- Hakkımızda
- TYB Ödülleri
- Genç Yazarlar Kurultayı
- Kitaplık
- Ahlâk Şûrası
- Yazar Okulu
- Mehmet Âkif Ersoy
- Türkçe Şûrası
- Milletlerarası Şehir Tarihi Yazarları Kongresi
- Yayınlar
- Söyleşi
- Şube Haberleri
- Salgın Edebiyatı
- Haberler
- Şiir Şölenleri
- Mesnevi Okumaları
- Kültür & Sanat Haberleri
- Kültür Kervanı
- Kırklar Meclisi
- Duyurular
- Biyografiler

- İstanbul20°C▼
- Ankara12°C
- İzmir20°C
- Konya12°C
- Sakarya16°C
- Şanlıurfa24°C
- Trabzon19°C
- Gaziantep18°C
MUHİTLER VE HATIRALAR ÜZERİNDEN ANKARA
Prof. Dr. Bilal Kemikli ile Ankara üzerine keyifli bir sohbet gerçekleştirdik. Kemikli, "Şu Bizim Ankara" kitabından yola çıkarak, şehrin önemli muhitlerini ve şahsiyetlerini anlatıyor.

29 Mayıs 2025 Perşembe 12:16
Şahsî yolculuğunda o günlerin üzerindeki etkilerini samimi bir dille anlatıyor. Kendi ifadesiyle “taşralı bir gencin” gözünden Ankara'ya uzanan bu yolculuk, okuyuculara o dönemki şehrin ruhunu keşfetme fırsatı sunuyor.
Söyleşi: Ziya Uğur
Bu kitabı yazma fikri nasıl ortaya çıktı?
Bu, sadece benim Ankara kitabıyla Şu Bizim Ankara arasında, tabii bir de Hacı Bayram-ı Veli’nin o meşhur Nutk-ı Şerîf'inden mülhem, 'Taş u toprak aresinde, / Çalabım bir şar yaratmış iki cihan aresinde...' şiirinin bir mısrasını ele alarak koyduk. Çünkü bu mısrayı ele alarak kitabın başlığını oluşturmamızın sebebi, o bizim Ankara'nın, o kadim Ankara'nın benim ruh dünyama yansıması, benim şahsımın oluşmasına katkısını bir bakıma hikâye etmeye çalıştım.
Mehmet Doğan hep böyle bir kitap yazmamı telkin ederdi
Bu kitaptan önce de bendenizin hatıra tarzında, hatıra edebiyatımıza bir katkı sadedinde Çiğdem Der Ki Ben Âlâyım (Memleket Yazıları) adı altında Sivas'ı anlatan, Sivas'ı konu edinen bir metin vardı. 'Çiğdem Der Ki Ben Âlâyım', malum Veysel'in bir türküsü. Sivas deyince Veysel aklımıza geliyor, Ankara için de Hacı Bayram Veli Hazretleri aklımıza geliyor. Memleket Yazıları'ndaki ele aldığım mevzular, 12 Eylül darbesinin arkasında oluşan sosyal yapı, eğitim yapısı falan... Bunları yazmıştım: komşuluk ilişkilerimiz, Sivas'ın kışları, kahvehaneler, gittiğimiz kitapevleri, kütüphaneler... Bunları ele almıştım. Yani bir bakıma, ilk gençlik döneminin inşa eden, kendi memleketime ilişkin bir çalışmaydı. Bu kitabın hemen akabinde –Allah gani gani rahmet eylesin– Mehmet Doğan Ağabey (ruhu şad olsun), ben ona 'pîrim' diye hitap ederdim. Ankara'daki pîrimiz Hacı Bayram Veli Hazretleri’nin muhibbi... O, böyle bir kitap yazmamı hep söylerdi, telkin ederdi. Ama her şeyin bir vakti saati var, 'vakt-i merhûn' diyoruz ya. İsterdim ki Mehmet Ağabey de bu kitabı okusun. Onun vefatının akabinde, bütün işleri bir kenara bırakıp Mehmet Ağabey'in emrini, bir bakıma pîrimizin emrini yerine getirmeye çalıştım. Şimdi burada tabii Ankara kitabından önce, yani Şu Bizim Ankara kitabından önce, yıllar önce –96’ydı galiba– benim için asistanlık, doktora yaptığımız dönemlerde (95-96), Büyükşehir Belediye Başkanı bir Ankara kitabı yazmamızı istemişti. 'Yazmamızı' derken, bendenizden değil; ben asistanım, benim hocam –işte bölüm başkanım– Sabri Hizmetli var. Bu ekip içerisinde Vakıflar Genel Müdürlüğü'nden ve Kültür Bakanlığı'ndan da birileri vardı. Ama ben bütün toplantılara katıldım. Yani bu kitap bir türlü gerçekleştirilemedi ama o süreç –takriben bir yıla yakın bir süreç– oldu. Kitap yazma ekibi toplanıyor, çalışıyor falan... Bana Ankara’yı tanıttı. Yani Evliya Çelebi’yi okuma imkânım oldu. Ankara sokaklarını, kale içini... Yani o dönemlerdeki kale içi birazcık daha köhneydi. Şimdi büyük oranda bir restorasyon faaliyetinin yapıldığına tanık oluyoruz. Hele hele Mehmet Ağabey'in de büyük hizmetleri oldu. Malumunuz, İstiklal Marşı’nın da yazıldığı Taceddin Dergâhı, Hamamönü civarı, bitirimhanelerin olduğu mekânlar... Hapishane henüz müze olmamıştı. Ya, bu 96’lı yılların Ankara'sında oralar köhne, böyle pek fazla önemsenmeyen... Ama bir tarihçi perspektifiyle, yani bir edebiyatçı perspektifiyle şehri dolaştığınızda –ya da yolun başındaki bir asistan olarak dolaştığımda– şunu görmüştüm: Bu Ankara, bizim Ankara. Yani bizim Ankara var; o sur içinde bir Ankara var. Sıhhiye'den sonraki Ankara, yeni Ankara –Yenişehir– zaten oraya 'Yenişehir' diyoruz. O Ankara başka bir Ankara. Yani o Ankara'daki hayatımız başka oluyor ama Hacı Bayram ve Hacı Bayram'ın civarında oluşan Ankara başka. Merkez şahsiyet, Evliya Çelebi’nin ifadesiyle 'sahib-i mânevi'si olan Hacı Bayram Veli ve onun etrafındaki Ankara, bizim Ankara idi. Fakat o bizim Ankara'yı tanırken, yani adım başı bir cami ile, adım başı bir türbe ile, tarihî bir yapıyla karşılaşıyorsunuz. Yeni Ankara, bu tarihî yapıyı yok etmişti ve İsmet Paşa’ya doğru... Bitirimhaneler sadece Hamamönü'nde değil, İsmet Paşa'da da öyleydi. Yani İsmet Paşa'dan Çankırı Caddesi'ne doğru geçmek, hele hele belirli saatlerde geçmek gerçekten çok sıkıntılıydı. Oysa ben Çankırı Caddesi'nden kaldığım yere gittiğim için –otobüs durağına oradan gittiğim için– zaman zaman orayı kullanırdım. Hacı Bayram, bir bakıma kuşatılmıştı. Keza Bent Deresi, kalenin etrafı... Camiden karşıya doğru baktığımızda –Aktaş'a doğru baktığımızda– hep gecekonduların olduğu, böyle ertelenmiş, görmemezlikten gelinmiş, pek önü açılmamış bir Ankara idi. Bu Ankara silueti, bilinçli olarak mı artık bilemiyorum ya da bilmeden mi bize gösteriliyordu. Yani Ankara deyince akla gelecek olan tek bir şey vardı o dönemde: Çankaya’ydı. Yani yeni Ankara, yeni şehir. Ama ben o kitabı yazarken, o yeni şehirden ziyade kadim Ankara ile yüzleştim ve gördüm ki yani Ankara, Sivas'tan farklı değil. Memleketim benim Sivas. Bursa'dan farklı değil, Kütahya'dan farklı değil. Bir Ahiler şehri, efendim bir ilim şehri, ticaret şehri olan Ankara... Bu Ankara'yı sevdim.
