- Hakkımızda
- TYB Ödülleri
- Genç Yazarlar Kurultayı
- Kitaplık
- Ahlâk Şûrası
- Yazar Okulu
- Mehmet Âkif Ersoy
- Türkçe Şûrası
- Milletlerarası Şehir Tarihi Yazarları Kongresi
- Yayınlar
- Söyleşi
- Şube Haberleri
- Salgın Edebiyatı
- Haberler
- Şiir Şölenleri
- Mesnevi Okumaları
- Kültür & Sanat Haberleri
- Kültür Kervanı
- Kırklar Meclisi
- Duyurular
- Biyografiler
MEHMET ALİ ABAKAY: SAFAHAT’TA MEDENİYET KAVRAMI / GÖLGELER
Tevhid-i hakikati hayatının varoluş gereği bilen, anlayışla ümmet şuuru çerçevesinde yaşamını şekillendiren değerleri vazgeçilmez bilen dönemin önde gelen isimlerinden biriydi Mehmed Âkif Merhûm.
03 Kasım 2021 Çarşamba 10:58
Kendi inanç dünyasının, medeniyet anlayışının yüzlerce sene düşünülerek tahribinin farkına varmış bu mümtaz insan, İstanbul’da başkalarınca ileri sürülen, devleti yönetilemez hale getirenlerin karşısında gelenekten beslenmekle beraber, onların metoduyla kendisinin bağlı olduğu hayat tarzını âlemleştiren, şiirinde, yazılarında dillendirdiği anlayışı, tarihin yol göstericiliğinde, ilmin ışığında, inancın-vahyin doğrultusunda yaşamı hayatı boyunca Kur’an ve Sünnet’e bağlı biçimde sürdürmüş, bu mecrada karşılaşılan her zorluğa göğüs germiş, çok sevdiği vatanına hasta haliyle gelirken, ölüm döşeğinde iken “Allah, bir daha bu millete İstiklal Marşı’nı yazdırmasın” diyen ulvî ruha sahiptir.
600 senelik devleti ayakta tutan, birçok milleti kaynaştıran, onların kardeşçe bir arada yaşamasına zemin hazırlayan, İslamla rengini almış medeniyetin tarih, inanç, kültür birliğini savaşlarda bozamayanların, Haçlı savaşlarıyla bu medeniyete galip gelemeyenlerin sıcak savaşlardan soğuk savaşlara, çok uzun süreli planlamalarla muvaffakiyeti, ülkenin eğitim ve ekonomik sisteminin ele geçirilip, çökertilmesiyle parçalanma safhasına geçmiş, dıştan yıkılamayan devlet, içten çözülmeye çalışılırken mesleğini bir kenara bırakarak, mevkiî- makam gaîlesinden uzak, sadece vahyin aydınlığında çözüm yollarını gösteren Mehmed Âkif, “Safahat”taki ismiyle bir araya sonradan getirdiği şiirleriyle, Sırat-ı Müstakim ve Sebillü’r -reşad mecmualarında fikrî yazılarıyla cehenneme çevrilmek istenen vatanın mübarek topraklarındaki ateşe su olmak istemiştir. Nisyana yüz tutulmak istenen ismi ve vefatıyla birlikte tabutunun etrafında halkalananların Âsımın Nesli olduğunu gösteren manzara... Elbette suya atılan taşın büyüttüğü halkalar zamanla genişlemiş, vefatından günümüze sevenlerince kuşaklara düşünce boyutu anlatılmış, özellikle kadrini, kıymetini bilen, O’nunla kendisini tanımaya başlamış sevenlerince daha iyi anlaşılması, tanınması için gereken ne varsa yapılmaktadır, yapılmaya devam edilmektedir.
Yüzlerce yıl, ideali belli bir medeniyetin en kudretli temsilcisi devletin karşı koyduğu Haçlı zihniyetine galibiyeti, sıcak savaşlardan soğuk savaşlara geçildiğinde zaman içinde planlı ve esaslı çalışmalarla mağlubiyete devşirilirken, dışta yapılanlarla birlikte içte geliştirilen taktikler karşısında gücü kaybetme, son dönemde daha da belirginleşmiştir.
