- Hakkımızda
- TYB Ödülleri
- Genç Yazarlar Kurultayı
- Kitaplık
- Ahlâk Şûrası
- Yazar Okulu
- Mehmet Âkif Ersoy
- Türkçe Şûrası
- Milletlerarası Şehir Tarihi Yazarları Kongresi
- Yayınlar
- Söyleşi
- Şube Haberleri
- Salgın Edebiyatı
- Haberler
- Şiir Şölenleri
- Mesnevi Okumaları
- Kültür & Sanat Haberleri
- Kültür Kervanı
- Kırklar Meclisi
- Duyurular
- Biyografiler
01 Kasım 2025- İstanbul16°C▼
- Ankara18°C
- İzmir19°C
- Konya16°C
- Sakarya20°C
- Şanlıurfa24°C
- Trabzon16°C
- Gaziantep21°C
MEHMET KAHRAMAN İLE ‘BABA’ KİTABI VE EDEBİYAT ÜZERİNE

01 Kasım 2025 Cumartesi 11:30
Mehmet Hocam, ‘Baba’ kitabının müellifisiniz. Bu kitabı yazmanızdaki maksat ne idi? Babanız olan ilişkilerinizi, onunla olan diyaloğunuzu, aile ortamındaki hususları yine soracağız ama öncelikle niye böyle bir ihtiyaç duyduğunuzu merak ediyoruz. Şu da var, genelde insanlar annelerini öncelerler, ağırlıklı olarak annelerini yazarlar. Babaların esasen bu anlamda biraz mahrum kaldığını da söyleyebiliriz. Ne oldu da böyle bir çalışma gerçekleşmiş oldu, anlatabilir misiniz?
Öncelikle şunu söylemem gerekiyor. Birden oturup yazdığım bir kitap değil. Yaklaşık yirmi yılımı almıştır. Babamın hatıralarının çoğu daha dün gibi aklımdadır. Bazıları da yazdıkça aklıma gelmiştir.
Babamla olan diyaloğum hep çok olumlu geçmiştir. Mesela doktora yaptığım dönemde beni gördüğünde ilk sorusu “Doktora ne alemde?” olurdu. Ben doktora sürecindeyken kendi kendine demiş ki: “Mehmet doktorasını bitirsin ona Yağcıbedir Halısı alacağım.” O halı ki bizim Ege’nin en meşhur yörük halılarındandır. Doktora bitince rahmetli abim geldi yanıma “Babam senin halıyı aldı.” dedi gülümseyerek.
“Babam” kitabının hikayesi nasıl doğdu derseniz, Kırıkkale Üniversitesi’nde hocayım o zamanlar. Bir gece yarısı acı acı telefonum çaldı. Baban rahmetli oldu dediler. Hasta olduğunu filan hiç bilmiyoruz, nasıl olduğunu da sormadım. Gece saati 1’de İzmir arabasına bindim. Uşak’a kadar onunla gittim. Mart ayı ve dışarıda nasıl bir kar yağıyor anlatamam. Uşak’tan bir özel dolmuşa bindim bir yere kadar gittim. Oradan bir özel araba durdu, beni aldı, onunla Simav’a gittim. Simav’dan bir arkadaşın arabasıyla yol çatı var bizim köye çıkan, oraya kadar gittim. Köyden bir dolmuşla geldiler, o kar, tipi, fırtınanın arasında beni alıp götürdüler. Kırıkkale’den köye kadar hep kafamda babam yaşıyor, gözümün önünden gitmiyor, onunla ilgili şeyleri hatırlıyorum, kendi kendime mırıldanıyorum, belki işte düşünüyorum, özür dileniyorum filan.
Bu süreçten sonra oturdum bir gün ve o karlı gecenin yolculuğunu yazmaya başladım. Arkası doğal olarak kendiliğinden geldi. Bu sadece babamı düşündüğüm basit bir yolculuk değildi ki. Hayatı birlikte yaşamışız. Onun anlattıkları benim hayal ettiklerim o kadar çok şey vardı ki yazılması gereken.
Benim babam 1920 doğumlu. Cumhuriyet döneminin çocuğu. O ortamı bilirsiniz. Özellikle 1928’den sonrasını. Kur’an öğrenmek ne mümkün. Medreseler kapatılmış. Rahmetli dedem müderris, köyün tek okuyanı. Bundan dolayı da köyün muhtarlığını yapıyor. O ilgilenmek istiyor babamla. Birgün dedemin elinde beş tane tığ, çorap örüyor dedem. Aynı zamanda da babama Kur’an öğretmeye çalışıyor. Celalli bir adam tabi. Olmuyor maalesef o günün dersi ne ise babam yapamıyor onu. Dedem de o sinirle elindeki şişlerden biriyle hamle yapıyor babama doğru. Babamın yüzü çiziliyor ve kaçıyor oradan. Kaçış o kaçış bir daha Kur’an öğrenmeye tenezzül etmiyor. Dedem çoban yapalım o zaman seni diyor ve böylece keçi çobanlığına başlıyor babam. Ta ki askere kadar.
Edirne’de askerlik yaparken İkinci Cihan Harbi çıkıyor. Babamın taburunu Ankara’ya gönderiyorlar. Babam Milli Müdafaa Bakanlığı’nda bir subayın emir erliğini yapmaya başlıyor. Bir gün koğuştayken askerlerden birinin elinde elif cüzü görüyor. Nereden aldığını soruyor askere, heyecanlanıyor tabi. Şu da var, büyük bir pişmanlık taşıyor içerisinde, dedemin Kur’an öğretme gayretlerini boşa çıkarmış olmanın verdiği. Bir an önce öğrenmek istiyor. Askeri sıkıştırıyor. Asker de Ankara’nın meşhur Samanpazarı semti vardır, oradan aldığını söylüyor. İlk çarşı izninde soluğu Samanpazarı’nda alıyor babam. Hemen bir elif cüzü alıyor. Varıyor koğuşuna kendi çabasıyla öğrenmeye çalışıyor. Olmuyor doğal olarak. O az önceki asker geliyor yanına ben öğreteyim sana diyor ve süreç böylece başlıyor. Bu arada iki tablo var onu anlatmam gerek. Askerlik döneminde babamın köye iki farklı ve bir o kadar da manidar gelişi vardır. Birincisinde gözünde güneş gözlüğü üzerinde cakalı kıyafetlerle gelip köydeki evlere bakıp -ki o evleri şöyle düşünün önlerinde hayvan tezeklerinin olduğu derme çatma iki katlı taş evler- diyor ki “bunlar nasıl ev, yıkılmışlar sanki.” Beğenmiyor yani. İkinci gelişi ise Kur’an öğrendikten sonraki zamana tekabül ediyor. Elinde kitap yüklü koca bir bavul. Yasakların kalktığı dönem. Doldurmuş yükünü, bavulun içinde Muhammediye’den Taberi’ye kadar bir sürü İslam harfleriyle yazılmış kitaplar. 1942 – 1943 yılları o dönemde askerden dönüyor babam. Artık Kur’an biliyor. Medreseler kapalı ama medrese kalıntıları diyebileceğimiz yerlerde çocuk okutmaya onlara Kur’an öğretmeye başlıyor
Devamı: https://www.insaniyet.net/mehmet-kahraman-ile-baba-kitabi-ve-edebiyat-uzerine/
- Geri
- Ana Sayfa
- Normal Görünüm
- © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.