İki Ankara’dan bahsediyorsunuz kitapta: bir 'Kadim Ankara', bir de unutulan ve unutturulan Ankara.
Ben 'üzeri örtülen Ankara' dedim. Hakikaten unutturuldu, üzeri örtüldü. O örtülmüş olan Ankara'yı keşfe çıktığınızda, sanki İstanbul'da sur içinde geziyormuşsunuz gibi. Bunu maalesef Cumhuriyet dönemi yazarlarımız... Ankara hakkında hep böyle olumsuz şekilde bakarlar. Yani bu Ankara'yı bilmedikleri için, bu unutturulan, üzeri örtülen Ankara'yı pek bilmedikleri için ne demişlerdi, hatırlarsanız: 'Ankara'nın nesini seviyorsun?' 'İstanbul'a dönmesini seviyorum.' demişler. Çünkü İstanbul'da tarih var, tabiat var, deniz var. Ankara’nın denizi yok, fakat Ankara’nın da güzel bir tabiatı var, tarihi var. O tarihi göstermek gerekiyordu. Mehmet Doğan’ın telkinleri, tecrübelerimiz, zaman içerisinde bir kitap yazma ihtiyacını beraberinde getirdi. Kitabı hazırlarken, daha önceki aldığım notlardan da yararlandım. Ben mümkün olduğu kadar ajanda tutarım. Günlük de tutarım ama günlük hadiseleri yazmaktan ziyade, o andaki –o günde– beni düşündüren, tefekkür ettiren şey neyse, etkileyen, duygulandıran ya da üzen... Onu yazarım. Yani oradan yola çıkarak, o defterlerden de yararlanarak, hafızamı da tahkik ederek Şu Bizim Ankara'yı yazmaya çalıştım.
O Ankara günlerinizde pek çok mekândan bahsediyorsunuz ama sizin için en çok öne çıkan mekân neresiydi?
Tabii bizim için öne çıkan temel mekân iki yerdi: Bir Beşevler'i vatan kılmak ya da mesken edinmek. Ben Ankara'ya 1985'te yüksek tahsil için geldim. Ankara İlahiyat Fakültesi'nde öğrenciyim. Dolayısıyla Beşevler civarı, yani o civarda okuduk, hayatımızın büyük bölümü orada geçti. Fakat hep genellikle Keçiören civarında kaldım. Öğrenci olarak Kalaba'da kaldım, Keçiören Asfaltı'nda kaldım, kısa bir dönem Demetevler'de ikamet ettim. Ama Demetevler bana pek hitap etmedi, o yüksek binalarla ilişkim iyi değildir. Birinci derecede öğrenci olmam hasebiyle Beşevler'i, İlahiyat Fakültesi'ni söyleyebilirim ama asıl Ankara'nın kalbi Hacı Bayram Veli'dir. Orası bize huzur verdi. Bu iki mekân, bu iki yer benim için önemliydi. Ama daha sonraki dönemlerde bu yerler önemini korumakla birlikte kitaba olan ilgi, Zafer Çarşısı'nı keşfetmemizi sağladı. O zaman Zafer Çarşısı'nda gerçekten iyi sahaflar vardı. Sonra dergi satan, sınav hazırlık için kitaplar satan. Tabii İstanbul'daki sahaflar gibi değişti orası; bir dönem sığınağım oldu. Mesela benim bir dönem Kızılay'a gitmekten maksat kitapçılara gitmekti. Bu neredeydi? Zafer Çarşısı'ndaydı. Sonra tabii bu Zafer Çarşısı'ndan zaman içerisinde evrildi, başka başka kitapçılar da bizim sığınağımız oldu. Geriye dönüp baktığımda Ankara, kendimi bulduğum bir şehir oldu. Ama bu kendimi bulmama vesile olan âmiller nelerdir dersem; evet, yüksek eğitim açısından fakülte, ruhî tekâmül -olgunlaşma- açısından Hacı Bayram Veli... O bizim sırdaşımız oldu. Ama asıl olan kitaptır. Kitap konusunda da Kızılay'daki kitapçılar ile ahbaplığı ve dostluğu takip etmeye, geliştirmeye gayret ettim.
Kitabınızda kullandığınız bir tanımlama var: 'Taşralı muhafazakâr bir gencin gözünden Ankara' diyorsunuz. Bu sözünüzü biraz açabilir misiniz?
