- Hakkımızda
- TYB Ödülleri
- Genç Yazarlar Kurultayı
- Kitaplık
- Ahlâk Şûrası
- Yazar Okulu
- Mehmet Âkif Ersoy
- Türkçe Şûrası
- Milletlerarası Şehir Tarihi Yazarları Kongresi
- Yayınlar
- Söyleşi
- Şube Haberleri
- Salgın Edebiyatı
- Haberler
- Şiir Şölenleri
- Mesnevi Okumaları
- Kültür & Sanat Haberleri
- Kültür Kervanı
- Kırklar Meclisi
- Duyurular
- Biyografiler
06 Kasım 2025- İstanbul15°C▼
- Ankara6°C
- İzmir15°C
- Konya11°C
- Sakarya12°C
- Şanlıurfa14°C
- Trabzon15°C
- Gaziantep13°C
MUHSİN METE'DEN: GEZİ PARKI PROTESTOLARINA FARKLI BİR BAKIŞ
Mayıs ayı sonunda Taksim Gezi Parkı’nda başlayan ve kısa sürede yurdun pek çok yerine yayılan protestolar ve terörist eylemler üzerine pek çok yazı yazıldı, haber ve yorumlara konu oldu.

Bu yüzden “devrim kısa kaldı” diyenler oldu. Başbakan protestoları daha çok Güçlü Türkiye’yi istemeyen, hükümetinin halktan yana icraatından zarar gören iç ve dış mihraklar ekseninde gördü ve gösterdi. Yaptığı mitinglerle halka yaslanarak, ayağına takılmakta olan çelmeyi boşa çıkarmayı tercih etti.
Hilmi Yavuz bir yazısında, protestocuların taleplerinin, ‘hukuksal’ veya ‘sınıfsal’ olsalar da artık ‘kamusal’ olmadığının, ‘bireysel’ talepler olduğunun altını çizdi. Protestocuların, “kendi yaşam alanlarına, bireysel özgürlüklerine ilişkin talepler”de bulunduklarını işaret etti. Bu bakış açısını daha ileriye götürüp, sorunu postmodernizm bağlamında ele almak istiyorum. Böylelikle yeterince üzerinde durulmayan kültürel arka plana dair bazı tesbitlerde bulunmak amacındayım.
Protestocuların ‘profili’ne baktığımızda, daha çok bir gençlik hareketi hüviyetinde olduğu söylenebilir. Anne babalar tencere tava çalarak destek verseler de, sokakta, çadırlarda eylem yapanlar gençler oldu. “Gençler hangi itici güçle harekete geçmişlerdi “ diye sormamız gerekir. Cenab-ı Allah’ın iradesi dışında, hiçbir şey yoktan var edilemez. Bir potansiyel olmasa, hiçbir güç gençleri harekete geçiremezdi. Bu gençlerin çoğunun 11 yıllık iktidarın eğitiminden, kültür politikalarından nasiplenmiş olmaları beklenirdi. İktidarın eğitim ve kültür konusunda bir varlık ortaya koyamadığı hep söylenegelmiştir. Başbakanın “dindar gençlik” yetiştirme söylemi, kuvveden fiile çıkamamıştır. Zaten, bu konu kısa vadede halledilebilecek konu olmadığı gibi, devlet eliyle yapılması da tartışılır bir konudur.Günümüzde “buyurgan devlet” modelini savunmak kolay olmasa gerek.
Gençlik çoktandır formel eğitimden ziyade, informel eğitime açık görünmektedir. Entellektüel düzeyimizi yükseltenlerden Etyen Mahçupyan, ‘Duran adam’ ve ‘pısırıklar’ başlıklı yazısında bu durumu şöyle ifade ediyor:”Küreselleşme sayesinde artık eğitim sadece okullarda alınmıyor. İletişim ağları ile enformasyona ulaşma imkânı, öğretmenlerine oranla daha fazla, çeşitli bilgi cümlesini zihninde depolayan, ama gerçek bir öğretim perspektifinden geçmediği ölçüde de, bu bilgi cümleleri arasında sistematik anlamlandırma inşa edemeyen ve hatta bunu reddeden bir genç kuşak çıkmış durumda. Bu gençler sorumluluk almanın değil, sorumsuzluğu bir siyaset türü olarak önermenin peşindeler.” Gençlerin yetişmesinde elbette aile, okul ve sokağın bir rolü vardır. Bu rol giderek zayıflamakta, tarihî ve ahlâkî zemin kaybolmakta, bunun yerini küreselleşmenin tabii bir sonucu olarak başka iletişim ortamları almaktadır. Her açık toplum bu süreci yaşayacaktır. Geleneksel değerlerle çağdaş değerleri bağdaştıramayan toplumlar bu savrulmayı önleyemezler. Sosyal ve kültürel değişim kaçınılmaz olduğuna göre, ‘devam ederek değişmek’ formülünden başka bir çözüm görünmüyor. Bu konuda en temel hayat kaynağımız dinî değerlerimize dayalı millî kimliğimiz. Fakat biz biliyoruz ki, çağın ruhu bireyi baz alıyor ve ‘çağdaş birey’ olarak kendini görenler büyük ölçüde değerden yoksun, bir kimlik taşımayan, özgür ‘takılmayı’ hayat tarzı olarak seçen bir kitleyi oluşturuyor. Bu kitlenin sayısının az veya çok olması sorunun önemini azaltmıyor. Az da olsa, “birkaç çapulcu” olarak nitelesek de bir toplumsal olayın muharrik gücü olarak karşımıza çıkabiliyor. Her konuda olduğu gibi, bu konuda da kemiyetin değil, keyfiyetin peşinde olmalıyız.
