- Hakkımızda
- TYB Ödülleri
- Genç Yazarlar Kurultayı
- Kitaplık
- Ahlâk Şûrası
- Yazar Okulu
- Mehmet Âkif Ersoy
- Türkçe Şûrası
- Milletlerarası Şehir Tarihi Yazarları Kongresi
- Yayınlar
- Söyleşi
- Şube Haberleri
- Salgın Edebiyatı
- Haberler
- Şiir Şölenleri
- Mesnevi Okumaları
- Kültür & Sanat Haberleri
- Kültür Kervanı
- Kırklar Meclisi
- Duyurular
- Biyografiler
09 Kasım 2025- İstanbul14°C▼
- Ankara6°C
- İzmir16°C
- Konya6°C
- Sakarya12°C
- Şanlıurfa15°C
- Trabzon17°C
- Gaziantep11°C
MEHMED NİYAZİ'DEN: BİR SERGİNİN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ
"Rembrandt ve Çağdaşları" sergisini gezenler resimleri ortaya çıkaran çizgilerin ötesinde his ve ruh âlemleri bize duyuran eserleri gıpta ile incelemişler, neden böyle sanatkârlar yetiştiremediğimizden de yakınmışlardır.

Laikliği sadece bir devlet sistemi değil de, hayat ilkesi haline getirdikten sonra neden bir Mevlânâ, Yunus, Itri, Şeyh Galip, Yahya Kemal yetiştiremediğimizi hiç düşünüyor muyuz? Çünkü sanat ruhi bir olaydır. İdrake, ruha ve duygulara derinlik kazandıran metafizik telakki aynı zamanda eşyayı kendine göre yoğurarak sanata kavuşturur. Bu gerçeği Ayasofya'ya bakınca görüyoruz. Ulu mabet altıncı yüzyılın ortalarında (532-37) inşa edildi. O zaman Hıristiyanlık daha inancımıza göre aslını yitirmemişti. İslamiyet henüz nazil olmadığı için de hak dindi. Vahyin kaynağına mekân izafe edilemez; ama "Vahiy" denince, herhalde uçsuz bucaksızlığı, sonsuzluğu çağrıştırdığından gökler akla gelir; bundan dolayı camiler, gökleri sembolize etmeleri için kubbeli yapılmışlardır. Ayasofya'yı inşa edenler de işte bu inançla yoğruldukları için onu kubbeli yapmışlar; diğer bütün büyük camiler gibi vahyin kaynağını sembolize etmişlerdir. Daha sonraları Hz. İsa'ya uluhiyet izafe edilince Hıristiyanlık bugünkü anlamına kavuşmuş, kiliselerin mimarisi de değişmiş, onun yeryüzünden göğe çıkışını sembolize etmeye başlamışlar. Burada inançtaki bir değişikliğin taştan veya betondan yapılan bir mabedi nasıl etkilediği karşımıza çıkmaktadır. Söz konusu durumu sadece mabetlerde değil, kültür sanat eserlerinde de müşahede ederiz.
Bir milleti var eden, onu gelecek yüzyıllarda yaşatan sanat eserleri, kültürüdür. İnancını bilmeyen, onun heyecanını yaşamayan milletinin özelliklerini yansıtan ciddi bir kültür ürünü ortaya koyamaz. Maddi meseleler nasıl hırsı körükler, insanları karşı karşıya getirirse, manevi meseleler de insanlar arasında görünmez bağlar kurar. Hatta din ayrılıklarına rağmen, maddeyi aşan telakkilerde insanlar ortak derinlikler bulabilirler. Bernardin de Saint-Pierre'nin "Hintli Kulübesi"ni okuyup da sevmeyen bir Müslüman, bir Musevi, bir Hıristiyan, hatta bir ateist var mı?
Hayatın diğer bir kaynağı da ilimdir. 1526 yılında Macaristan'a hareket eden ordumuz 101 bin kişi idi. Drava ve Sava gibi büyük ırmaklara köprüler yapıyor, geçtikleri bölgelerdeki düşman elinde bulunan kaleleri de geri alıyorlardı. Bu meşgalelere rağmen ordumuzun günlük ortalama 11 bin 800 metre yol aldığı rivayet edilmektedir. Polonya ve Papalığın takviye ettiği 220 bin kişilik Macar ordusu ise düz ovada yürüdüğü halde günde ancak 3 bin 800 metre mesafe kat edebiliyordu. Bu iki ordu Mohaç'ta karşı karşıya geldi; savaş iki saat sürdü. Biz 144 civarında şehit verdik; kahramanca dövüşen Macarların ise sadece bataklıklarda boğulanların sayısının 25 binin üzerinde olduğunu kaynaklar belirtmektedir. Niçin? Çünkü bizim 300 topumuz, Macarların 56 topları vardı; Macarların bir topu bir mermi atıncaya kadar bizim bir topumuz altı mermi atıyordu. Macarların mermilerinden, bizim mermilerimiz yedi misli tazyikliydi. Topların gücünü hesap ederken Macarların elli altı rakamının karşısına bizim üç yüz rakamımızı altı ve sonra da yedi ile çarpıp koymamız gerekmektedir. Ortaya çıkacak fark ne büyük facialara sebep olacağını bize gösterir. Tekniğin müspet bilimlerin sonucu olduğunu düşünürsek, hayatın diğer bir kaynağı olarak karşımıza çıkar.
Çağın ilimlerine sahip olmazsak, askerî yenilgilerimiz kaçınılmaz olduğu gibi, imanımızı, hatta onun dağa taşa yansıması olan kültürümüzü koruyamayız. Günün meselelerini ilimle izah edemezsek, hurafe beynimize musallat olur; o, her şeyi yiyip bitiren bir faciadır. Biraz dünyayı tanıyan evladımız inancımızdan kopar. İnançsızlık kültürümüzü elimizden alacağı gibi dejenerasyonu da kaderimiz haline getirir. Bütün bunlardan dolayı bir toplumun sağlıklı olabilmesi için iman ve ilmi atbaşı götürmesi gerektiğini rahatça söyleyebiliriz.
- Geri
- Ana Sayfa
- Normal Görünüm
- © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.