Yok etmek için dayatılan yaşantı tarzının başkasını taklîd etme yarışına dur demesi beklenen bir çok kurum ve kuruluş, Osmanlı’da ya ortadan kaldırılmış ya etkisiz hale getirilmiştir. İnanca vurulmak istenen bend, medeniyete düşman kesilenler bunun birer belgesidir. Varılmak istenen hedef için her şeyi mübâh gören anlayış, aynı inancın sahiplerini, parçalayıp, küçültmüş, herkesi bir birine düşman kılmıştır.
Devletlerin tarihinde savaşlar güç elde etmenin zorunlu hali iken, birbiriyle savaşan devletlerin gayesi tarihteki hesaplaşmanın gayesine matûftur. İslâm Medeniyeti’ni yer yüzünde ortadan kaldırmaya kendisini adamış olanların, bu ideali gerçekleştirmek için şimdi de çalışmalarına şahid olmaktayız. Osmanlı’nın son döneminde bu tarz girişimlerin farkında olanların başında gelen Mehmed Âkif, kalemiyle, çalışmaları ile medeniyetinin sesi olmuş, her türlü imkânsızlıklara rağmen inancının şairi olmuş, bu insanlığa sığmayan, vicdana esas teşkil etmeyen içteki ve dıştaki saldırılara karşı hem karşı koymuş, çıkardığı mecmualarla İslâmî Medeniyetin var olduğu her yere ulaşmayı hedeflemiştir.
Bir devlet düşünün ki padişahını hal eden komisyonda o devletin ekserîyesini teşkil edenlerden biri olmasın!... Bu denli devletin her alanını ele geçirmiş olanlara karşı Mehmed Âkif, olağanüstü çabalar içine girmiştir. Anadolunun can alıcı silahlarla, katliamlarla tecavüzlerle, terbiye edilmek istendiği, esarete alındığı, medeniyete yabancı, kan görmekten başka bir durumdan tatmîn olmayan, insanlık dışı uygulamalarıyla vahşet sergileyenlere “Dur!..” demeyi, aynı inançtaki milletlern temsilcileriyle amaçlamıştır, bu yolda daima çalışmıştır.
O, bir tefekkürün adamıdır, aksiyonerdir, bilgindir, âlimdir, can yakan feryadlara kulağını tıkamamış, eza ve cefa gören insanlarla ağlamış, şiirlerine bunu aksettirmiş, neyin nerede nasıl yapılacağına tüm içtenliğiyle, samimiyetiyle katılmış biridir.
Dün dediği şuydu:
“Yetişir, şöyle bakıp ibret alan varsa eğer,
İşte Fas, İşte Tunus, İşte Cezayir, gitti.
İşte İranı da taksim ediyorlar şimdi.”
Süleymaniye Kürsü’sünden böyle seslenir, şimdi halimiz bu ve benzeri ülkelerin hala küçültülmek istendiğinin birer acı belgesidir. Dün Devlet-i İslâmiyye’yi bölenler, şimdi bununla yetinmemekte, kantonlara, eyaletlere taksim etmektedir, esaret altına almak istediklerini:
“Arnavutlukla, Araplıkla bu millet yürümez..
Son siyaset ise Türklük, o siyâset yürümez!
Sizi bir âile efradı yaratmış Yaradan:
Kaldırın ayrılık esbâbını artık aradan.”
Ecnebînin siyâsetine kendilerini kaptıranlara, bu yolla hürriyet dedikleri esareti kurtuluş bilenlere, şiddetli uyarıda bulunur:
“Girmeden tefrika bir millete, düşman giremez;
Toplu vurdukça yürekler, onu top sindiremez. “
Medenî kîsve altında Avrupa’nın tavrını bilen merhum, Safahat’ta neler yazmamış ki: “Medenî Avrupa üç lokma edip yutmaz mı?