Tabii ben taşralıyım, Sivaslıyım. Bir köy imamının oğluyum. Devlet parasız yatılı okudum, yani yatılı okuyarak mezun olmuş birisiyim. Devlet imkânıyla burs verilerek okumuş bir isimim. Taşralıyım. Muhafazakârlığımız hem İmam-Hatiplilikten kaynaklanıyor hem de babamızdan, ailemizden kaynaklanan bir şey. Fakat bu muhafazakârlığı bugünkü anlamda siyaseten bir muhafazakârlık olarak kullanmıyorum. Siyaseten bir muhafazakârlık var mı yok mu bu tartışılabilir, oraya girmek istemiyorum. Ama muhafazakârlığı olumlu anlamda kullandım. O da şudur: Değerlerini koruyan, değerlerine bağlı anlamında kullandım. Yani o da dinamik bir muhafazakârlık, dönüşebilen muhafazakârlıktır. Çünkü Ankara'ya ilk geldiğimde iki arkadaş gelmiştik, ikimiz aynı liseden mezunuz, aynı sırayı paylaşmışız. Hatta uzaktan da akrabayız. O Dil ve Tarih-Coğrafya'ya geldi, ben İlahiyat Fakültesi'ne geldim. Önce Dil ve Tarih-Coğrafya'da arkadaşımızın kaydını yaptık. Oradaki sosyal ilişkiler, Sivas'tan gelen böyle muhafazakâr biri için çok yeni ve çok canlıydı, yani çok farklıydı. İlahiyat Fakültesi'ne geldiğimizde arkadaşım bana demişti: 'Tamam, burası İmam-Hatip'in devamı niteliğinde.' Ama şunu söylemek isterim: O dönemin, yani 1985 yılının Ankara'sı da aslında bizim kadar muhafazakârdı. 'Bizim kadar' derken Sivas kadar yani. Sivas'tan belki biraz daha ileri olabilir. O dar bir çevrenin dışına çıkmışsınız, birden geliyorsunuz üniversite ortamındasınız ve bu üniversite ortamı da hemen ilk tanıdığınız fakültelerden birisi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi. Yani bir başka arkadaşım olsaydı ülkeyi de tanıyacaktım. Zaman içerisinde diğer fakülteleri, Gazi Üniversitesi'ni tanımak imkânı oldu. O bakımdan bir taşralı, muhafazakâr bir gencin hayata tutunduğu bir yer olarak ben orada Ankara'yı tasvir etmeye, tanıtmaya çalıştım.
O dönemde Ankara'nın kültürel haritası ile ilgili neler söylersiniz? Önemli mekânlardan bahsediyorsunuz, buluşma noktalarından bahsediyorsunuz. Sizin gittiğiniz veya duyduğunuz ya da gözlemlediğiniz o mekânlardan da bahseder misiniz?
Şehir kitap gibidir. Aradığınız şeyi kitapta bulursunuz. Neyi arıyorsanız... Benim için tabi kültür, sanat, ilim önemli idi. Bir de yazmaya, çizmeye meraklı birisiyim. Edebiyata merakım -daha doğrusu- benim Ankara'da okumama sebep olan da aslında bir edebiyat merakıdır. Yani onu da kitabın yazılmasına ilişkin sebeplerden birisi olarak söyleyeyim. Mavera dergisi ve Cahit Zarifoğlu... Mavera dergisi ile yol yürümek için geldim ama ben geldiğimde Mavera dergisi İstanbul'a taşındı. Fakat Cahit Ağabey de İstanbul'a taşınmıştı. Geride o ekipten Akif İnan -rahmetli- Akif İnan Hocamızla ilişkiler... Erdem Beyazıt... Öğrenciyken evlerimiz yakındı. Bizim öğrenci evinde bir şekilde bendeniz hiçbir zaman ilişkiyi onunla koparmadım. Yani uzunca bir dönem muhabbetimiz devam etti.
PLANLAMA TEŞKİLATI
Erdem Bey'i Planlama Teşkilatı'nda ziyaret ederdim. Benim için Planlama Teşkilatı’nın kütüphanesi bir muhit oluşturdu. Her hafta mutlaka cuma günü Erdem Beyazıt'a uğrarım, onun bir çayını içerim. Çıkan kitapları orada görürüz, kütüphanede vesaire... Yani Cahit Ağabey'den mahrum kaldık ama Erdem Ağabey, Akif Abi bu noktada bizi beslemiş oldu. Rasim Bey bürokrattı. Yani Planlama'nın genel sekreteriydi. Onunla da ilişkilerimiz oldu ama çok fazla değil. Hatta onun Müslümanca Düşünceler Üzerine Denemeler diye bir kitabı vardır. Çok etkiliydi bizim gençlik dönemimizde. 'Nasıl Müslümanca düşünebiliriz?' sorusu etrafında bize bir yol açıyordu. Ben o kitapla ilgili röportaj yapmak üzere Planlama Teşkilatı'na gittim, onun makamında bekledim. Sekreterleri var, özel kalemi var, gelen gidenler falan filan... Bir türlü konuşmaya vakit bulamadık. Rasim Bey'in akşam mesaisi neredeyse bitti. 'Birader, ya burada konuşamadık, hadi eve gidelim,' dedi. O zamanki makam arabaları -o meşhur Toroslar var ya- bir Toros, siyah Toros hatırlıyorum. Evine gittik, Seyranbağları'nda. Elinde James Bond çanta var. O çantalar o dönemde modaydı. Benim öyle bir çantam yoktu. Sonra oldu tabi... Öyle bir çantamın olmasını hep istiyordum. Şimdi içinde hangi hikâye kitapları var, hangi şiir kitapları var? Eve gittik, yani çantayı açtığında baktım ki içi tamamen sigarayla dolu. Necip Fazıl'dan ve diğer şairler sanki sizi tütün kullanmaya sevk ediyordu. Çantayı açtığımda içi tamamen tütün dolu. Çünkü yasak olan bir şey. Türkiye'ye iş adamları gelip gittikçe bir şeyler alıyorlar, Ankara'daki bürokratlara birer tane hediye ediyorlar.
Şimdi Planlama bir bakıma hem devleti tanımama vesile oldu hem de dünyayı algılamama vesile oldu. Ona yol açan da Erdem Ağabey'dir. Mesela o dönemde Nuri Ağabey de oradaydı ama Nuri Ağabey susma eylemi içerisinde olduğu için o önemlerde ben Hazreti rahatsız etmekten imtina ettim. Onu uzaktan sevdim, Nuri Ağabey'i hep uzaktan sevdim.
