- Hakkımızda
- TYB Ödülleri
- Genç Yazarlar Kurultayı
- Kitaplık
- Ahlâk Şûrası
- Yazar Okulu
- Mehmet Âkif Ersoy
- Türkçe Şûrası
- Milletlerarası Şehir Tarihi Yazarları Kongresi
- Yayınlar
- Söyleşi
- Şube Haberleri
- Salgın Edebiyatı
- Haberler
- Şiir Şölenleri
- Mesnevi Okumaları
- Kültür & Sanat Haberleri
- Kültür Kervanı
- Kırklar Meclisi
- Duyurular
- Biyografiler

- İstanbul16°C▼
- Ankara11°C
- İzmir16°C
- Konya9°C
- Sakarya14°C
- Şanlıurfa19°C
- Trabzon16°C
- Gaziantep16°C
MÜZİKTE DOĞU İLE BATIYI ‘BARIŞTIRAN’ ADAM

Fahri TUNA
06 Şubat 2015 Cuma 10:04
Haza müzisyen. Yok yok müzikolog.
Ailemizin müzisyeni.
Ailemizin sarı çizmeli müzisyeni.
Müziğe “barış”ı getiren adam.
Barış Çelebi.
Bir kış günü doğdu (2 ocak), ülkesine bahar havası estirip, yine bir kış günü (1 şubat) ayrıldı gitti aramızdan, adı ve eserleri kaldı yadigar.
Balkanlar’ın elimizden çıkmasıyla 1912’de Selanik’ten İstanbul’a göçmek zorunda kalan Mehmet Abdi Bey’in oğlu sanayici İsmail Hakkı Manço’nun, ses sanatçısı Rikkat Yanık’tan olma dört çocuğunun ikincisi. O Rikkat Hanım ki, Zeki Müren’in bile müzik dersi aldığı büyük bir otoriteydi. Anadan babadan Kadıköy Modalı. Ağabeyinin adı Savaş’tı. İkinci Dünya Savaşı’nın en vahşi, en zor, en çaresiz günlerinde doğduğunda (1943), barışa olan özlemden olmalı, adını Mehmet Barış koydular.
Müziğin hem genetiğini hem eğitimini annesinden aldı elbet. Sonra orta birden itibaren Galatasaray Lisesi günleri. Ve inanmayacaksınız, biliyorum; ama maalesef doğru; ortaokulda müzikten bir sene ikmale kalış… Kendi kendine gitar çalmayı öğreniyor, anneden de piyano. İlk sahne, kafa denk arkadaşlarıyla ilk grup: Kafadarlar… Lise ikide babasının vefatı, Şişli Terakki’den diploma. Sonra tutma beni Belçika; Kraliyet Güzel Sanatlar Akademisi grafik ve iç mimari bölümünden birincilik, madalyalı bir diploma. Belçika, Fransa, Almanya; garsonluk, araba yıkamacılığı… ileri yaşlarındaki otomobil koleksiyonerliğinde o günlerin izleri olmalı!
Yirmi dört yaşında Türkiye’ye döndüğünde radyo televizyon dünyası onu Fransız sandı. Zaman gösterecekti ki, onun en Fransız olmadığı konu Türk müziği ve Türk şiiridir.
Kaygısız, dertsiz, tasasız, kasavetsiz adamdı: Yurduna döndükten sonra Mazhar Alanson ve Fuat Güner’le birlikte kurduğu grubun adını tahmin edin; bilemediniz, söyleyeyim: ‘Kaygısızlar.’ Ama onu hafızalarımıza kazıyan grubunun adı ise ‘Kurtalan Ekspres’tir; ilk iki plağı ise ‘Gamzedeyim’ ve ‘Ölüm Allah’ın Emri.’
Sonrasını herkes biliyor; anlatmaya ne hâcet!
Elbette o Batılı biriydi, elbette o Batı müziğini temsil ediyordu, elbette o Batının enstrümanlarıyla çalıp söylüyordu; itirazımız yok, amenna! Amma, gel velâkin… daha ilk iki plağı bile onun felsefesini ele veriyor sanıyorum: Doğu-Batı sentezi; ister adına Türk Hafif Batı Müziği deyin, ister Aranjman, ister Rock. “Yeni” ile “eski”yi, ‘Doğu’ ile ‘Batı’yı, ‘Anadolu’ ile ‘Avrupa’yı barıştıran adamdı Barış. Barıştıran, birleştiren ve kaynaştıran... Zira o, “doğunun en batılısı”ydı. Batının da en doğulusu. Çocuklarının adları bile bunu kanıtıdır: Doğukan, Batıkan.