“Ey cemaât, yeter Allah için olsun, uyanın!..
Sesi pek müthiş öter sonra kulaklarda çanın!..”
Süleymaniye Kürsü’nde, başka bir uyarısı yine dikkat çekicidir:
“Alınız ilmini Garb’ın, alınız san’atini.
Veriniz hem de mesâinize son sür’atini
Çünkü kaabil değil artık, yaşamak bunlarsız;
Çünkü milliyeti yok san’atin, ilmin; yalnız”
“Tek dişi kalmış canavar “ olarak tasavvur ettiği Garb Medeniyeti, kendi kaleminden:
“Artık ey millet-i merhûme, sabah oldu uyan!.
Sana az geldi ezanlar, diye ötsün mü bu çan?
Ne Araplık, ne de Türklük kalacak aç gözünü!.
Dinle Peygamber-i zîşânın ilâhi sözünü
Türk Arapsız yaşamaz. Kim ki “yaşar” der, delidir!
Arabın, Türk ise hem sağ gözü, hemsağ elidir.
Veriniz başbaşa, zira sonu hüsrân-ı mübin
Ne Hilâfet kalıyor ortada, billâhi ne din!
“Medeniyyet!” size çoktan beridir diş biliyor.
Arnavudlar size ibret olacakken, hâlâ,
Ne bu şûrîde siyâset, ne bu fâsid dâvâ?
Görmüyor gittiği yanlış yolu, zannım çoğunuz...
Size rehberlik eden haydudu artık kovunuz!.
Bunu benden duyunuz, ben ki evet! Arnavudum...
Başka bir şey diyemem... İşte perîşan yurdum!..”
İslâmın “İkrâ” emrine asırlarca uymayan, medeniyet kavramına mutallî olmayanlara karşı Sü- leymaniye Kürsüsünde sesleniş vardır:
“Mahalle mektebi olsaydı bizde vaktiyle
Ya uğrasaydı kalanlar güzelce ta’dile;
Yarım papuçla gezen, donsuz üç buçuk zibidi,
Bir Arnavudluğu isyana kaldırır mı idi?”
Merhûm, bu şiirinde Arnavut sonrası beş milletten bahseder ve mahalle mektebinin önemine değinir, misaller vererek:
“Felâketin başı, hiç şüphe yok, cehâletimiz;
Bu derde çare bulunmaz-ne olsa- mektepsiz.
Ne Kürd elifbeyi sökmüş, ne Türk okur, ne Arap;
Ne Çerkes’in ne Laz’ın var bakın, elinde kitap
Hulâsa, milletin efrâdı bilgiden mahrum.
Unutmayın şunu lâkin: “Zaman, zaman-ı ulûm!”
Hayatımıza, edebî dünyamıza, fikrî anlayışımıza kendi sanatından gölgeler düşüren Sanatkâr Mehmed Âkif’i, yayınladığı şiirlerle, yazdığı makalelerle, dik duruşuyla, çalışmalarıyla inancına, tarihine, kültürüne, sanatına, İslâmî kimliğini yansıtan, bu toprakların sesi, ümmet bilincinin temsilcisi olarak görmekteyiz. Hayatta iken kendisinin hatırlanmayacağını belirten Merhum, kolu kanadı kırık halde, gurbette yaşamanın hüznüyle eserler kaleme alırken, bunun aksini, yansımasını er geç bilmekteydi. Bu toprakların aslına bir gün ruc’û edeceğini bilmekteydi.
Bastonuna dayanarak ayakta güç bela durduğu fotoğrafına her daîm bakarken, baktıkça aklıma Firavunun karşısında asasını konuşturan Musa (as) gelir; Mısır’da ikamet ettiği için.
