- Hakkımızda
- TYB Ödülleri
- Genç Yazarlar Kurultayı
- Kitaplık
- Ahlâk Şûrası
- Yazar Okulu
- Mehmet Âkif Ersoy
- Türkçe Şûrası
- Milletlerarası Şehir Tarihi Yazarları Kongresi
- Yayınlar
- Söyleşi
- Şube Haberleri
- Salgın Edebiyatı
- Haberler
- Şiir Şölenleri
- Mesnevi Okumaları
- Kültür & Sanat Haberleri
- Kültür Kervanı
- Kırklar Meclisi
- Duyurular
- Biyografiler
06 Kasım 2025- İstanbul15°C▼
- Ankara5°C
- İzmir15°C
- Konya12°C
- Sakarya15°C
- Şanlıurfa15°C
- Trabzon15°C
- Gaziantep16°C
MAHİR ADIBEŞ'TEN: ANKARA’DAN SİİRT’E KÜLTÜR KERVANI(12)
Dokuzuncu durak: Adıyaman “Düz dara yar düz dara Yar saçını düz dara Doksan dokuz yaram var Sen açtırdın yüz yara…” Bu türkü, Diyarbakır’dan Adıyaman’a gelene kadar birkaç defa söylendi.

14 Mayıs 2013 Salı Adıyaman’da serin fakat güneşli bir havayla karşılandık. Ahmet İlhan’la beraber alt kata inip eşyaları bir kenara bıraktık. Kahvaltı hazırdı, salona geçtik. Yaptığı işi çok sevmeyen genç bir bayan sürekli otelin avlusunu süpürüyordu. Aynı yeri döne döne yeniden süpürdü. Başka bir bayan mırıldanarak gidip sürgülü havuz tarafına açılan kapıyı örttü. Yerleri süpüren kadın hemen arkasından aynı kapıyı hızla yeniden açtı…
Vali Mahmut Demirtaş bizimle görüşmek istemiş. Kahvaltıdan sonra valiliğe gittik. Otelimiz şehrin dışındaydı ama Adıyaman çok büyük olmayan bir ilimizdi. Boyaları eskilmiş hatta yer yer dökülmüş merdivenlerden üst katlara çıktık. Toplantı salonunda kısa bir an oturup bekledik. Çok kalmadı ki Vali Bey içeriye girip hepimiz ile tek tek tokalaştı. Kısa bir tanışma faslından sonra lafa girildi. Vali bey; “Doğrusunu söylemek gerekirse buraya geleli sekiz ay oldu kimseler buraya uğramadı. İlk gelen Türkiye Yazarlar Birliği oldu. Bizler hakikaten çok memnun olduk. Bu tarih ve kültür şehrinin bu tip etkinliklere çok ihtiyacı var. Sözler bitip bizi uğurlarken hepimize tek tek sarıldı. “Adıyaman’da hiçbir ayrım yapılmaz, olay çıkmaz, burada insanlar birbirine saygıyla bağlıdır. Sizleri yine bekliyoruz,” diyordu.
Valilik ziyaretinden sonra Belediye Başkanı Necip Büyükaslan vardı programımızda. Bizi binanın girişinde karşıladı. Başkan uzun zamandır makamını korumuş. Birinci kata beraber çıktık. Ferhat Bey, “Bak belediye başkanı birinci katta vali ise dördüncü katta oturuyor. İşte başkan halka daha yakın,” dedi espri yaparak. “Unutma başkan seçimle geliyor vali atamayla,” dedim.
Ben burada biraz dışarıda dolaşmayı tercih ettim. İçeriye girenler uzattılar. Çaylar içilmiş irmik helvaları yenilmiş. Ben başka kapıdan çıkıp gittiklerini bile düşündüm. Kapıda oturan adam sordum, “Buranın başka çıkışı var mı?” “Yok, bu kapıdan çıkacaklar,” dedi. İçim rahatlamıştı.
Çıkarken doğrusu çok neşeli görünüyorlardı. Belli ki içeride hoş sohbetler olmuş. Mehmet doğanın elinde kitap dolu bir çanta ama diğerlerinde yoktu. Temsilen her hal ona vermiştir, diye düşündüm ama meğer herkes için gidişte teslim edilmek üzere Başkan birer takım hazırlatmış.