İslâm Dergisi
Bunun dışında her ne kadar Mavera dergisi kapansa da ya da İstanbul'a taşınsa da yeni bir muhit oluştu. Yani tam da bizim Ankara'ya geldiğimiz dönemlerde, o yıllarda çıkan bir dergi var: İslam Dergisi. Ve arkasından İlim ve Sanat Dergisi çıktı. Mithatpaşa'da İslam Dergisi'nin, biraz yukarıda İlim ve Sanat Dergisi'nin... Şimdi sokağı tam hatırlamıyorum ama Selanik miydi, Hatay mıydı, tam hatırlayamıyorum. Ankara'dan 1998'de ayrılmışım, sokakları unuttum. İki dergi vardı. İslam Dergisi duygu ve düşünceyi anlatan, aktüaliteyi takip eden bir dergiydi. İlim ve Sanat Dergisi de -yani ilk sayısını hatırlıyorum mesela- "Bilgi nedir?" sorusu etrafındaydı. Bilgi ve ilim konusunu tartışan bir sayıydı.
O muhitlerde bulunmak nasip oldu. Yani o muhitler bize neyi sağladı? Her şeyden önce fakültede de hocam olan merhum Esat Coşan Hocamı tanımama vesile oldu. Mehmet Doğan, Adnan Tekşen, Nabi Avcı, Hilmi Güler, Hüseyin Karakaya gibi isimleri orada tanıdım. Bunlar -her birisi- yani isimlerini unuttuğum kişiler de olabilir, yazan, çizen, üreten, günümüzde de çok etkili olan isimler. Onlarla olan ilişkilerimiz okuma kalitemizi de artırıyordu. Yani neler okuyalım, hangi kitapları okuyalım, nasıl yazalım? Bu bakımdan benim için en önemli, beni besleyen merkezlerden birisi işte bu bahsettiğim muhit olmuştur. Yani Planlama Teşkilatı devleti tanımayı, sistemi tanımayı, ihtiyaçları görmeyi sağladı. Oradaki kitapları görmüş oldum yani. Ama burası yazmaya birazcık daha sevk etti.
Türkiye Yazarlar Birliği
Arkasından, daha henüz 1985'in -işte- böyle bir Kasım'ı falandı, yanlış hatırlamıyorsam, Türkiye Yazarlar Birliği’ni keşfettim. Üçüncü bir muhit oldu benim için. O muhitte Mehmet Doğan vardı. Küçük bir odaydı. Türkiye Yazarlar Birliği yeni kurulmuştu. Giderdik. Oda küçük, birkaç kişi var, oturmuşlar. O zamanlar serbest olduğu için Mehmet Ağabey de o günlerde tütün kullanıyordu tabi, yani içerisi biraz dumanlı olurdu filan.
Sınıf arkadaşım Cahit vardı, Cahit... İmam-Hatip'ten Cahit Yağmur. Babası bir dönem Ankara İmam-Hatip Lisesi'nin -şimdi Tevfik İleri olarak ismi değişti- Ankara Merkez İmam-Hatip Lisesi'nin müdürlüğünü yaptı: Mehmet Yağmur Bey. Sivas'tan kalkıp geldiler. Mehmet Yağmur... Ben İlahiyat Fakültesi'ni okurken Cahit üniversiteyi kazanmamıştı, dershaneye gidiyordu ve Mehmet Ağabey'in orada çay yapıyor, sekreterya işlerine bakıyordu.
Benim Yazarlar Birliği'ni keşfetmem arkadaşım vesilesiyle oldu ama o bana bir dünya bahşetti. Çünkü orada Mehmet Doğan, o dönemlerde meşhur sözlüğü yeni yazıyordu. Batılılaşma İhaneti çıkmıştı ama yeni o sözlükle meşguldü. Gelenlere bakıyorum... Yani oraya devam edenler, her birisi -işte- Muhsin Mete bunlardan birisi -Cenabı Allah şifalar versin- daha zaman içerisinde değişiyor ama Mehmet Çetin falan vardı, biyografi yazan, tarihle ilgili, şehir tarihiyle ilgilenen insanlar vardı. Onları dinlerdim. Hikâye yazanlar vardı, onları dinlemek bana böyle bir zevk verirdi.
Tabi dinlerken kişileri tanıyorsunuz, görüşleri tanıyorsunuz. Kitaplar hakkında bilgi ediniyorsunuz. Lisans talebesi için bulunmaz bir nimet. Bu üç muhit de beni besleyen muhitlerdi. Mehmet Doğan'la olan irtibatımız vefatına kadar da devam etti. Hâlâ da onu seviyoruz. Oradaki dostların hemen hemen hepsiyle de ilişkilerimiz bir şekilde devam etmiş oldu.
Dergah Dergisi’nin Ankara’daki yeri: Ülke Kitabevi
Lisanstan sonraki dönemlerde -yüksek lisans, bilhassa doktorluk- asistanlık döneminde kısmen biraz yurt dışı tecrübem olmuştu, yurt dışındaydım falan... Ama araştırma görevlisi olarak vazife aldıktan sonraki dönemlerde ise gene o Yazarlar Birliği'nin ya da o dönem gittiğim İlim ve Sanat Dergisi'nin - İlim ve Sanat ve İslam Dergisi artık İstanbul'a taşınmıştı- oralarda tanıdıklarımın etkisiyle bir başka yeri keşfetmek nasip oldu: Türkiş'in altındaki Ülke Kitabevi. Kulakları çınlasın, Fatih Gökdağ'ın hizmet ettiği… Yani Dergâh'ın, İstanbul'daki Dergâh'ın Ankara'daki yeriydi. Oranın postişini... Şeyhi diyeyim: O muhitin şeyhi Ali Ağabey'di. Ali Birinci, Ali Ağabey o zaman doçentti.
Ben lisans talebesi iken ve yüksek lisansla meşgulken de Ali Ağabey'i biliyorum. Nereden biliyorum? Sivas'tan biliyorum. Sivas Cumhuriyet Üniversitesi'nde asistandı o zaman, doktorasını yapıyordu. Kütüphanesinde görürdük. Ali Ağabey kitap meraklısı diye hep uzaktan böyle hayranlıkla seyrederdik. Sivas'taki Ali Abi... Kendisi Trabzonlu'dur aslen. Polis Akademisi'nden geldi, Polis Akademisi'nde hoca oldu. O kitabiyat bilgisi... Zaten Ankara Mülkiye mezunu, muhitte var, çevresi de var, Trabzonlu... Dergâh Dergisi ile de ülkeye ya da hareketleriyle ilişkisi var. O bizi orada buluşturdu. Yani Ali Ağabey'in himayesinde buluşurduk.