Medeniyet hususunu ifade ederken, çoğunlukla Garb ile bunu karşılayanlara, Garb’ın yaptıklarını tel’in etme adına Medeniyeti, “Medeniyyet” şeklinde telaffuz ederek, kast olunanın dışına çıkan mimsiz medeniyeti tarif eden Merhûm, yapılan denaete karşı alınması gereken tedbirlerin başında Tevhîdi Hakikat etrafında kenetlenmeyi, toplanmayı, birliğin ve beraberliğin oluşmasını, Kurân ve sünnet çerçevesinde hayatın oluşumunu, eğitime ve öğretime daha fazla önem verilmesini, kavmiyetçiliğin başa bela olduğunu, bunda muradın İslâm Coğrafyası’nı tarumar etme amacı taşıdığını, yüzlerce yıl bir arada yaşayan, aynı inancı paylaşan, aynı devlet etrafında kenetlenmiş olanların ayrı devlet hevesiyle tutuşanlara devlet kurma hayallerinin birer bölünme ve parçalanma sonrası esarete, mensubu oldukları medeniyete sırt çevirmek ve inancı terk etmek olduğunu, bu açmazlarda tevhîdi birlekteliğin yara aldığını, millet kavramının içinin boşaltıldığını, içi boşlatılan değerlerin esarete teslimiyetini, Garbın bu tuzaklarının gittikçe arttığını, Batı’nın gayesinin İslâm’ın ortadan kaldırmak olduğunu, dıştan yıktırılmak istenen devletin ve dolayısıyla inancın şekillendirdiği medeniyetin mensuplarının fikren iğdiş edildiğini, kendi tezgahlarında yetiştirdikleri, yabancı okullardaki eğitimle büyüyenlerin devlet kademelerindeki tahribata yol açtıklarını, “Uhuvvet”, “Hürriyet”, “Musavvat” haykırışlarının amaca ulaşmak için birer maske olarak takıldığını, içten içe çökertilmek istenen devletin-medeniyetin ehl-i salibin tuzağı olarak bilinmesi gerektiğini, mevcut kazanımların batının icazetinde olduğu ve taklidî yaşantının inanç-ahlâk-örf tanınmasına yol vermediğini, bozulmanın bu yolla gittikçe arttığını, belirttiği olumsuzluklara karşı sadece ve sadece kendi değerlerine bağlı kalınarak karşı koyulabileceğini Safahat’ı oluşturan kitaplarda belirtmektedir. Tarihteki levhalardan misal vererek, Çanakkale Şehitleri’nde, Bülbül’de, İstiklâl Marşı’nda, Süleymaniye Kürsüsü’nde, ve Safahat’ın genelinde mücessem tablo şeklinde nelere uyulmasını, nelere karşı cephe alınmasını bir bir önümüze sermektedir.
Yüzyıllardır parçalayıp bölme, mevcut gücü zayıflatma isteğinde olanların amacına ermediğini belirten ve soğuk hale büründürülen savaşla Haçlı ittifakının teknolojik üstünlüğüne güvenerek giriştiği saldırılar karşıısnda Şarkın Sevgili Evladı Selahaddin’i işaret eder, Kılıçarslan’ı gösterir, Ömer bin Hâttab’ın nasıl adaletli olduğunu tarihteki vak’ayı anlatarak göstermekte, tevhidî birlikteliğin gerekliliğini âyetler ve Hadisler ışığında tefsir etmektedir.
Elbette Kur’an-ı Kerim Meali de bu esnada girişilen soğuk savaşın bir meyvesidir. Bu ehil olmadığımız bir alan olduğu için fazla bir bilgi sunmamız söz konusu değildir. Birçok platformda ele alınan bu mevzuu, Garp ve Şark arasında oldukça ince bir noktadır. Mealin yakılması veya zamanında ortaya çıkartılmayışı, oldukça önemlidir. Herkesin ittifakla benimsediği bir Şairin, Edibin, Âlimin kaleminden yapılan tercümenin, farklı mecralarda kullanılması söz konusu olsaydı, ne olurdu? Merhûm, bunu sezdiği için kendisinden isteneni yerine getirmemiştir.
“Merhûmu nasıl bilirdiniz? “ sualine cevaben hiç kimsenin bulunamayacağı tahmin edilen cenazesine kısa sürede yetişen gençlerin kalabalıklığı, sessiz sedasız hayata gözünü yuman Merhum için Asımın Nesli’nin yetiştiği ilk dönemdir.
