek vermenin karşılığını alıyor, harcanan ömre ve zamana acımıyordu. Çünkü emeğinin karşılığını alan bahçevan, yetiştirdiği güllerle ustalığının derecesini çevresine ilan ediyordu.
Toprağa düşen fidan, zaman içinde serencamını yaşarken, renkahenk güllerin verileceği zamana kadar, koruyucusu olan bahçevanın elerlinde bir bebek misali özenle yetiştiriliyor, sıcağa ve soğuğa karşı alınan tedbirlerle bahçevanın göz nuru el emeği sayesinde insan derecesinde hususî ihtimamla varlığının esas sebebinin bilincinde kendisine harcanan zamanı ve emeği boşa çıkartmıyordu.
Zamanla bahçelerdeki ağaçlarla beraber güller de söktürüldü, yerine betonarme binalar dikilmek üzere. Toprak, köklerini bağrına aldığı ağaçlardan kopmak istemese de kullanılan zor, direngenliğin ölçüsünü kırıyordu. Bahçeler bir bir yaşanan hatıraların merkezi olmaktan çıkarak, birer çok tabakalı evlere, apartman dairelerine dönüştü. Bahçeler, birer maket şeklinde yaşatılmak istense bile ihtiyaçlar arttığı için ya araba parkına ya da topraktan haz etmeyenler tarafından betonlaştırıldı, etrafı demir aksamlarla çevrelendi.
Gül Yetiştiren Adamlar, şehirde olmanın insan benliğini yaralayan oluşumlar karşısında çözümü balkonlarda saksılarda gül yetiştirmekte buldular, en azından. Gül, toprağa olan hasretinden saksılarda istenileni vermeyince, esaret kabul edince saksıdaki duruşunu, Gül Yetiştiren Adamlar kınandı, zaman içinde.
Onlar, yaşlansa da bu davranışlarını gelenekten kaynaklanan alışkanlık ve gereklilikle sürdürdü. Çocukları ihtiyaçtan bahçeleri betonlaştırdıklarını ifade ederek kendi vicdanlarını rahatlatmak isterken Gül Yetiştiren Adamlar, gözyaşlarını saksılardaki sıska güllerin fazla kokmayan, kokusunu kaybetmiş yapraklarına dökmeye devam etti. Torunlarına bunu aşılamak isteyen Gül Yetiştiren Adamlar, saksı ile buluşmaktan yorgun düşen güllerin bir bir solduklarını gördü, yaşlı gözlerle.
Saksılarda gül yetiştirme yerine kuşları kafeslerden azad etme halinin daha mütenasip olduğunu bilenler saksılardaki gülleri toprak ile buluşturmaya ahd etti, güller uzak topraklara zorunlu sürgüne tabiî tutuldu.
Balkonlarda gül yetiştiriciliği kalmadı, artık.
İnsanoğlu, toprağa çıplak ayakla basmaktan imtina etti.
Küçük çocuklar, her gün ağaçların gölgesi altında oyunlar oynamaz oldu.
İki ağaç arasında gerili, minderle desteklenmiş salıncaklarda uyumadı, bebekler.
Cıvıldaşmadı kuşlar eskisi gibi, yeşillikler içinde.
Ne bir demet maydanoz ne bir deste nane ne de kokusu kopartılırken elden kolay gitmeyen birkaç yeşilimsi domates…
Bahçelere eskiden oluşan tufanlar gibi bir musibet gelmiş, toprağın altı ve üstü değiştirilmişti. Hiçbir yeşile tahammül etmeyen anlayış, daha çok kazanma adına her gördüğü yeri, bahçeyi apartmanlaştırmaya koyulmuştu.
Önceleri şehirleşmede cazip gelen daire hayatı, sonradan tadı tuzu olmayan bir yaşam dönüşünce balkonlarda oturup çay içemez hale geldi, insanlar. Merdiven basamaklarını bile çıkmaktan acziyet içinde olanlar, asansörü kullanır oldu.
Çoğunlukla pencereler bile açılmaz oldu, isin, kurumun ve tozun ev içine dolmaması için. Balkonlar da gözden çıkarıldı. Evin mahremiyetine karşı olan balkonlar, bir bir gözden çıkarıldı. Bir depo haline getirildi, öncelikle küçük balkonlar. Sonrasında büyük balkonlar, misafir gelince oturulur, kullanılır hale geldi.
Bazen bahçede yaşananın canlandırılması yapılmak istense de boşunaydı, çırpınışlar. Komşular, yakılan mangalın, yapılmak istenen yemeğin kokusundan rahatsızlığını dile getirir, oldu. Ev içinde bile yüksek sesle konuşmalar yasaklandı, aile fertlerince.