O doktora döneminde her cumartesi ben Ülke Kitabevi'nde olurdum. Mehmet Erdoğan diye bir arkadaşımız vardı -şair, eleştirmendi-, o orada çalışırdı. Biz -bizim kuşaktan gençler olarak- Yusuf Turan Günaydın -sınıf arkadaşımdır, belki tanırsınız-, İsmail Kasap ve birkaç kişi, birkaç arkadaş gelirdik. Ama tabii bir halka var. Bu halkanın başında genellikle Ali Abi var ama bazen Ercüment Kuran Hoca gelirdi. O gelince herkes susar, Ercüment Hoca konuşurdu. Allah rahmet eylesin. İşte Mustafa İsen Hoca, Cemal Kurnaz Hoca... Ondan sonra TRT'den bazı dostlarımız, ağabeylerimiz gelirler -yazmaya, çizmeye meraklı-... Rıza Akdemir'i de unutmayalım -eski valilerimizden, Allah rahmet eylesin-. Güzel çocuk şiirleri de olan, edebiyata ilgisi olan birisi...
Kitap kritikleri
Orada bir araya gelinir, kitabın dedikodusu yapılır. Dedikodu hakkında şöyle bir şey söyleyeyim: Sivas'ta İhramcızâde İsmail Hakkı Toprak Hazretleri: "Dedikodu kötüdür, insanlar da bundan kurtulamazlar. O sebeple insan-ı kâmilin dedikodusunu yap da temiz et ye..." diyor rahmetli... Biz de orada kitabın dedikodusunu yapıyoruz: Şu kitap şöyle, bu kitap böyle... O size bir ufuk veriyor. Ama biz halkanın hep dışındayız.
O muhit çok önemli. Ercüment Kuran Hoca... Benim İlim ve Sanat Dergisi'ndeki "Türklerin Medine'de Kurdukları Kütüphaneler"i yazmıştım. Medine'de kaldığım dönemlerde Şeyhülislam Ârif Hikmet Bey'in kitabıyla alakalı çalışmalar yapmıştım. Medine'de kütüphanesi var Ârif Hikmet Bey'in, başka kütüphanelerin olduğunu da gördüm ve o kütüphaneleri konu edinen bir yazı yazmıştım. O yazımı okumuş, çok hoşuna gitmiş hocanın. Bir gün bana dedi ki: "Gel delikanlı, sen de artık halkanın içerisine dâhil ol." dedi. Kürsümünü hocalarımın olduğu alana koyma imkânı böylelikle doğmuş oldu. Hocanın daha sonra yazdıklarımı da okuduğunu gördüm. Hocayla çok derin sohbetlerimiz olmuştur.
İnsan-ı kâmil neredeyse orayı merkez yapar.
Ankara'nın kültürü yok, Ankara kurak bir yerdir, ilim-sanat pek yoktur gibi bir propaganda yapılır. Bu İstanbul'un ortaya attığı bir şeydir. Onlar hep Ankara'yı taşra olarak görürler. Ankara'yı tezkiye edecek hâlim yok, öyle bir derdim yok. Ama yetiştiğim muhit açısından baktığımda bir hakkı da teslim etmemiz lâzım. Merkez-taşra tartışması edebiyatta sürekli gündeme gelir. Ankaralılar da başka yerlere taşra olarak bakarlar. Bendeniz bu taşra kavramını da değiştirdim zaman içerisinde. Taşra -Ankara, İstanbul gibi yerler dışı- gibi algılanıyor. Hayır, diyorum ki: Merkez, insan-ı kâmilin olduğu yerdir. İnsan-ı kâmil neredeyse orayı merkez yapar.
Bu fikre nereden ulaştım? Onun da kaynağını söyleyeyim: Antalya Elmalı'dan, Toroslardan... Torosların zirvesinde bir kasaba, bir ilçe... Ama bu Elmalı'da Ümmî Sinan var, Vâhib Ümmî var, Abdal Musa var. Hem Bektaşîlik, hem Halvetîlik açısından çok önemli bir yer. Cumhuriyet döneminin en önemli tefsirini yazan zât orada yetişmiş. Aslında Burdur'un Yazır Köyü'nden -Elmalılı Hamdi Yazır, "Yazır" ismi oradan geliyor-. Burdurlu'durlar. Fakat babası oraya medrese eğitimi için gitmiş. Orada evlenmiş, kalmış ve Cumhuriyet Dönemi'nde Diyanet İşleri Başkanı çıkardı: İbrahim Elmalı var. Başka isimler var...
Şimdi Elmalı'yı tanıyınca, "Tamam," dedim. Merkez, insan-ı kâmilin olduğu yerdir. O bakımdan İstanbul ya da Ankara şehrinin ötesinde, nitelikli insanı yetiştirmemiz lâzım. Merkez şahsiyetlerin inşasına çalışmamız lâzım. Tıpkı Hacı Bayram-ı Velî gibi. Nasıl Hacı Bayram-ı Velî şehrin sahibi ve bir bakıma Ankara'nın merkezi ise, kalbi ise... Yenişehirlerin kalpsiz kalmasına gönlümüz razı olmamalı. Şehirlerin yanına eklenen yeni yerlere, yeni şehirlere... Şimdi siz Sincanlısınız. Sincan eskiden uzak bir ilçeydi, şimdi artık merkez oldu. Eryaman yeni yeni yapılıyor filan... O Sincan'ın da, Eryaman'ın da merkez isimleri olmalı. Onları yetiştirmemiz lâzım.
Ankara'da geçen günleriniz ile günümüz Ankara'sını kıyaslayacak olursanız ne gibi farklar görüyorsunuz?
Evim Beşevler'indeydi. Yolunuz düşerse uğrarsınız: Seçil Sitesi var, onun karşısında. Metehan Blokları... Evim orada. Kendi evimde... Ben evimi de oradan ayrılınca satmak zorunda kaldım. Yani 1998'de ayrıldım. Ankara'nın sosyoekonomik yapısını biliyorum. Nerelere ne yapılır, nasıl gidilir, onları biliyorum. 1998'e kadar olan Ankara takriben 1985'ten 1998'e kadar... Uzunca bir dönem orada kalmışım. Kitapta da yazdım; sokaklarında melankolik olarak dolaştım, belki dertli olarak da dolaştım, yoksulluk içerisinde dolaştım ama o beni yetiştiren bir şehir oldu.
