05 Kasım 2025
  • İstanbul16°C
  • Ankara5°C
  • İzmir15°C
  • Konya8°C
  • Sakarya11°C
  • Şanlıurfa16°C
  • Trabzon16°C
  • Gaziantep12°C

MUHSİN METE'DEN: MAVERAÜNNEHİR DEFTERLERİ

Maveraünnehir Defterleri Hece Yayınları’ndan Eylül 2013’te çıkan Gezi-Anlatı türünde bir kitap. Yazarı Muharrem Sevil TRT’de hazırladığı özgün belgeselleriyle tanıdığımız bir isim.

Muhsin Mete'den: Maveraünnehir  Defterleri

Bölge, Müslümanlığımız ve medeniyetimiz bakımından da son derece önemli. Türklerin iki bin yıldan fazla, Mete Han zamanından beri meskûn olduğu Maveraünnehir’de islâmlaşma 667’de el-Hakem Ömer el-Gıfarî  komutasındaki ordu ile başlamış. Bölgenin tam olarak Müslümanların hâkimiyetine girmesi Halife Kuteybe bin Müslim’in gerçekleştirdiği seferlerle sağlanmış. Orta Çağ’da islâm medeniyetinin kalbi bu bölge, özellikle de Semerkand ve Buhara şehirleri olmuş. Türklerin din anlayışı büyük ölçüde buralarda şekillenmiş, bu bölgedeki ulu hocaların ışığı islâm coğrafyasına yayılmış.

Maveraünnehir Defterleri’nin içeriğine girmeden önce birkaç söz de biçimine dair edeyim. Biçim olarak Hece Yayınları’ın en güzel kitaplarından. Kapaktaki bir Özbek ressama ait “Dem Alan Derviş” isimli resim, sayfa tasarımı, konuyla ilgili fotoğraflar, âdeta tashihsiz bir metin kitabın değerine değer katıyor.  “Her güzelin bir kusuru bulunur” kavlince, arka kapakta doğru olarak Gezi-Anlatı ibaresine yer verilmişken, künyede yanlış olarak Öykü yazılmasaydı şüphesiz daha güzel olurdu.

Muharrem Sevil, iki yılı aşkın bir süre, TRT Bürosu’nun yöneticisi olarak Taşkent’te bulundu. Maveraünnehir Defterleri , Bir Yolcunun Hatırladıkları başlığı altında burada, yazarın ifadesiyle, ”tarihçilerin yeri göğü sarsan adam diye tanımladıkları Emir Timur’un ülkesinde”yazıldı ve böylelikle iç sayfada zikredildiği üzere, “…başlangıcı ve sonu olan zamana tanıklık” edildi. Bu tanıklığın ne idüğü kitabın içeriğini ortaya koymaktadır. Öncelikle; medeniyet,kültür ve tarihi temel alan bir bakış açısı ile içinde bulunulan zaman ve mekân algılanmaya çalışılmış.Bunu yaparken bir taraftan gündelik yaşantının getirdiği gözlemler kayıt altına alınırken, diğer taraftan bölge ile ilgili yazılanların tanıklığına başvurarak tarihî bir perspektif yakalama çabası içinde olunmuş. Bir ülkeyi, toplumu anlama ancak bu yolla mümkün olabilir. Kitapta dikkat çeken bir başka husus ta, içinde bulunulan toplumu ayakta tutan temel dinamikleri, insan davranışlarına etki eden faktörleri anlama ve yorumlama çabasının öne çıkması. SSCB  dağıldıktan sonra, sözde de olsa bağımsızlık kazanan bütün eski Birlik üyesi ülkelerde olduğu gibi, kendilerine tarihin derinliklerinden efsanevî  bir yol atası bulma ve ondan ilham alarak derlenip toparlanma, Özbek toplumunda karşımıza Emir Timur’u çıkarmaktadır. Timur, âdeta bir ‘laytmotif’ olarak kitapta sıkça karşımıza çıkmaktadır. Bu hâl, mit’lerin bir toplumun ruhunun oluşmasındaki önemini idrak etmenin yanı sıra, sosyolojik ve psikolojik çözümlemelerde bulunmada bir tutamak olmaktadır.

Siyaset, devlet yönetimi söz konusu olduğunda Emir Timur boy gösterirken, bu toprakların ruh iklimine, gönül dünyasına kapı açıldıkta karşımıza isimlerini, eserlerini, dünyevî  maceralarını az çok bildiğimiz ulu kişiler çıkmaktadır. Farabî,İbn Sina,Ali Şir Nevaî,Uluğ Bey,İmam  Maturidî,İmam Tirmizî,Kadızâde-i Rumî,Harezmî,Birunî,Ahmed Yesevî,Dede Korkut,Bahaeddin Nakşibend,İmam Buharî,Yusuf Hemedanî  gibi. Asırlardır uzun gölgeleri bu topraklardan yeryüzüne dağılan ulu şahsiyetler kitapta  ruh mimarları olarak yerlerini almaktadırlar.

Bu bağlamda bir alıntı:                                                                             

“Buhara’nın ve tüm dünyanın direklerinden üstad-ı azam Bahaeddin Nakşibend’e sorarlar:                                                                        

Efendim nesebiniz nereye varır? Diye. O da,                                                                                                                           Evladım, kimse nesebi ile bir yere varmaz, buyurur.”

Takdir edersiniz ki, bir entelektüel  duygu, düşünce, tasavvur, hatta hayal dünyası bakımından içinde bulunduğu coğrafya ile sınırlanamaz. Bedeniyle Taşkent’te dolaşırken, ruhuyla bütün bir yeryüzünü kucaklar. Hele gurbet duygusunun onulmazlığı, daüssıla özlemi ona, kitapta atıfta bulunulduğu üzre “göçtü kervan kaldık dağlar başında” ilâhisini söyletip durur. Bundandır ki, her bölüm kutlu, gezgin dervişimiz Yunus Emre’den bir beyitle taçlandırılmıştır.