Çocukların uslulaşması, ehilleşmesi sessizliklerine bağlandı. Ne denli sessiz oturur ve konuşmazlarsa, hareketsiz dururlarsa mükâfatlandırıldı, mahalle bakkalından alınan şekerlemeler ve bisküvilerle. Artık çocuklar bile yaşayamaz oldu yaşlılarla birlikte. Apartman hayatı, gönüllü esaretin ismi haline dönüştürüldü.
Yüz metre kare alanda küçücük odalarda yaşanan hayat, yeşilin ve toprağın hayattan çekilmesiyle beraber bir cehennem hayatına dönüştü.
Bahçelerde güllerin yetiştiricileri unutuldu, bir bir. Akan suyun şırıltısı, yerini madeni seslere bıraktı. Güller, saksılardan aforoz edilince yerini vazolarda yapmacık, kokusuz, suya ihtiyaç duymayan plâstik çiçeklere-güllere bıraktı.
Hastaların başucuna bırakılan, alımlı, güzel görünüşlü güller kokmadığı için, değer görmese bile, yeşile olan hasret dinmediği için, masalarda süs dekoruna dönüştü, sunî güller. Göze hoş, ruha ıstırab veren güllerin aynı kalması, zamana ihanet misali bir ibret vesikası gibiydi. Solan gülle hüzünlenen insan kalmadı, ölümü hatırlayanlar azaldı. Solan gülün yapraklarına bakıp, hayatı bir film şeridi gibi gözünün önünden geçirenler azaldı. Hatta güzel kokan güllerin verdiği şevkle salavat getirenlerin çocukları, bu güzel hasleti unutuverdi. Kimi sebeplerden dolayı gül suyu kullanmak, hoş görülmedi, gül yağının çağrıştırdığı yan etkiler(!) sebebiyle gül ile olan irtibatımız ortadan kalktı.
Evleri balkonsuz yapan mimarların alnından öpen Şairi hatırlarım… Bizim evlerimizde balkon yoktu, bahçeler vardı. Bahçelerde hane halkı istediği gibi rahat ediyordu. Geyvenin gülleri yetiştirilmiyor, artık bahçelerde. Ne kan kırmızı kadife güller ne Muhammedî güller. Ne bir çimen ne bir yeşillik!...
Hekimler, artık yaşlılara, çocuklara parklardaki yeşilliklerde oksijen solumayı reçeteleştirir oldu. Ev içinde sıkılan insana, rahatlık verdirme adına duvarda çerçevelerin, odada kanepelerin yerlerinin değiştirilmesi tavsiye edilir oldu, psikologlar tarafından. Yılda bir beş-on gün bile olsa tatile çıkma tavsiye edilir oldu.
Şehirde has ekmeğe talim edenlere, kepekli köy ekmeği tavsiye edilir oldu. Baldan uzak düşenler, pekmezi tanımazken, şerbete yabancı olanlar, hazır içecekler tüketmeye başladı. Yoğurdun bile makinelerde işleme tabiî tutulduğu şehirde insan, ayranı bile hazırlamaya üşenir oldu, hazır ayran içer duruma geldi.
Gül şerbetlerinin tadı, reçellerinin kokusu, gül sularının ve özellikle yağlarının baş döndüren mutluluk hissi yerini kimyevî maddelere bırakalı, hastalıkların önü alınmaz oldu, tetikleyen sebeplerle.
Ekmekler bozuldu, sular kirlendi, çevre yeşilliğinden eser görülmüyor, insanlar aynı tornadan çıkmış robotlara dönüşeli, emekli olanlar çareyi geçmişe dönmekte arar gibidir. Köye gidişe hazırlanan ruh, rahatlıktan elini çekmek istemeyince iç çatışmalar başladı, beraberinde.
Gül Yetiştiren Adamlar, Mimarîde Balkona Düşman Mimarlar ve Toprağa Hasret Güller!...
Gül işlemeli mendili koynunda saklayan da kalmadı, günümüzde. Ne kanaviçeye ne etamine işlenir oldu, gül. Şairler bile şiirlerinde güle methiye dizemez oldu.
Bülbülden bahsetmediğimizin farkında mısınız? Onu da bir başka yazıda gülle bülbülün sohbeti olarak ele alalım.
Ben de alnından öpmek istiyorum, evleri balkonsuz yapan mimarların. Ben de Geyvenin Gülleri’ni elime almak isterim. Ben de akşamüstleri batan güneşin güle verdiği ihtişamı görmek isterim. Mutassıl kanayan güllere bakıp, eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak bırakan biri olarak, ağır ağır çıktığım merdivenin son basamağında ağlarken güle hasret çektiğim bilinmelidir.
Gül Yüzlü İnsanlar azalınca gülden bahsetmek zorlaştı. Şair şiir bahçesine gülle girerken dirilişten esintiler, ruhumuzda bir iz bırakacak mı?