Ankara’nın günümüzde çok değiştiğini görüyorum
Ancak 1998'den sonraki Ankara'nın, günümüzde çok değiştiğini görüyorum. Tabi ister istemez değişecek. Yüksek binalar eskiden Eryaman'da yapılıyordu. Şimdi yeni bir merkez çıkmış Ankara'da: Çukurambar Kültürü var mesela… Ankara'nın kimliğini -maalesef- Ankara'yı yönetenler koruyamadılar. Bize Ankara kitabı yazma vazifesi verip bu kitabı neşretmeyen sayın başkanımız başta olmak üzere o kimliği koruyamadık. Ankara tıpkı İstanbul'un Ataşehir'i gibi... Ataşehir'e ben şimdi "İstannewyork" diyorum. Çukurambar'da bizim arkadaşlarımızın -bir kısmının- ofisleri var. Gidiyoruz, 13. kattan Ankara'yı temaşa ediyorsunuz mesela... Şimdi bu Ankara benim Ankara'm değil. Benim Ankara'm sükûnetli bir Ankara, sakin bir Ankara. Çoğu yere yürüyerek gittiğiniz bir Ankara. Gidin, bu değişmiş, yani yapılaşma...
Mesela Ankara'da sıkıldığım zaman gittiğim yerlerden birisi Bağlum'du. Bağlum'a giderdim. Abdülhakim Arvasî Hazretleri ile dertleşirdim. Birkaç sene önce çocuklarımla Sivas'tan gelirken çevre yoldan, havaalanı tarafından girmiş oldum. Eskişehir yoluna gireceğiz ama bu sefer buradan girerim dedik. Yani Çankaya tarafından değil de Sivas'tan gelirken sağdan girdik. Bağlum'a... Bağlum çok güzeldi bir ara... Evler vardı. Bağlum'u tanıyamadım. Bağlum eski Sincan'a, Etimesgut'a dönüşmüş. Pursaklar mesela... Sarayköy falan... Oralar bizim piknik alanlarımızdan. Sarayköy, Pursaklar... Tanıyamadığımız yerler hâline gelmiş.
Eski Ankara’yı Hacı Bayram’da buluyorum
Tabi güzellikler de oldu: Meselâ havaalanı yolunun düzelmesi, güzel parkların yapılması, yeni yeni böyle büyük parkların yapılması, göletlerin yapılması... Yani şehir değişmek durumunda. Fakat bu değişimin kültürel olarak ne kadar koordinatif, onu bilemiyorum. Yani Ankara'ya eskiden kayınvalidem ve kayınpederim -Allah rahmet eylesin- "Ankara damadı" olmamız hasebiyle mutlaka uğruyor, kalıyordum. Ama şimdi Ankara'ya bir vazife dolayısıyla uğruyoruz, bir iki gün ancak kalıyoruz. Eski Ankara'yı koklayamıyorum. O yüzden de ne zaman fırsat bulursam Ankara'ya gittiğimde mutlaka ruhumu dinlendirecek mekân olarak Hacı Bayram'a çıkıyorum.
Sözgelimi bu sene Ramazan'da Millî Kütüphane'de iftardan sahura kadar program yapıyorlarmış. Sayın Genel Müdürümüz davet ettiler. Ben de Millî Kütüphane'de çok çalıştığım için, kütüphanenin hatırı olduğu için kalkıp gittim. Sabah da döneceğim ama hemen döneceğim, Hacı Bayram'a uğramadan olmaz dedim. Sağ olsun, lütfettiler. Gece saat 03.00-03.30 gibi Hazret'i ziyaret ettim. Kendimizi eski Ankara'ya ancak orada buluyoruz.
Bir de güzel bir şey olmuş, yani o etrafı yeniden dizayn edildi. İsmet Paşa düzene sokulmuş. Ben kendi arabamla gitsem park edecek yer bulamıyorum ama... Yani o kalabalıktan kurtarmışlar bir bakıma. O sakin bir şehir oluşmuş, yani orada bir güzel bir kampüs alan oluşmuş. O güzel, yani. Uzun vadede Ankara'yı, eski Ankara'yı korumaya bir sebebiyet vermiş, güzel bir gelişme. Keza Hamamönü'nün düzeltilmesi, cezaevinin bir müze hâline gelmesi sevindirici şeyler. Hep olumsuzlukları değil de olumlu tarafları da konuşmamız lâzım.
Bütün bunlara rağmen şunu söyleyeyim: Yani başka şehirlerle bir kıyas yaptığınızda Ankara'nın -bu kadar kalabalığına rağmen- yine de trafiği filan rahattır. İnsanları latîf ve nezaket sahibidir diye düşünüyorum. Eski Ankara daha nezaketliydi ama şimdi bilemiyorum ama öyledir diye tahmin ediyorum.
Şehirlerin insanları şekillendirdiği söylenir. Ankara'nın sizin üzerinizde nasıl bir etkisi oldu? Bilal Kemikli’nin üzerindeki Ankara'nın etkisiyle ilgili neler söylersiniz?
Eski terminali bilir misiniz? Şimdi yüksek binalar var. Ankara'ya indiğimde elimde büyük bir bavul ve bir yorganım vardı. Tıpkı 1970'li yıllardaki Yeşilçam filmleri var ya, İstanbul'a gelen taşralı bir insanın, bir işçinin, bir öğrencinin -her neyse- hikâyesinin bir benzeri benim başlangıcım. Yani bir şeyimiz yok. Yani elimizde bir çantamız, elbiselerimiz var ve bir yorganımız var. Yani yatacak bir yatak bulduk demek ki yorgana ihtiyaç var da, yorganı alıp götürüyorsun. O şekilde Ankara'ya varmıştım. Ankara, taşradan gelen, yorganıyla, çantasıyla gelen bir köy imamının oğlunu korudu.
O açıdan vefalıyım, vefa duyuyorum. O ne yaptı? Ben orada okudum, oranın havasından suyundan yararlandım, havasını teneffüs ettim, oralı bir hanımefendiyle evlendim, bir yuva kurdum, evim oldu filan. Yani beni maddî ve mânevî yönden yetiştirdi. Ama beni bu yetiştiren şey, biraz önce konuştuğumuz muhitlerdir.
Mihenk Noktası
Bu muhitlerde de mihenk noktası -Allah rahmet eylesin- rahmetli hocamdır, merhum Prof. Dr. Esad Coşan Hocam. Hocamla bir dönem komşuluk da yapma imkânımız oldu. Onun ve fakültedeki hocalarımızın telkinleri, arkadaşlarımız, çevremizin telkinleri, arayış içerisinde olan, kendini gerçekleştirme çabası içerisinde olan bir yolcuya yol haritası verdi. Yani illâ şunu yap, şöyle yap filandan ziyade, yol haritası verdi.