Öncelikle adını koyalım, bu protestocu gençlik postmodern enformasyonun, bilgilenmenin ürünü. Bilgi kaynağı olarak kitle iletişim araçlarını, daha çok ta interneti, sanal olanı seçmiş durumda, oradan besleniyor. Bu yeni medyanın temel özelliği etkileşimli ve diğer iletişim araçlarından farklı olarak, kitle yerine bireyin tercihlerine açık olması. Bilgisayar ve telefon birleştirilerek, adına da ironik bir isimlendirmeyle akıllı cihazlar dendi. Merkezî olmayan, çok yönlü, disiplinler arası bir ortam geliştirildi. Cihazlar ‘tümleşik’ ve özel amaçlı oldu.Yeniden yapılandırılan iletişim politikaları daha liberal, demokratikleşme, özgürleşme aracı olarak nitelense de, bu küresel ‘ağ ‘a takılanların önemli bir kısmı,’hakikat’peşinde değiller. Nabi Avcı’nın, yaygın söyleyişle ‘kült’ olarak nitelenebilecek kitabı Enformatik Cehalet’e yakasını kaptırmış durumdalar. Kitap adındaki ‘cehalet’, düz anlamda cahili aşan bir gerçeklik. Kendi bağlamı doğrultusunda algılanmalı. Kimseyi suçlamak niyetinde değilim, olana bir düşünce sistematiği ile bakmaya ve onu anlamaya çalışıyorum.
Olayın ne idüğünü idrak edebilmek için postmodernizme biraz daha yakından bakalım. Postmodernizm kavram olarak modernizm sonrası ve ötesi anlamında kullanılmaktadır. Onu modernizmden farklı yeni bir düşünce sistematiği olarak görenler olduğu gibi,modernizmin son safhası, onun yeni bir aşaması olarak görenler de var. Kesin olan bir şey var ki; postmodern düşünce modernizmin temel kavramlarını tartışma konusu yapmış, hatta yok saymıştır.Yapı bozumdur söz konusu olan. Bu durum, “büyük anlatıların sonu” şeklinde nitelenmiştir. Bu temel kavramlar 19.Yüzyıldan bu yana Batı düşüncesinin, toplumsal projesinin omurgasını teşkil etmektedir. Bu kavramlara baktığımızda postmodernizmi modernizmin bir aşaması olarak görmek bir hayli zorlaşır. Tersine söz konusu olan aşama değil, iflasın ilanıdır. Reddedilen kavramlar; aydınlanma, idealizm, tarihselcilik, rasyonellik, evrensellik, hatta özgürlük. Teorik olarak tam anlamıyla bir düşünce devrimi. Modernizme ilk eleştirileri getiren Romantizm ve Marksizmle kıyaslanmayacak ölçüde köklü bir reddiye. Modernizm etiketi altındaki bilim, teknik ve sanat alanındaki gelişmelere de kuşkuyla bakılır oldu. Meselâ, modernitenin olmazsa olmazlarından pozitivizm de önemli ölçüde cazibesini yitirdi. Buna bağlı olarak Batı emperyalizminin bütün dünyada oluşturduğu kültür tekeli yara aldı.