Ben bahçemdeki gülleri istiyorum, kokusuz, renkahenksiz gülleri değil.
Bunca zamandır hayatımızda olmayan bahçe ve gül motifi, bundan sonra şehirleşmede zorunlu olarak yerini alırken bizi bahçesiz ve gülsüz bırakanlar suçlu görülmeyecek mi?
Onların yargılanarak birer bahçe yapma cezasına çarptırılmalarını ve her bahçede de en azından yirmi gül çeşidi dikmelerini istiyorum.
-Bayım siz kendinizde misiniz? Hasta iseniz bir ambulans çağıralım.
Yaşlı adam, göz yaşını silerek, önündeki gence baktı:
-Hayır evladım, hasta değilim.
Genç, anlayamadı söyleneni:
-Fakat ağlıyorsunuz?
Yaşlı adam, gözyaşını silerek başını kaldırdı, gence bakarak:
-Evladım, bir zaman burası bahçelik idi, güllerle kaplı idi, her alan…
Genç, sormadan kendisi konuşmaya devam etti:
-Buralarda geçen çocukluğumu hatırladım… Bahçede birçok yemiş ağacı vardı. Şimdi bir şey kalmamış.
Genç, sormadan edemedi:
-Kim sattı, bu bahçeyi, kim bu beton mezarları diktirdi, Beyefendi?
Yaşlı Adam, ayağa kalkmaya çabaladı, banktan kalkamadı:
-Ben yaptım evladım, ben!...
Açıklama: Bu çalışma, ilk bölümü ile bir eleştiri, son bölümü ile eleştirinin hikâyeye dönmüş halidir.
Gül ağacının toprağa kök saldığı ve bahçelerde renkahenk güllerin açıldığı zamanların şahitliğinde yazan birisiyim. Güllerin kokularının varlıklarının tanıklığına işaret ettiği çocukluk günlerimizde, reçelinden suyuna ilacından dermanına kadar olanı ve biteni yaşayan ve araştıran birisiyim.
Yazdıklarımız belki okura geçmişe hasret satırlar olarak algılanabilirse de işin özünde bunun var olduğunu inkâra kalkışmanın beyhude bir uğraş olduğunu belirtmekle beraber, yazının maksadının sadece bu olmadığını ifade etmek isteriz.
Kaynak: www.tyb.org.tr
Ömrün en güzel yıllarını yolunda harcadığım, yaşlılığın hayata acı veren senelerinde sensizliğe tahammülüm söz konusu değilken, sınır tanımaz hasretin tek kalmışlığında tutunacak dal ararken, var olmanın insan ruhuna vermiş olduğu huzuru dünya yaşamında çekemeyenlerin sıkıntı üstüne sıkıntı, eza üstüne eza ile beni karşılaştırma istekleri karşısında gönlüm dalında açan güllerin kokusunun letafetiyle her şeyi bana unutturur oldu.
Ne dem gül denilirse yâda düşen hatıraların eşlik ettiği benliğimde kimliğime isim olan gül… Kimliğime isim oluşuyla gülden hazzetmeyenlerin gülü kopartmak adına çırpınışlarına şehâdetim, belge istemezken her gülistanda bülbül olmak, benim için bir vazifedir, omzumda taşıdığım yük misali mükellefiyet içindeyim, dile getiremediğim hususlar karşısında.
Bülbül olma mecburiyetinde oluşu şart koşan zaman, bize taş yerine gül atanların artık azaldığını göstermektedir. Taş atanların verdiği eziyeti unutmak için gülün hayali yeterdir, doktorun derde derman niyetine verdiği ilaçlar yerine. O hayal eksilmesin yeter ki hayallerimizi süsleyip, bizi bu hayallere kavuştursun.
Gül için bilirim birçok kimse, eşhas kalemi eline alırken, ben kurak-çorak bırakılmak istenen gönül coğrafyamda gönülden damıtılanla yetiştirmek istediğim güllerin devrana vereceği ruhu ser-hoş eden ıtır karşısında kendi halimden memnuniyet duymaktayım, bir bakıma.
Katlanılan sıkıntılar karşısında o gül devrini hatırlatmak için, içinde bulunduğum çırpınışları, bulunmak mecburiyetinde olduğumuz acıları başka bir nesle devretmektense onlara gül bahçeleri içinde bülbül olmayı miras bırakmak daha güzel ve latif davranış olmaz mı?