Ferhat Koç, beni görünce, “Neredeydin? İçerde muhabbeti kaçırdın. Bizimle içeride bir hoca vardı. Başkan ona ‘Hadi Hoca bir dua et’ deyince, Hocada ‘Yedirdiğin helva kadar olur fazlası olmaz,’ dedi. Neyse duaya başladı ama çok uzun bir dua oldu. Bu sefer Başkan, ‘Eyiki et yedirmedik yoksa dua akşama kadar uzardı,’ deyince kendimizi tutamadık.” Bu sefer ben gülmeye başladım. Vedat Güneş sesleniyor, “Helvayı boş ver muhabbeti kaçırdığına üzül,” diyordu bana. İbrahim eryiğit, “Bunu mutlaka yazmalısın, burada dualar yediğin yiyeceğe göre yapılıyormuş. Sakın gelenlere et yedirme dua bir gün sürer…” O arada Ahmet Fidan beni gördü, “Yahu sen neredeydin? İçeride şamata vardı…” demez mi?
Ben ille de semercileri görmek istiyordum. Bunlara karşı özel bir hevesim vardı. Her gittiğim yerde mutlaka sorarım varsa uğrarım yanlarına. Semercilik tarihe karışmak üzere, onun için bunlar hakkında bir yazı düşünürüm yıllarca ama bir türlü başlayamadım…
Başkan bizi öğlen yemeğine kadar şehirde gezdirdi. Önce eski bir dükkândaki çay ocağında bize çay ikram etti. Doğrusu böyle yıkık dökük bir yere getirmesini önce garipsedim. Duvarda eski resimli bir duvar halısı, iki çapraz kilim, üzerine dua yazılı ucuz tabaklar, bir takvim, boncuklardan yapılmış süsler yer alıyordu. Duvarlar yıllarca boyanmamış, yer yer sıvası dökülmüş, sıvası dökülen yerin üzerine de ya takvim ya da kilim paçası, dua yazı lı bir tabak asılmış. Yalnız enteresan bir yere benziyordu. Burada yalnız çay ve sohbet vardı. Sedir ve iskemlelerde oturup sohbetler edilip, türküler söyleniyordu. Bu arada çaylarımız getirilip alçak sehpalar üzerine konuldu. Genç bir delikanlı sıkılarak gayet saygılı tam karşımıza oturdu. Meğer bu gazelhanmış. İlk defa bu gazeli bizim için okuyacakmış. Doğrusu bu geleneğin en iyilerindenmiş. Başkan itiraz etti, “Yok sabah bana okuduğunu oku.” Delikanlı diretti, “Ben bu gazeli kaç gündür çalışıyorum. Bugün onu okumak için hazırlandım,” dedi. Başkan da diretti, “Misafirlerimiz ilk defa geldi o ağır bir gazeldir çıkaramazsın,” diye uyardı. Gazelhan kendine güveniyordu, “Çok eyi okuyacam başkanım, bunu banızın okuduğu ağızdan aynen okuyacağım çok eyi çalıştım,” dedi. Doğrusu sesi duyanlar çay ocağını doldurdu. Ben böyle gazel okuyana çok fazla rastlamamıştım. Çok hoşuma gitti. Çay bardağı elimde öylece kaldı. Delikanlı alkışı hak etmişti. O bitti ikinci gazele başladı ama nefesi yetmediğinden yarıda bıraktı. Ben bu sahneyi çok beğendim. Bu kardeşimizin ismini not etmemişim, kendinden özür diliyorum. Yalnız bu gazelin ilk bölümünü buraya alıyorum, gazeli o kadar güzel okudun ki seni hiç unutmayacağım.