Postmodernizm, bazılarımızın sandığı gibi modernizm fantezisi, çeşnisi türünden bir tasavvur değil. II.Dünya Savaşı’nın doğurduğu yalnız maddî yıkımların, yokoluşların değil, altüst olan ahlâkî değerlerin enkazından doğdu. Büyük ve sarsıcı bir hayal kırıklığının ürünüdür. Tüm evrensel söylemlerin geçerliliğini yitirdiği bir zaman diliminde tutunacak dal olarak neşvünema buldu. Modernizm gibi postmodernizmin de ana vatanı Fransa.1960’lı yıllardan itibaren teorik, felsefî tartışmalarla su yüzüne çıktı. Bu düşünceyi geliştirenler, sistematize edenler daha çok Fransız düşünce adamları. Birkaç isim sayalım:Jean-François Lyotard, Roland Barthes, Jean Baudrillard, Gilles Deleuze ve Jacques Derrida. Bunlar Batı düşünce tarihinde yabana atılır isimler değil. Bir de postmodernizme eleştiri getirenler, böylelikle aynı zamanda katkıda bulunanlar var. Bunlardan da birkaç isim vereyim:Anthony Giddens, Jürgen Habermas, Fredric Jameson, Terry Eagleton. Bunlar da önemli isimler ve bizim entelektüellerimizin sıkça atıfta bulunduğu düşünürler. Ayrıca, postmodernizm sadece bir düşünce sistematiği değil. Bir uygarlık tasavvuru, kültür ve sanatın bütün alanlarında söyleyecek sözü olan bir ‘paradigma’. Batı’nın silkinmesi, derlenip toparlanması için geliştirilen total bir reçete.
“Postmodernizm, modernizmden farklı olarak ne söylüyor” diye sorulabilir. Öyle büyük iddialarda bulunmuyor. Tersine, emperyal emellerin dünyanın hayrına olmayacağı tezini öne çıkarıyor gibi. Sonuçta,”güç neredeyse onun dediği olur”u değiştiremese de, bunun hakkaniyetli bir tutum olmadığını dillendirerek, tabir-i caizse bir vicdan muhasebesine davet ediyor. Postmodernist tezler olarak şunlar dile getiriliyor:
-Somut araçların yerini soyut imajlara bırakması,
-Tek tip fikirler yerine, çok yönlü, çoğulcu fikirlerin hâkim olması,
-Farklı kültürler, dinî inançlar ile azınlıkların aynı toplumda, kavgasız, tartışmasız, özgürce yaşamaları,
-Bütüncül tezler yerine, parçalı düşünme ve yaşama biçiminin önemi ,
-Modernizmin yok etmeye çalıştığı cemaat tipi birlikteliğe açık olması,
-Dinin pratiklerine karşı çıkılmaması,
-Anlaşılır, net olmaktan çok, karmaşık, silik, hatta anlaşılır olmamak gibi bir çaba içinde olunması ,
-Modernizmin kalkınmacı, ilerlemeci söylemine karşı bigâne bir tutum içinde olma,
-Bütünselliği devre dışı bırakarak, ‘hem o, hem bu’ diyebilme,
-Şimdinin karşısına geçmiş, gelenek çıkartılırken, avantgard yerine kitsch’in önemsenmesi,
-Belirsizlik, parçalanma, kural dışılık, ironi, ‘ben’in yitimi, melezleşme, katılma, karnavallaşma, metinsellik, ‘her şey gider’ kabullerinin öne çıkarılması.

Postmodernizmin çarpıcı bir sloganı da var:”Şimdi ve burada!” Beklemeye tahammülü olmayan, aceleci bir söylem.
Bu büyük fotoğrafı konumuz açısından mercek altına aldığımızda, protestoların ne idüğünü anlamamız daha kolay olacaktır. Başta edebiyat olmak üzere, pek çok alanda karşı karşıya olduğumuz bu yeni davranış, tutum alış modeli masum görülüp sorgulanmazken, şimdi toplumsal olaylara evrilince, adı konmadan sorgulanır oldu. Postmodernizmin baba isimlerinden Lyotard’ın ifadesiyle, fark etsek de, fark etmesek de, “postmodern durum”la yüz yüze geldik.
Protestoların altında yatan güdü’yü kavrayabilmek için, meselenin iletişim boyutuna vurgu yapmak gerekiyor. Kapitalizmin ürünü yeni toplumun şekillenmesinde üretim ilişkilerinin yanı sıra, en belirleyici faktör kitle iletişim araçları oldu. Bunlar üzerinden birey ve toplum bir kalıba döküldü. Formel eğitim; bırakın eğitimi, öğretimde bile bu araçların gerisinde kaldı. Bilgilenme başıboş bir seyir takip eder oldu. Kullanıcı açısından son derece pratik internet teknolojisi ile küresel sisteme entegre olunarak, özellikle kültürel bakımdan yüzer-gezer bir algı mekanizması geçerli hâle geldi.