Mesela bu isimlerden birisini şimdi hatırlıyorum, yani yetişmemizde katkısı olan Nuri Pakdil ve Fethi Gemuhluoğlu tesirinde kalmış Hüseyin Ağabeyimiz vardı -Hüseyin Karakaya- Bilim Teknik dergisinin yazı işleri müdürüydü. TÜBİTAK Bilim Teknik Dergisi’nin. Bir gün bana dedi ki -ara ara böyle şey, Nuri Pakdil gibi spot cümleler söyler-: "Bilal," dedi, "Efendim," dedim, "Daktilon var mı?" dedi. "Yok, efendim," yok efendim nereden olsun, gariban bir adamız biz, yani okumak için zor uğraşıyoruz belki, otobüs bileti bulmak, almak için bile zorlaşıyoruz. Yani öyle kredilerle okuyan, çalışarak okuyan bir öğrenci. "Yok," dedim. "Yazılanları nerede yazıyorsun?" "Elimle yazıyorum." "Yazmayacaksın," dedi. "Yazar olmak," dedi, "daktilo sahibi olmaktır." Onun biraz böyle aykırı şeyleri de vardı. "Sen yazar olacağım diye hiç uğraşma git E-5'e uzan üzerinden tırlar geçsin..." dedi, "yani yaşamana gerek yok," dedi, yani şok bir şey... Ben E-5'e gidip üzerinden tırlar geçmesin diye ne yaptım biliyor musunuz? Daktilo alma imkânım yok ama ikinci el bir daktilo alabilirim. Hemen Samanpazarı'na gittim. O hafta sonu Samanpazarı'nda eski Olimpus marka daktilo buldum. Onunla çok şey yazdım. Benim yazmama sebep oldu. Bakın kişinin gelişmesine ne kadar katkı sağlıyor? Yani demek ki daktilo alabilirmişim, birinci elden alamasam da ama ikinci el alabilirmişim... Ben Samanpazarı'nı böylece keşfettim. Yani Samanpazarı fevkalâde önemlidir, Bit Pazarı. Zaman zaman uğrardım. Sonraki dönemlerde böyle antika merakı oluşmuştu. İlk evlendiğim dönemlerde memur olduk, biraz para kazanıyoruz ya. Mesela yine Samanpazarı'na gittim, oradan güzel bir masa almıştım. Şimdi eski Ankara mobilyasını ürünlerinde bulmanız çok zor. Bizim Ankara mobilyası çok güzeldir yani hatırlarsanız. Samanpazarı'na zaman zaman uğrardım. Kitap, bazen kitap düşer oraya, bazen antika bir şey düşer. Şimdi Hüseyin Karakaya sadece bana bir daktilo aldırmadı, Samanpazarı'nı keşfetmemi, böylece eskiyi, kadim olanı görmemi sağladı.
Zamanı planlamanın önemi
Bunun gibi, mesela bir başka isim, bir dönem Enerji Bakanlığı da yaptı; o dönemde TÜBİTAK Genel Başkan Yardımcısı'ydı. Genç, doktorasını yeni bitirmiş, dinamik bir insandı, hâlâ genç, maşallah: Dr. Hilmi Güler. Eskiden kartlar vardı ya, böyle zaman planlaması yapmak için... TÜBİTAK dergisi, bu Bilim Teknik dergisi, zaman konusu, zaman planlama ile ilgili bir yayın yaptı, bir dosya hazırladı. Türkiye Standartları Enstitüsü ile koordineli olarak yaptılar. Ben o sayıyı iyi hatırlıyorum çünkü iyi okudum. 'Zamanı nasıl planlayabiliriz?' gibi güzel bir şey. Bana bir gün dedi ki: 'Bak Bilal, sen devlet adamı olacaksın, ileride bilim adamı olacaksın. Zaman planlamasını öğrenmenin yollarından birisi,' dedi bana. Cebinden çıkardı. Hatırlarsanız böyle kartlar vardır: Şu saatte şunu yapacağım, bugün bunu yapacağım, yazar. “Hafıza-i beşer nisyan ile maluldür. İnsan unutur, yazarsan unutmazsın,' dedi. Ben hâlâ yazıyorum ve günlük yapacağım işleri yazıyorum. Haftalık, yıllık yapacağım işler benim defterimde yazılıdır. Her hafta 'Bu hafta ne yapacağım?'ı hafta başında yazarım, önümde durur. Odamıza ineriz, isterseniz bakabilirsiniz, gösterebilirim size. Bunu bana kazandıran Hilmi Güler'dir mesela. Şimdi bu insanlarla karşılaşmak, karşılaşmalarla siz kemale yürüyorsunuz. Yani 'kemale erdim' anlamında söylemiyorum. Mezun olduktan sonra biraz öğretmen olmak istemedim, yazmayı düşünüyordum. Yani öğretmen olacağım da bir dönem sonra, niye mastıra başlayayım, mastır yapayım ve iyi nitelikli yazmayı öğreneyim. Sistematik, sonra öğretmen olup işte bir kasaba öğretmeni olmak... Benim hayalim buydu. Ömer Seyfettin'in bıraktığı yerden ya da Kemalettin Tuğcu’nun bıraktığı yerden çocuk hikâyeleri, gençlere hikâyeler yazmaktı; hayalim buydu benim. Akademisyenlik falan yoktu yani. Köyde, efendim, köyde, kasabada dersimden çıkayım, oturup yazayım derdim, bu idi. O yüzden mastıra başladım ama burslar kesildi, iş aramaya başladım. İşte bir gazetede çalışacaktım, olmadı; öbüründe olacaktı, falan filan... Bir de dergi kurulmuştu, Yörünge diye bir dergi. Onun Ankara temsilciliği gündemdeydi mesela. Başka bir kişi oldu. Bir arkadaşımızın, evli bir arkadaşımızın ihtiyacı vardı. Ben işsiz kaldım. Simit alacak param da kalmadı yani. Kalacak yerim de yok... Böyle bir dönemde birden Lütfi Doğan hocam bana bir kapı açtı. Allah rahmet eylesin.