“Acaba hastalanır mı gözü dilber görenin, gözüne uyku erer mi zülfüne berdan olanın,
Hasılı devri felek bizi mihnette koydu, bir can esti güle bülbülü hasete koydu…”
Arkasından genç bir konservatuarlı Adıyaman türkülerinden bize örnekler sundu. Sonunda “Mamoş”u okudu. Doğrusu bu türkü tartışmalara sebep olabilir çünkü biz bunu Elazığ türküsü olarak biliyorduk burada Adıyaman türküsü diye anlattılar…
Demirciler çarşısı görülmeye değerdi. Yok, olmaya başlayan mesleklerden burada örnekler görmek mümkündü. Tenekecilerin dükkânlarının önünde, ibrikler, semaverler, banyo kazanları, mısır pişirme kapları, tavalar, borular, taslar sıra sıra asılı ya da diziliydiler. Demircinin çeşidi daha azdı; kazma, çapa, pulluk demiri ve kaynak yapılmış yaba vardı.
Semerciler onlar kadar şanslı değildi. Çoktan unutmaya başladık bile. Bu toplumda önemli geçmiş olan semerciliği şimdi hatırlayan çok az insan var. Bir örneğini de Adıyaman’da bulduk. Dükkânlar arasına sıkışmış müşteri bekliyor. Rengârenk boncuklarla girişi o kadar güzel görünüyor ki herkesin dikkatini çekiyordu. Semerler sanki turistlere satılacak gibi süslenmiş. Yularlar, yular zincirleri, boyun boncukları, nazarlıklar, semerler, eğerler hepsi birbirinden güzel. Semerci bizim ilgimizden memnun ama bir boncuk bile alan yoktu. Bir gün önlüğünü tezgâhın üzerine koyup gitmeye hazır gibi yüzündeki çizgiler duruyordu. Semerci bu gidişe ne kadar daha dayanabilir kararını vermek zor. Yörede daha önce tarımda, odun işinde, taşımacılıkta kullanılan katır, eşek, beygir neredeyse kalmamış. Semercinin hayatını devam ettirmesi de onlara bağlı. Bu direnme nereye kadar?...
Öğlen yemeğinden önce ince bir yağmur altında yüksek bir tepeden Adıyaman’ı seyrettik. Yağmuru görünce şehrin yüzü gülüyordu. Bu şehir bu gün neşeli görünüyordu. Başkan eliyle göstererek anlatıyordu. Şehir ovaya doğru genişlemiş, son zamanlarda lüks oteller yapılmış. Şehrin sevimli yanı hâlâ eski dokusu zaten Başkan da bizi oraları gezdirdi…
Sonra Adıyaman’ın özel yemekleriyle öğlen yemeğimizi yedik. Ben burada irmik helvasından nasibimi aldım. Doğrusu başkanın odasında kaçırdığıma üzülmedim. Arkadaşlar da şaka yaptılar, “Sen Başkanın odasına gelip helvayı yemezsen burada önüne gelir”…
Öğlen sonu etkinliklerinde çok kalabalık bir salon karşımıza çıktı. Ahmet Fidan yine herkesi tek tek tanıştırırken, “Diliyorum ki bu toplantı hayırlara vesile olacak,” sözleriyle bitirdi.
Şehirde on altı tane mahalli gazete olduğu söyleniyor. İnsanlar çok cana yakın ve cömertti. Başka yerde asla görmediğimiz yakınlığı burada alışılmadık bir şekilde görüyorduk. Çay bahçesinde çok eski bir dost gibi bizi karşıladılar.
Salonda şiir, ve konuşmalar devam ederken biz insanlarla dışarıda iç içe olmayı tercih ettik. Bu arada hava da açmıştı. Yağmurdan sonra hava aniden ısınıyor ve güneş değil gölge tercih ediliyordu.
Vedat Güneşin “Bir Sevda Uzantısı” adlı şiirinin bitimi beni aldı götürdü rüzgârların arkasından. Parktaki ağaçların arasından güneş bana göz kırpıyordu.
“Bir sevda uzantısındaydı güneş
Bulutlar alın yazımızı indiriyordu üzerimize
Bir camın dağılması gibi
Kaçışsız aşka bıraktık kendimizi
Geceleyin uykusundayken şehir
Sahipsiz ırmaklar akarken yanımızdan gürül gürül
Sevmeye
Ve susmaya dair
Ne varsa bohçamızda
Ölüm her şeyi süpürdü
Acı bitti şair!”