“Toprakta gezen gölgeme toprak çekilince;
Günler şu heyûlâyı da er, geç, silecektir
Rahmetle anılmak, ebediyyet budur amma, Sessiz yaşadım, kim beni nerden bilecektir?”
Biz, bilmeseydik, bu çatı etrafında toparlanır mıydık? Yıllardır, sürdürülegelen bu anmalar, toplantılar, sempozyumlar, azizi hatırası için değil midir?
Resmi için yazdığı ikinci kıt’a şu şekildedir:
“Bir canlı izin varsa şu toprakta, silinmez;
Ölsen seni sırtında taşır toprağın altı.
Ey gölgeden ümmîd-i vefa eyleyen insan!
Kaç gün seni hâtırlayacaktır şu karaltı?”
“Üçüncü Resmim İçin” kıt’asında belirtilen farksız değildir, diğer iki kıt’adan:
“Dış yüzüm böyle ağardıkça ağarmakta, fakat, Sormayın iç yüzümün rengini: Yüzler karası!. Beni kendimden utandırdı, hakîkat şimdi, Bana hiç benzemeyen sûretimin manzarası!.”
Şiirlerini, fikirlerini, idealine adadığı ömrünün toplamı olan Safahat için kaleme aldığı kıt’a:
“Arkamda kalırsın, beni rahmetle anarsın.”
Derdim, sana baktıkça bîçâre kitâbım!
Kim derdi ki: Sen çök de senin arkanda kalsın, Uğrunda harâb eylediğim ömr-i harâbım?”
“Resmim İçin” başlıklı dördüncü kıt’a, yine hüzünle, sessiz feryad ile iç içedir, yaralı-mecrûh kalbinin dışa vurumudur, beklediği, yaptığı hizmetlere karşılık, sadece duadır:
“Beni rahmetle anarsın ya, işitsen, bir gün, Şu sağır kubbede, hâib, sesimin dindiğini?
Bu heyûlâya da bir kerrecik olsun bak ki, Ebediyyen duyayım kabrime nûr indiğini.”
“Resmimin Arkasına” başlıklı şiirinde dile getirdiği, insanı düşünmeye sevk eden mısralar:
“Hepsi göçmüş, hani yoldaşların hiçbiri yok Sen mi kaldın, yalınız kafileden böyle uzak? Postu sermekse meramın yola, serdirmezler;
Hadi, gölgenle beraber silinip gitmene bak!”
Çocuklarının annesi, hayatında daima yanında durmuş, eziyetlere ortak katlanmış hayat arkadaşı’na yazdığı kıt’a:
“Seni bir nûra çıkarsam, diye, koştum durdum, Ey, bütün dalgalı ömrümde, hayat arkadaşım!.
Dağ mıdır, karşı gelen, taş mı, hep aştım, lâkin Buruşuk alnıma çarpan bu sefer kendi taşım.”
Gölgeler’in ilk eseri Hüsran’dır. Hüsran’da adeta hayatının panoramasını çizer, on iki mısrada:
“Ben böyle bakıp durmayacaktım, dili bağlı, İslâm’ı uyandırmak için haykıracaktım.
Gür hisli, gür îmânlı beyinler, coşar ancak, Ben zâten uzun boylu düşünmekten uzaktım!
Haykır! Kime lâkin? Hani sahipleri yurdun?
Ellerdi yatanlar, sağa baktım, sola baktım;
Feryâdımı artık boğarak, na’şını tutum, Bin parça edip şi’rime gömdüm de bıraktım;
Seller gibi vâdîyi enînim saracakken, Hiç çağlamadan, gizli inen yaş gibi aktım.
Yoktur elemimden şu sağır kubbede bir iz;
İnler “Safahat”ımdaki hüsran bile sessiz!”