Hayata dokunan şahsiyetler
Mesela benim hayatıma dokunan önemli isimlerden birisi de Lütfi Doğan Hocam'dır. Bir dönem Diyanet İşleri Başkanlığı yaptı, senatörlük yaptı, milletvekilliği yaptı; çok latif bir insandı. Çok nazik, kibar. Kimsenin gönlünü, kalbini kırmaz, gönül alıcı konuşur, böyle bir insandı. Allah onunla buluşmamızı nasip eyledi. Buluştuk. İslâmî İlimler Araştırma ve Yayma Vakfı (İSİLAY) diye Balgat'ta hocam vakfın başkanı, bendeniz de vakfın müdürü olarak orada bir dönem çalıştım. Gündüz müdürlük yaptım, akşamleyin -böyle açılıp kapanan yataklar vardır-, orada yatardım ve derslerime çalışırdım. Master dersine... Gündüz vakıf işleri, gece ilimle, okumayla, ödevlerle meşgul olurdum. Bazen şiir yazdığım da olurdu. İşte sanat, hayatın her alanında…
Mesela hocam bana öyle şeyler öğretti ki... Söz gelimi hocamın öğrettiği şeylerden bir tanesini söyleyeyim; çok şey var da kitapta belki yazmışımdır. Kütüphane kuracağız yani İSİLAY'a, İstanbul'lara bakmak, kütüphane kuracağız. Kitapçılara gidiyoruz, kitap alıyoruz falan ama İş Bankası Mithatpaşa'daydı. Mithatpaşa'daki yeri siz iyi hatırlarsınız belki. Hâlâ duruyorsa sağdaydı, yani Kızılay'dan girdiğinizde sağda. Yani benim en çok uğradığım yerlerden birisiydi. Oradan İş Bankası'nın yayınlarından kitapları alalım diye girdik.
Bir hanımefendi, kızcağız, belli ki yeni üniversiteye gelmiş (Mülkiye'de okuduğunu sonradan öğrendik), bir kitap almak istiyor, Modern Türkiye'nin Doğuşu’nu sordu, kitap biraz pahalı geldi ona; talebe. Benim de talebelik dönemine benzer şeyler yaşadığımız için, muhafazakâr kafayı değiştirme açısından bunu da söylüyorum. Bu arada hocam sordu ona, tam kitapevinden çıkmadan önce: 'Evladım, öğrenci misiniz? Nerede öğrencisiniz?' falan. Mülkiye'de öğrenci olduğunu öğrenince, çıktı, bana döndü. Lütfi Doğan Hoca gayet nazik bir şekilde: 'Bilal Beyciğim, siz işte bak master yapıyorsunuz, hocası sayılırsınız; sizin üniversitenin talebesi... Bu kitabı o çocuk alamadı, senin alman lâzım,' dedi.
Baktım, hayata nasıl dokunuyorlar? Hanımefendi kızımızı çağırdım (belki bu konuşmayı biliyor mu, onu da bilmiyorum). Dedim ki: 'Bakabilir misiniz, hanımefendi?' 'buyurun,' dedi. 'O kitabı size hediye etsek olur mu?' dedim. Mahcup oldu... Yani 'Mahcup olmanıza gerek yok,' dedim. 'Ben Ankara Üniversitesi'nin elemanıyım, o kitabı size hediye etmek istiyorum.' Bana toplumun farklı bir kesimiyle buluşmayı sağladı.
İnsanlara giyimleri, kuşamları, bulundukları yer ile ilgili şimdi 'mahalle' kavramını kullanıyoruz, değil mi? Yani sosyolojik bir kavram hâline getirdi Şerif Mardin... Farklı mahallede olabilir, farklı takımı tutabilir ama insanî ilişkiler noktasında asgarî buluşmanın, halleşmenin ve onun yarasına merhem olmak için çaba sarf etmenin ne kadar önemli olduğunu, bu küçük dokunuşuyla hocam öğretti. Daha sonraki dönemlerdeki hayatımızda böyle devam etti. Benzeri pek çok anlatılacak hatıralar var ama her şeyi burada anlatmış olmayalım.
Büyük hocalar hocalıklarını sınıfın dışında da sürdürürler
Lisans talebesiyim, kitap almak gerçekten zor. 'Kitap hastası' birisi olarak söylüyorum bunu... Hastası tabirini kullanmak ne derece doğru, ayrı bir konu da, ben kullanıyorum kendim için. 'Kitap muhibbi' de diyebiliriz.
Efendim, rahmetli hocamın odasına giderdim. Her ay, her ay çıkan yeni bir kitap almıştır ya da ona getirmişlerdir. Bana o kitabı verirdi. Mesela Esad Coşan Hocam'dan söz ediyorum. Söz gelimi işte Ankara kitabı çıkmış. Bu kitapla ilgili vazifem ne? Vazifem, o kitabı okuyup özetini çıkarıp hocama vermek. Yani hocanın vakti olmuyor, bütün kitapları takip etmek istiyor falan. Kitap Haber dergisi yok o zaman. Sonra çıktı Kitap Haber dergisi, ben ilk sayılarında katkıda bulundum. Daha başka dergiler falan da çıktı. Yani çıkan her kitabı görmek istiyor.
Ben sanıyorum ki, 'Ya, ben bunları okuyorum, hocam da benim gözümle okuyor.' Sonradan anladım ki, ya hocam benim yazdığım karmaşık yazıdan bir şey yapacak değil, yani. Daktilom falan da yok. Ama şunu öğretiyor hocam: Yani kitabı yazmak için okumanın ne anlama geldiğini öğren, öğretiyor. Ve kitap tanıtım yazıları... Mesela ben bu vesileyle kitap tanıtım yazıları yazmayı itiyat edindim ve dergilerde görünmeye başladım. Hayat yolculuğunun bir döneminde, kitap tanıtım yazıları harçlık kazanmama, simit ve çay parası çıkarmama vesile olmuştur.
Şimdi bir büyük hocalığın özelliğidir bu. Büyük hocalar, hocalıklarını sınıfın dışında da sürdürürler ve vefatından sonra da sürdürürler. Diğer hocalarımızda da benzer pek çok hikâyelerimiz var. Dolayısıyla hatta güzel hocalarla, güzel insanlarla buluşmayı nasip eyledi. Niyetimiz Cahit Ağabey'di ama Cahit Ağabey'e kavuşamadık. Cahit Ağabey'in yoldaşlarıyla hemhâl olmak nasip oldu.
Son olarak şunu eklemek istiyorum. Şu bizim Ankara, bizim Ankara'dır. Başkalarının da Ankara’sı vardır. Herkes kendi Ankara’sına bakabilir. Benim Ankara'm, Sivas'tır, Bursa'dır. Yani bu pek değişmez. Şöyle diyeyim: Bize ait olan temel değerleri koruyan Ankara'yı seviyoruz.
- Geri
- Ana Sayfa
- Normal Görünüm
- © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.