Bu arada Yusuf’tan bahsetmeyi unuttum. Gazelhan gazelleri okurken karşılaştık. Ferhat Beyle iyi anlaşıyordu. Ona birçok hastalığın ilacını bile anlattı. Hemen hemen şehir gezisi boyunca bizimle beraber oldu. Vallah deli diyenler de var, divane, meczup diyenlerde. Bazıları bu aslında çok akıllı dedi. Daha doğrusu o da kendine deli diyormuş. Başkana, bakanla tanışmak istediğini söylemiş. Başkan, “Ne diye tanıştırayım Yusuf?” diye sormuş. “Deliler derneği başkanı dersin,” demiş. Siyah takım elbiseli ve birçok konuda akıllı, makul bilgiler veriyordu. “Başım ağrıyor Yusuf,” dedim. Elini omzuma koyarak, “Her şeyi sıkıntı yapma geçer,” dedi. Bu adama deli demek bence doğru değil. Daha önce benim adımı sormuştu ben de söylemiştim. “Benim adım ne?” diye sordum. “Şu an Suriye’yi düşünüyorum, kafam çok karışık,” dedi. Asıl beni şaşırtan burası oldu! Çünkü Reyhanlı’da bomba patlamış çok sayıda vatandaşımız ölmüş ve yaralanmıştı. Bu olay Suriye’ye fatura çıkarılacağını düşünüyordum.
Salondaki etkinlikler bittikten sonra Dr. Mehmet Sılay ve şükrü Can Ankara’ya dönmek üzere bizden ayrıldılar. Doğrusu Şükrünün imam fıkralarını ve Sılay’ın fıkralarını ve müzik ziyafetlerini özleyeceğiz.
Sahabe Safvan Bin Muattal Hazretleri'nin türbesine gitmek üzere yola çıktık. Adıyaman’a otuz beş kilometre uzakta olduğu söylendi. Bu arada Ferhat Koç ile Mehmet Oymak Güney Doğu hakkında yüksek sesle şakalaşıyorlardı. Yolda yaşlı bir adamı yolun kenarında bekliyordu, arabaya aldık. Köyüne gidiyormuş mecali kalmamış. Yaşı oldukça ilerlemiş, elince yükü var. Bir müddet konuşmaları dinledi. Belli bir şey onu rahatsız etmişti. Yaşlı adam birden bağırmaya başladı. “Bakın ben doğulu değilim, Güney Doğuluyum!.. Ben doğulu devlet istemem!.. Kim bu devlete zarar verirse belasını bulsun. Biz bu devletten ne zarar gördük. Ben Tük Cumhuriyetine zarar verecek bir işi kabul edemem. Bu bize bir hakarettir!.. Bizi bir terör örgütü yönetemez, eşkıyaya teslim olamayız… Ben kanser hastasıyım!.. Hastahanede bana Kürtsün demediler. Beni tedavi edenler Türk’tü, kan veren Türk’tü, yaramı saran Türk’tü daha ne istiyoruz. Bunları nasıl görmeyiz, bana baba diyen hemşire, her an yanımda olan doktor Türk’tü… Ben Kürt olsam da Türk olsam da bu ay yıldızlı bayrağı ve Türk devletini bilirim. Ben Türküm… Hainlere devlet para verdi gidip devletin aleyhinde çalıştılar. Millet vekili oldu bu devlete ihanet ettiler. Onlara yazıklar olsun… Bizim başka kimselerden farkımız yok neden bizi farklı gösterip zor durumda bırakıyorlar. Bizi siyasete alet etmesinler,” diye bağırdı. “Ver elini öpem amca,” dedim. Bence yaşlı amca çok kişinin yüzene şamar gibi bu sözleri yapıştırdı. Yol ayrımında indi. Köyü biraz ötede görünüyordu. İsmini bile bilmediğimiz bu adamın arkasından hepimiz bakıyorduk. Adam konuşmalarını net ve güzel bir Türkçeyle yaparken arabamızdaki arkadaşlardan birinin Kürtçeyle karşılık vermesi ve adamın yine Türkçeyle devam etmesi ilginç bir konuşmaydı!.. Bu insanlar bütün sıkıntılara boyun eğer, isyan etmezler. Bu yöreden çıkan yarı aydın ve cahil siyasetçilerin bu bölgeden ne kadar uzak olduklarını bu insanların gözlerinden okumak mümkün. Allah hastalığına şifa versin amca inan bu sözlerden dolayı seni hiç unutmayacağız. Bir gün yolum düşerse yanına geleceğim. Bizim senden öğrenecek çok şey var. Seni meclise taşıyabilseydik sıkıntımız olmazdı ama biz bizden olmayan, bizi tanımayan, bizim gibi düşünenleri taşıdık. Sen ki o yörenin konuşan dilisin senden Allah razı olsun…