Ey nefsim!.. Hayata bakarken ne acılar çeken ruhuma eşlik etmede kusursuz davranan sen, bazen halinden şikâyet etmektesin ki bir bak etrafına ve seyre daldığın âlemde hayallerini gerçekleştirmek için candan, canandan vazgeçen kaç kişi görmektesin? Bırak bu dünya hayatını ve ebedî olandan yana taraf ol ki, dem gelince sana sorulmaya hesaplar…
Her dem hayalimi süsleyen, ruhumu tezyin eden güle karşı, kini, nefretini sanat adına
kusanların içinde bulundukları zûl duruma bir bak ve kendisi için elli-altmış senelik bir dünya hayatı biçilenlerin geride bıraktıkları eserlerin onları kaç sene yaşattıracaklarını düşün… Onlara Ömer Muhtar olmayı tavsiye edemezsin… Onlara kalkıp bir başka sembol kişiyi tavsiye edemezsin…. Ellerinde bir başkalarından miras kalan mühürle alnından damgalandığın zaman, alkış tutan ellerin sızlamayan vicdanları, kendi rahatlarının bozulmasını istemeyecek, var oluşlarının devamlılığı için kaç insanın ölümü olursa olsun, bunun önemli olmadığını belirteceklerdir.
Ey Nefsim!... Güle tahammül edemeyenlerin çalı dikeni olan kişilikleri karşısında dikenlerini saklamaktan aciz benlikleriyle gülün karşısında duruşlarına bir baksana!...Kendisini sunî kokularla allandırıp pullayanların utanmazlığı o denli ayyuka çıktı ki yükselmek adına her çırpınış daha da aşağılara inmeye sebep olurken, karşılarında buna kananların pişmanlıkları da geçerli olamaz. Kolunu bu karanlık dehlizde kalanlara kaptıranların, aydınlığa her çıkış isteklerine karşı dikilen sedlere karşılık, merdivenler yasaklanmaktadır, sedleri aşmak için…
Kanayan bağrım, kan çanağına dönen gözlerim, hüzne yenilip her dem gözyaşı ile bağrımda yumuşatmaya kalkıştığı yüz senelerin derdiyle iç içe iken, bize bizi kırdırtmak emeli ile çırpınanların güle zarar vermek için en küçük girişimleri bile ters tepmeye mahkûm kılacaktır, biline!... Bilirsin her ölüm, yeni bir dirilişin habercisidir, gönlümüzde olan için.
Doğduğumuz topraklar, tarih içinde birçok kez el değiştirirken, değişmesini istemediğimiz insan ve erdem için ortaya koyduğumuz tek ilkemiz,”Önce İnsan Önce Erdem” biz eli kalem tutanlar yaşadıkça kendi özüyle ayakta kalacaktır.
Kendilerine efendi bulmakta zorlanmayanların her zamane insanını baş tacı etmesine bir şey demekten uzak olan gönlüm, içinde açan sevda çiçeklerinin güle imrenmesine tahammülsüzlük karşısında duaya iltica ederken, mültecî benliğimde damarlarımda dolaşan kanın, isyankârlığına davetiye çıkartan olup bitenlere başka nasıl bir tepki gösterir?
Ne kadar yaşlansak da genç olan gönlümüz, her seher vakti yeniden sevda şarkılarını terennüm etmeye başlar, gülle gelen medeniyetin vuslatı için…
Kaç efendi gördük, kaç gül taklidine şahit oldu, gözlerimiz, zamanla unutulup giden…
Bizim hayat menbaımız güle sevdalıydı, güle zarar vermeye niyetli kim varsa sözümüz yeterliydi, onları kendilerine getirmeye. Bizi üzen gülden olup aslını inkâr edenlerin tavrıdır. Devşirme fikirlerin asıl varken revaçta oluşu karşısında hüzne aşina gönül, onların çaresizliğini görmüyor musun her dem, senin varlığını kendilerinin yok oluşlarına sebep bilmelerini…
İşte gül işte gülistan!... Kaç bülbül, hûn kokan terennümleriyle hasret ırmağında yitip gitti, mirası bize kalmış.. Kaç bülbül, halâs için reddetti, altından kafesleri? Zümrüde, elmasa, inci u mercana , her türlü mücevherata meyledenlerin kafeslerinde kalmasına diyeceğimiz yoktur. Uçmayı unutmuş, kanatları kendisine fazlalık gelen bülbülün gülzârdan nasıl haberi olur, olabilir?
Sahi bahçevandan bahsetmeye zaman kalmadı, şimdilik.
Ey Nefsim!.. Diktiğin ağacın gölgesinin, verdiği yemişin adına kasem olsun, kıyametin kopacağına bir saat kaldığını bilsem, o kutlu vecizenin muhatabı bilmelisin kendini. Kalk ve gelen baharla bir gül fidesi dik, öncesi yılın güllerinin etrafını düzenle, kurumuş dalları kes…
Ey Gül!... O kokunun hatırı içindir ne varsa!...Seni gönlümüze dikene selam olsun!...
Kaynak: www.tyb.org.tr
- Geri
- Ana Sayfa
- Normal Görünüm
- © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.