Yalnızlığın, kimsesizliğin, hürriyetinden yoksun bırakılmanın, ailesiyle zorunlu ayrılığının, levha levha yansıdığı gölgeler, her okundukça, yalnızların, kimsesizlerin sahibine kuşkusuz dua etmektedir.
Mısır’da olan güçlükler içinde hayatını idâme etmeye çalışan merhûm, bu zorlukları sabırla aşıp, yazmaktan vazgeçmeyen biçimde idealini vefatına kadar diri tutmuş, eserleriyle dik duruş sergilemiş, eğilmeyi fırtına ve inancına ters görmüş, bu yolu seçtiği için kendisine revâ görüleni sineye çekmiş, kendisi için istenmeyeni başkası için istememiş bir yapıdadır.
Memleket hasretine dayanamayan, bir kaç kez gidip gelen ve son gidişiyle aradan uzun zaman geçen, hastalığı sebebiyle kendisini yalnız hisseden, doğduğu topraklara kavuşmayı ümit eden, vuslatı gözleyen gözlerle kaderin istikametine tam bir teslimiyet içinde boyun eğen merhum, İstanbul ile son kez buluşmuştur.
Gölgesini daima üzerimizde hissettiğimiz, bizim için çağının üstadı olan merhum, Âsım’ın Nesli’ni ebedî yolculukta dört kişinin tamamlanmadığı tabutu başında binlere ulaşmış haliyle “Kendisinden razıyız” diyen sesleri, teslim edildiği toprağın bağrında hissetmektedir, ruhaniyetiyle.
Günümüzde “Çanakkale” denince, “Çanakkale Şehitleri” destanı okunur; Bülbül, vazgeçilmez şiirdir, milletine armağan ettiği İstiklâl Marşı ezberlerde hafızalara nakşedilmiştir. Avama ve havasa yazdığı şiirlerle herkese seslenmiştir.
Biz, Safahat’ı şiir kitabı, manzum eserler toplamı biçiminde görmüyoruz. Onu, sa’dî Şirazî’nin Bostan ve gülistan’ı misali Yunus Emre’nin Risaletî Nushiyyesi misali, Mevlana Celaleddin’in Mesnevisi misali görüyoruz, bizim asrımızın başucu kitapları arasında seçkin bir yere konumlandırıyoruz.
Biz, merhumu nasıl bildik? Merhum için kaleme alınan kitapların önemli sayısına ulaştık. Hakkında çıkarılan dergileri temin ettik, kendisi için yazılan makalelerin önemli bölümünü bir araya getirdik.
“Şehidler Âbidesi İçin” kaleme alınan kıt’ada der ki:
“Gök kubbenin altında yatar, al kan içinde,
Ey yolcu, şu topraklar için can veren erler.
Hakk’ın bu velî kulları taş türbeye girmez;
Gufrâna bürünmüş, yalnız Fâtiha bekler.”
“Resmim İçin” başlığı altında başka bir kıt’asında dile getirdiği ve ölümü artık arzuladığı duygu yüklü mısralar:
“Şu serilmiş görünen gölgeme imrenmedeyim...
Ne saadet, hani ondan bile mahrumum ben!..
Daha bir müddet eminim ki hayatın yükünü,
Dizlerim titreyerek çekmeye mahkûmum ben.
Çöz de artık yükümün kördüğüm olmuş bağını,
Bana çok görme, ilahi, bir avuç toprağını!..”
Bu medeniyetin sembol şahsiyetinin çalışmalarına satıhta değindik, nasıl bir şekilde vatan hasretini çektiğini, medeniyetine aşk halinin kendisini nasıl üzdüğünü kıt’alarıyla belirttik. Dahası gönlümüzden geçen çok hususlar var. Safahat’ın okunması lazım, anlaşılması gerekli. Peygamberî yaşta aramızdan ayrılan merhum, eminiz ki bu ruhla Fatiha beklemektedir. Kendi medeniyetimizin tekrar eski ihtişamına ve dahi varoluş sevdamıza tercümandı. O, camideki İslam şairimizdi.
- Geri
- Ana Sayfa
- Normal Görünüm
- © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.