Köklü bir geçmişe sahip olan Adıyaman'ın sahip olduğu kültür değerlerinin yanında, manevi değerleri de bağrında barındırmaktadır. Türkiye'de yeri belli olan iki sahabeden biri olan Sahabe Safvan Bin Muattal Hazretleri'nin kabri Adıyaman'da bulunmaktadır. Sahabe Safvan Bin Muattal Hazretleri'nin bulunduğu alanda büyük bir proje gerçekleştirmeye çalışılmaktadır. Türbe ovanın ortasında çok az meyilli bir tepenin üzerindeydi. Yakınında mezarlıklar vardı. Köyler daha uzaktaydı. Buralar ova olduğundan araziler sahipli. Buraya bu kadar yatırımı çok anlamlı bulmadım. Bu insanların okullara, iş sahalarına ihtiyacı varken… Dini yerlerin iyileştirilmesi ya da dini turizmin bu bölgede canlandırılmasıyla değişik bir düşünceyle insanlara şık görünme çabasından başka bir şey olamaz. Böylece, bir şekilde insanların temiz inançları sömürülüyordu.
Ziyaretimiz bitip buradan ayrıldığımızda güneş iyice ufka yaklaşmıştı. Biz ovayı ağarmaya başlayan ekin ve yem yeşil nohut tarlaları arasında geçerek uzaklaşıyorduk. Uzaklardan kuzeydeki dağları seyrettik. “İşte orası Nemrut Dağı,” diyerek gösterdiler. Çok uzaklardaydı. Adıyaman’da görülmesi gereken en önemli yer olmasına rağmen biz çoook uzaklardan “işte orası” diyerek geçip gidiyorduk. Biz Adıyaman’a bir tas çorba ve un helvası rızkımız diye gelmişiz, demek ki diye düşündüm…
Yolculuğun sonuna yaklaşırken geçen dokuz günü düşünerek kafamda bir değerlendirme yapmaya başladım. Bu gezi gerçekten çok güzel düşünülmüş bir faaliyetti. On ili peş peşe gezip bir değerlendirme yapmak her kula nasip olacak bir iş değildi. Yalnız içeriğinin de ismi kadar güzel doldurulması gerekirdi, diye düşündüm. Program halktan uzak, salonlarda düşünülmüş! Vali, üniversite bir yerde de belediye olarak alınmıştı. Halkın bu güzel gezide dışarıda bırakılması ve onun sonucu da etkinliklere rağbet gösterilmemesini çok normal karşıladım. Hele Mardin ve Diyarbakır programında yer alan İlahi Korosunun o şehir halkı tarafından dinlenilmemesine doğrusu üzüldüm. Yapılan programda bunların dışında tam tekmil organize bir şekilde şehir gezisine yer verilmemesi de dikkat çekiciydi. Şehirlerin önemli yerleri seçilerek gezilebilirdi. Yapılan şehir gezileri rast gele ve rehbersiz olduğundan çok önemli noktalar gözden kaçırılmış oldu.
Ekip arkadaşlarımızın çoğunun, mevcut şartlara rağmen, bu geziyi yeterince değerlendirmediğini görmek zor değildi. Daha doğrusu bu ekipte toplu bir halde gezi kültürü gelişmemiş, herkes istediğini yapıyor dolayısıyla da gezi sorumluları zor durumda kalıyordu. Ekipten ayrılmayalım diye sorumluluk taşıyanlar ise yeterince gezip göremiyorlardı. Bu konuyu zaten, Genel Başkan İbrahim Ulvi Yavuz da değinmişti. Netice olarak iyi düşünülen bu gezinin içerisi doğaçlama doldurulmuş oldu…
02.08.2013
- Geri
- Ana Sayfa
- Normal Görünüm
- © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği




Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.