Kısacası onun müziğine verilebilecek en uygun tanım Anadolu Rock olmalıdır.
1923’ten bu yana yüzünü Batı’ya çeviren Türk toplumuna, “bu işin nasıl olması gerektiği”nin örneğini gösterdi: Köklerinden kopmadan dünyaya açılmak!..
Türkiye’de çok sesli müziği halka sevdiren ilk müzisyen odur; Anadolu motifleriyle çok sesli müzikten bir gerdanlık üretti. Yedi yaşındaki torunla yetmiş beşlik dedeyi aynı şarkıda, aynı duyguda, aynı programda buluşturan adamdı Barış Manço.
Önce Türkiye’yi gezdirdi bize il il; Kastamonu’yu onunla sevdik, Adapazarı’nın ıslama köftesi, Urfa’nın şıllık tatlısı onunla lezzetlendi, Kapadokya onunla zenginleşti. Ardından Evliya Çelebi oldu; dünyayı getirdi evimize; sanki gezen, gezdiren, konuşan o değil “biz”dik:
“Halil İbrahim Sofrası”nda “Domates Biber Patlıcan” yedik; karnımızı doyurduk ya “Kara Sevda”lıydık ayakları “Hal Hal”lı “Gülpembe”ye, ama babası “Sarı Çizmeli Mehmet Ağa” kızını vermiyordu bir türlü; “Aynalı Kemer”imizi kuşandık, “Kol Düğmeleri”mizi ilikledik; “Arkadaşımız Eşek’ de yanımızda, yola revan olduk; az gittik uz gittik, “Dağlar Dağlar”ı aşıp, dayandık babasının kapısına, “Can bedenden çıkmayınca bu kızdan vaz geçmem” diye tutturduk da, ama Sarı Çizmeli “İşte hendek işte deve” diye tersleyince, mahallenin çocukları da ona “a-yı, a-yı” diye tempo tutup “el salla” dılar.
İçkisi, sigarası, gece hayatı yoktu.
Hızlı konuşurdu; çok ürettiği ve çok şeyler üretmek istediğinden...
Cumhurbaşkanlığına göz koymuştu; çok da yakışacağı tartışılmazdı.
Antika tutkunuydu; ardından bıraktığı eserleri birer antika değerinde zaten.
Türk milleti parmakları yüzüklü, beli madalyonlu erkeklerden hoşlanmaz pek. Uzun saçlı, sarkık bıyıklılardan hoşlanmadığı gibi. Ama Barış Manço’yu sevdi.
O bir Dadaloğlu, Pir Sultan Abdal değildi elbet. O bir Aşık Veysel, Aşık Mahsuni Şerif, Abdurrahim Karakoç değildi elbet. Ama o bir tarafıyla Yunus Emre’ydi artık, diğer tarafıyla Neşet Ertaş; bir yönüyle Tarkan’dı, diğer yönüyle Kara Murat; onun ‘özü, sözü, sesi’ bizimdi, bizdendi, bizimleydi; gönüllerimizde bu nedenle taht kurmuştu.
Sözleri ve müziği ona ait şu şarkı, onun çağdaş Yunus Emre’liğinin bir kanıtı sayılmalıdır:
Yaz dostum yoksul görsen besle kaymak bal ile
Yaz dostum garipleri giydir ipek şal ile
Yaz dostum öksüz görsen sar kanadın kolunu
Yaz dostum kimse göçmez bu dünyadan mal ile
Yaz tahtaya bir daha tut defteri kitabı
Sarı çizmeli Mehmet ağa bir gün öder hesabı
Bu toprağın sesi, sözü, güftesi, bestesiydi.
Cumhuriyet tarihimizin en görkemli sanatçı cenazesi onunkiydi; ardından yüz binler yürüdü; “ne hâlde yaşarsak öyle ölürüz” ya, ardında tekbir, karanfil ve alkış iç içeydiler.
Bizim iller sensiz kaldı Barış...
- Geri
- Ana Sayfa
- Normal Görünüm
- © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.