Bu sisteme dahil olanlar, postmodernist bir nitelemeyle, âdeta bir cemaat oluşturmaktalar. Kavram olarak cemaat’in dinle bağı kurulurken, garip bir şekilde, sanal ortamdaki cemaatleşme din üzerinden değil,parçalanmış, ‘kolaj’la bir araya getirilmiş kültürel unsurlar üzerinden olmakta. İnternet üzerinden sosyal hayat yeniden biçimlendirilir ve anlamlandırılırken ahlâkî bir endişeye yer verilmediği açıkça anlaşılıyor. İnternet kullanımında hükümferma olan bu başıboşluk, uluslar arası sistemin garantisi altında, demokratik hak kapsamına alınarak, dokunulamaz bir alana dönüştürüldü. Burada yapılacak bir sınırlama, kısıtlama, özgürlüklerin olmadığı bir ülke yaftasını yapıştırma ile karşı karşıya kalmayı doğurdu. Büyük bir esneklikle ve ironik bir dille kullanılan bu silahla toplumun çimentosu durumundaki değerler hedef alındı.
Kendi değerlerine yabancılaşmış, yerlilik gibi bir meselesi olmayanlar hem tarihî, hem de güncel konulara belli bir tutarlılıkla yorum getiremezler. Daha kötüsü, evrene, topluma, insana karşı bütünsel bir bakış geliştiremezler. Bu bakımdan, çağdaş iletişim teknolojileriyle, özellikle de internetle hâlhamur olmamız, âdeta bir yıkım, bir zihnen çöküş olarak da görülebilir. Paramparça bir algımız, idrakimiz var artık. Bu algı ve idrak üzerinden, birilerinin iletişim ortamının tabiatına uygun projeleri gerçekleştirmesi zor olmasa gerek.
Meseleyi makro plandan, mikro plana, yani Türkiye gerçekliğine, hatta Gezi Parkı protestoları özeline indirgememiz gerekiyor. Aslında yukarıda yazılanlar bu özeli vasfediyor. Bu topraktan bu üründen başkası çıkmaz diyebiliriz. 24 Haziran’da Star gazetesinde yayımlanan, Fadime Özkan’ın has aydınlarımızdan Prof.Süleyman Seyfi Öğün’le yaptığı röportajda, Öğün konumuzla ilgili önemli tesbitlerde bulunuyor.
.”Derin pozitivizm aşağıdan gidiyor ve bütün siyasal eğilimleri kuşatıyor.”
.(Protestolar)”İnsanların maddî çevreleri ile ruhsal durumları, dış gerçekleri ile iç gerçekleri arasındaki çelişkiyi ortaya çıkardı.”
.”İçeriğe dair derin düşünüş gelenekleri zayıfladı. Hız kesmeden, içinde her şeyin alenileştiği ve hoyrat görsel yargılamalara açıldığı bir tüketim kapitalizmi gelişiyor.”
.”Dünyanın epistemolojisi online sistemine girdiği andan itibaren çocuğun egemenlik alanına girilmiş oldu. (…) Siber âlemde bu yeni dünyaya ilişkin toplumsallaşmalar onlar için yeni bir pencere açıyor.”
İnternet teknolojisi özellikle gençlerin önüne evet yeni bir pencere açtı. Sanal da olsa sosyalleşme ve etkileşimi arttırdı. Ama bu makine üzerinden oldu, dolayısıyla ruhu yok. Bu yüzden olsa gerek, sanal âlem gençliği, sanki mutsuz ve yalnız. İnternet onlar için âdeta katharsis görevi görüyor. Belli merkezlere bağlı küresel iletişim ağının kurbanı olmaya adaylar.
Katharsis terimi, ömrünün büyük bir kısmını kör olarak geçiren usta yazar Borges’in bir sözünü hatırlattı. Diyor ki:”Körlüğün bir bakıma arındırıcı bir etkisi olduğunu söyleyebilirim. Kişiyi görsel teferruattan kurtarıyor.”
“Görsel teferruat” uyarıcı bir niteleme. Neyleyelim ki, bu teferruat esas olmuş durumda. Onun üzerinden gençlerimiz hayata tutunmaya çalışıyor. Sözü Öğün’le yapılan röportajdan bir alıntıyla daha bağlayalım:
“Bu networkler sonuç olarak bütün o bireyselleşmiş, yabancılaşmış, yalnızlaşmış insanları sanal cennetlere taşıyor. Gezi Parkı’ndaki o marjinalizm cümbüşü bunun açığa çıkma hâlidir.”
Not:Bu yazının yazılmasına, Murat Erol’un Hece Edebiyat dergisinin Kasım 2012 sayısında yayımlanan, Postmodern Parçalanmaya Karşı Bütünsellik, Tutarlılık ve Yerlilik yazısı işaret fişeği olmuş, yazıdan sınırlı da olsa bazı alıntılar yapılmıştır.
Kaynak: sondevir.com, 31.07.2013.
-
- Geri
- Ana Sayfa
- Normal Görünüm
- © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.