Maveraünnehir Defterleri’ni takdim ederken, iki nehrin arasında kalan bölgeden söz etmiştim. Aslında ‘maveraünnehir’ nehrin ötesi, ardı anlamına gelmektedir.Nitekim, Divan-ı Lugati’t-Türk’te kelime anlamı Çay Ardı olarak verilmektedir. Kitapta neredeyse iki nehrin arası kadar ötesi de yer almaktadır. ABD’nin Orta Doğu operasyonlarından Arap Baharı’na, Özbekler Tekkesi, Ahmed Yesevî  Türbesi, Rus Ortodoks Kilisesi’nden Babür,Celaleddin Harzemşah,Enver Paşa,Cengiz Aytmatov’a, Endülüs, Tahran,Afganistan,Herat,Ürgenç,Hive’den kent,zaman,Pazar,kadınlar,giyim-kuşama  kadar. Yazar bedenen ve zihnen ulaşabildiği her yer ve olayla ilgili bilgi ve yorumlarla kitabı son derece zenginleştirmiş. Bu arada ilginç bilgiler de veriliyor. Dostoyevski’nin Ortodoksluk Davası için İstanbul’u fethetme hayalleri kurduğunu biliyor muydunuz?Çok önemsediğimiz ünlü yazar bakın neler  yazmış:                                  

“İstanbul bizim olmalıdır, evet, İstanbul Ruslar tarafından fethedilecektir. Türklerden bize sonsuza dek geçecektir. Kısacası, sadece bize ait olmalıdır. Sahip olduktan sonra biz bu kente Slavları ve sonra kimi istiyorsak onları sokacağız.”

Maveraünnehir Defterleri sadece verdiği bilgiler ve yapılan yorumlarıyla değil, dil ve anlatım olarak da önemli bir eser. Sanatkârane bir üslûp kitabın zevkle okunmasını sağlarken,bilhassa eski metinlere aşina olanların hoşlanacağı yer yer kıssa söylemi de dikkat çekiyor. Lüzumsuz bilgilere, fazla söze yer verilmiyor. Bize bir coğrafyadan kalkarak medeniyetimizin ipuçlarını, tutamaklarını veriyor, sırlarına kapı aralıyor. Yazıyı bu güzel kitabın son sözleri ile bitirelim:

“Yolda olmak, başladığımız noktaya er ya da geç dönmek değil midir? Kavmin dillerinden düşürmedikleri, sefer der vatan cümlesi ilk ve son vatanı hatırlatmaz mı hepimize? Onun için, vakit daralmadan, dar-ı dünyadan ayrılırken bizi de; onların yüzlerinde secde izleri vardır dediklerinden eyle inşaallah. Ve bizi senden uzaklaştırma ki; öyle uzaklaşırlar ki dönmeye ne güçleri kalır, ne de imkânları sözü bizim üzerimizde kalmasın. Onun için; ne olur, Sen unutturma varlığını bize. Unutturma ki, biz de, bize verdiğin haddin nerede başlayıp, nerede bittiğini unutmayalım. Unutmayalım ki, dar’l-hayevanda “günaydın yeryüzünün yüz akı Müslümanlar” hitabına mazhar olabilelim.                                                                                  

Âmin.”

Karabatak,Ocak-Şubat 2014

DÜZELTME VE ÖZÜR

Kurgan dergisinin Kasım-Aralık 2013 sayısında yayımlanan “Öykü Yıllığı-2013” başlıklı yazım, TYB Sitesi’ne de alınmıştı. Yazımda maalesef düzeltmeyi gerektirecek bazı hususlar bulunmaktadır. Bunları şöyle sıralayabiliriz:

. Yunus Nadir Eraslan’ın soyadı  yazının bir yerinde “Erasan” olarak yazıldı. Düzeltir, kendisinden özür dilerim. Uzun yazıdaki tek tashih bu tek harf eksiği ile yazılmış soyadı oldu.

. Beni en fazla üzen Osman Koca’ya malederek alıntıladığım ve eleştirdiğim  şu cümleler oldu:                                                                            

“Biz konuşurken sarhoştan biri arnavut kaldırımlı bir yokuş inerdi sözcüklerimizde.”                                                                                        

“Üstünü örtüp çıkmadan önce paravanın ardında soyunurdum. Gelip yatağa uzanır gizlice erkek olurdum yanında.”                                                                                                                                                                                                       

Bu alıntılar Osman Koca’nın öyküsü Çöpür’den yapıldığı belirtilmişse de, Pervin Buzluk’un Sekizli’ye Hediye adlı öyküsünden yapıldı. Her iki öykücümüzden özür dilerim.                                                                                                                              

Pervin Buzluk’tan ayrıca bir özürüm de öyküsünün adını Çerağ  olarak belirtmemden. Bu öykü Serdar Koç’a ait. Serdar Koç’tan da bu yanlışlıktan ötürü özür dilerim.

Hep başkalarının yazılarını düzeltmiş birinin bunca sakarlığı âdeta ‘eden bulur’ dedirten türden. Muhtemeldir ki, Rize’de okunan Yıllık, alınan notlar, aradan zaman geçip Ankara’da tamamlanan yazı, hem konudan kopmayı, hem de notların karışmasını doğurmuş. Hatanın mazereti olmaz, olsa olsa ders alınır. İnşaallah bu talihsizlik daha dikkatli olmaya vesile olur.

 

17.01.2014

Yorumlar
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.