- Hakkımızda
- TYB Ödülleri
- Genç Yazarlar Kurultayı
- Kitaplık
- Ahlâk Şûrası
- Yazar Okulu
- Mehmet Âkif Ersoy
- Türkçe Şûrası
- Milletlerarası Şehir Tarihi Yazarları Kongresi
- Yayınlar
- Söyleşi
- Şube Haberleri
- Salgın Edebiyatı
- Haberler
- Şiir Şölenleri
- Mesnevi Okumaları
- Kültür & Sanat Haberleri
- Kültür Kervanı
- Kırklar Meclisi
- Duyurular
- Biyografiler
09 Kasım 2025- İstanbul16°C▼
- Ankara6°C
- İzmir14°C
- Konya7°C
- Sakarya12°C
- Şanlıurfa17°C
- Trabzon16°C
- Gaziantep14°C
ÖMER LEKESİZ'DEN: DAĞLAR İLE TAŞLAR İLE
"İki yanlış bir doğru etmez" başlıklı yazımda, Mustafa Kutlu'dan resim üzerine konuşma izni aldığımdan ama onu henüz değerlendiremediğimden yakınmıştım.

çünkü Hz. Ömer, Peygamber sevgisinde kaybolduktan sonra ancak bize ulaşan tüm vasıflarıyla, kimliğiyle var olabilirdi. İşte biz musikiyi, resmi, bu yok oluş ve var oluş dediğimiz iki yüksek değerin tezahüründe "ölerek ve olarak" yapıyoruz, Mevlana şiirini buradan yazıyor, Yunus Emre'nin "Dağlar ile taşlar ile / Çağırayım Mevlam seni" demesi de bundandır.
Yunus'un şiirini bilirsiniz; sözlerinin tümünü bilmiyorsanız bile onu Hicaz ilahi olarak birçok defa dinlediğiniz için içeriğine aşinasınızdır.
Bu şiirinde Yunus Emre, Mevlasını ilkin dağlar, taşlar, kuşlar, balıklar, ahular, abdallar, asalar, Hz. İsa,Hz. Musa, Hz. Eyüb, Hz. Yakup ve Hz. Muhammed (sav) peygamberler ile birlikte zikretmeyi diler.
İkinci aşamada dünyanın geçiciliğini müdrik olarak, bu hallerine ilişkin dedikoduyu terk edip, onunla kazanılan imkanlardan da soyunmuş olarak çağırmak ister Mevlasını.
Üçüncü aşamada O'nun varlığının okunmasına mahsus tüm dilleri kuşanmakla, kuşların terennüm ettikleri tüm sesleri içselleştirmekle, Hakkı sevmeleriyle Halk olanlara katılmakla yine Mevlasını anmaya talip olur.
Yunus'un talebindeki birinci aşama idraki, ikinci aşama fenayı, üçüncü aşama ise kendi varlığıyla murat edilen varlığa kavuşmayı temsil eder. Kişi, fenadan sonradır ki ancak kendileştirdiği dil ve ses ile alemin orkestrasyonuna (görünen alemdeki her şey anlamında Halka) katılmak suretiyle kendi nefesini bilsin; elbette kendi nefesini bilmekle de sonuçta Rabbini bilsin.
İdrak, fena ve kendini bilmenin sıkıca bağlı olduğu zikretme (çağırma) eylemini, –sanat planından baktığımızda– salt bir inişten / inzalden ibaret olmayıp, inişe karşı yükseltme, gelenden dolayı gönderenine teşekkür etme, O'nun her an yaratmasına (Rahman Suresi, 29) muhatap olarak, O'nun fiiline, kendi fiiliyle karşılık verme şeklinde anlamak durumundayız.
Bu yanıyla sufi sanatının "Allah'tan (ilham olarak) aldığını iletme" şeklindeki klasikleşmiş yanlış yorumunu "Allah'tan aldığını Allah'a bildirme" şekilde tashih etmeliyiz ve Allah'ın kuluna mahsus bilgiyi ayn-ı sabite'sinden bilmesiyle birlikte, kulun verdiği bilgiyle de bilmesinden hareketle sanatı genel manada "kulun kedilik (nefs / nefes) bilgisini Allah'a bildirmesi" olarak tanımlamalıyız. Tıpkı birinin Kelime-i tevhid / Kelime-i şahadet yoluyla mümin ve Müslüman olduğunu halka (ve elbette Hakka) bildirmesindeki gibi.
Son tahlilde Kutlu'nun "ahenge iştirak" dediği şeyi, Allah'ın her an yaratışını bilmek ve bunu bilmenin bilinciyle bildiğini Allah'a (Halık'ın fiiline mahlukun fiili –sanatı– olarak) bildirmek şeklinde yorumlamalıyız.
Kutlu'nun sanatla ilgili diğer düşüncelerini tamamlanmış bir çerçeve halinde henüz vermediğimden, bu ilk yorumumda kimi eksikliklere (hatta aşırılıklara) hükmedilebilir. Zikredenin zikrini anlamaktan ve anlatmaktan başka bir işimiz olmadığına göre bu bahse fırsat buldukça döneriz inşallah.
14.01.2012 Yeni Şafak
- Geri
- Ana Sayfa
- Normal Görünüm
- © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.