- Hakkımızda
- TYB Ödülleri
- Genç Yazarlar Kurultayı
- Kitaplık
- Ahlâk Şûrası
- Yazar Okulu
- Mehmet Âkif Ersoy
- Türkçe Şûrası
- Milletlerarası Şehir Tarihi Yazarları Kongresi
- Yayınlar
- Söyleşi
- Şube Haberleri
- Salgın Edebiyatı
- Haberler
- Şiir Şölenleri
- Mesnevi Okumaları
- Kültür & Sanat Haberleri
- Kültür Kervanı
- Kırklar Meclisi
- Duyurular
- Biyografiler
PROF. DR. FATİH ARSLAN: BİR CEMİYET MİSTİĞİ: MEHMET ÂKİF
Acaba Âkif, İstiklâl Marşı’nı yazmasa Türk edebiyatının bir artı değeri olabilir miydi? Ya da sadece İstiklâl Marşı’nı yazsa başka hiçbir şey yazmasa değerinden bir şey kaybeder miydi?
06 Ekim 2021 Çarşamba 10:49
Girizgâh
Şairlerin hayata dairliklerini parantez içine aldığımızda eser hakkında daha genel yargılarda bulunabiliriz. Aynı şey Âkif için de geçerlidir. Acaba Âkif, İstiklâl Marşı’nı yazmasa Türk edebiyatının bir artı değeri olabilir miydi? Ya da sadece İstiklâl Marşı’nı yazsa başka hiçbir şey yazmasa değerinden bir şey kaybeder miydi? Aslında her iki sorunun da cevabı aynı. O halde Mehmet Âkif’te farklı bir taraf var. Aslında mutlak kelâma yaklaşmak niyetinde olan bütün şairler Âkif’in tek şiirle nasıl bu kadar etkili ve kalıcı olabildiğine, haydi açalım biraz, tek kitapla nasıl bu derece toplum dinamiklerini harekete geçirdiğine şaşırmaktadır. Şaşırmanın da ötesinde bir şükran ve haset duygusuna kayan, imrenmeye dönüşen isterikli bir ruh hali sergilemektedirler. Daha önce neden ben yazamadımın melankolisi, şiir eksenlerini ciddi boyutta tahrip etmektedir. Âkif’in hayatı, Türk edebiyatında çok az kişinin yaşadığı bir trajik serüvendir; ama aynı zamanda hiç kimseye nasip olmayacak şiirüstü bir şuur metninin de merkezidir. Yazıldığı veya cezbeyle kaleme alındığı tartışılsa da Âkif’in şiiri bir bellek hatırlatması, medeniyet tarihimizin geçiş keşmekeşinde sağlam bir durak olmaya devam edecektir.
Âkif öncelikle bir medeniyet sancısı rahatlatma pratiğidir. Hayatının dinamiklerini tevekkül ve tefekkür üzerine konuşlandırmış, tevâzuyu asli unsur olarak gönül coğrafyasının her iklimde titreten bir Osmanlı medeniyetinden yeni bir devlete geçiş, sanıldığının çok üstünde ciddi kırılmalara yol açmıştır. Yapmak yerine yapılmak zorunda kalınan, çıkışı olmayan tek alternatifli modernleşmeye dair yaşam pratikleri, Tanzimat’la zirveye çıkmış, insanımız fiziksel görüntüsünden eşyaya dairliğine kadar erken dönem tüketim dinamiklerinin cenderesine girmiştir. Gözün, nefsi terbiyeye meyyâl içre yapısı, artık dışın hazzını fark etmiş; hatta bununla yetinmeyip toprağın şehvetine kapılarak kendince yeryüzü cennetleri inşa etme eylemine girişmiştir. İster arâf diyelim ister melez bu durum, yeni fakat yeniye dairlikten çok arada kalmışlığın adıdır. Gönlün referans kodlarını önce yıpratan gönüllü nesne düşkünleri, açtıkları bu hoşnut alanda ikame edecek sağlam yapılar kuramadığı için kırılmanın artçı sarsıntıları, bu toprağın değişmez kaderine dönüşmüştür. Her anı “ölümün tamamen farkında olarak güneşe dosdoğru bakmaya” (Yalom, 2008: 12) benzeyen bu kadere akış, metinlerin kancalarıyla asli medeniyetine tutunma gayretindedir. Kararmış beklenti ufukları, imrenme imparatorluğunun soyut ışığında aydınlatılmaya çalışılmıştır. Doğrudan insanın trajedisi üzerinden kendini kurgulayan pek çok unsurun yanında edebiyatın ve özellikle şiirin hoşnut gönlü, değişim praksislerini hafifletmek adına kendi ruhunu açmıştır.
Düstâr-Yöntem Eşliğinde “Âkif Duruşu”
Zor zamanlarda konuşmanın mesuliyete eğilimli yapısı içerisinde Âkif şiiri bütün kendine dairlikleriyle Türk şiir geleneğinin hayat değişimlerine yön veren en büyük kült metinlerden, artı değerlerinden birisidir. İki büyük kudretin “ilim ve fazilet”in (Öztürk- men, 1990: 17) gönlün üretken vadisine bıraktığı değerler bilinci, zamanla onda sosyal bir iyilik ve reform projesine dönüşmüştür. Projenin en önemli ayağı Âkif idealinin yarı somut karakter duruşu olan Asım’dır. Şair, kurtuluşa giden yolda örnek bir şahsiyet olmasını, kendi dünyasının ritimleri eşliğinde sağlam, mağrur bir duruşa çevirmiş; şiirini lirik söylemden uzaklaştırıp bir sosyal hamle bildiricisine dönüştürmüştür. Âkif, idealler toplamının yükünü Asım’ın insancıl, idealist ve aksiyoner kimliğinde bir fikir şehrâyinine dönüştürüp bir karakter anıtı gibi doğruluğun burçlarına dikebilmiştir:
"Asım'ın nesli... diyorsun. Ne uzun boylu hayal!
Asım’ın nesline münkâd olacak istikbâl.
Sana vicdanını açtım okudum, dinlesene;
Söyleten başkasıdır, bakma hocam söyleyene.” 1**
Âkif bir şair değildir. Estetize edilmiş bir trajik söylemdir. Kalabalıkları harekete geçiren dinamik bir sözbirliğidir. Ayakları asla yerden kesilmeyen, gerçekçi bir değerler dünyası kurabilmiş bir "karakter heykeli”dir. Vatanlaşmaya çalışan bir milletin mağrur, akıllı bilge kişisi, aksakalıdır. Nasıl ki "güneşin altında nesneler imgelerini gözdeki retinaya aktarırlar ve tüm evrenin özlemini duyarlarsa” (Bloom, 2008: 157) Âkif’in zihin retinasının sözde biçimlenmiş yüzü de milletinin yeni moral değerlerine dairliğini öncüllenmiş bir inançlı, sağlam duruştur. Tüm evrene olmasa bile kendi Müslüman-Türk coğrafyasına dair dinamik, sağduyulu referanslar ütopyasıdır. Üstelik hayali dışlayan bir sağlam bir yapıdır. Onu sadece edebiyatın bilimsel taraflarıyla açıklamak, standartlarla belirlenmiş objektif kıstaslarla metnini kadavraya çevirip parçalayarak anlam yüklerini ortaya çıkarmak, daha baştan bir yanılgı içine girmek demektir. Türk edebiyatının şiir serencamında Âkif, hayatının şiirin üstünde olduğu ender insanlardan biridir. Tarafsız, objektif bir bakış açısını ancak Âkif’in hayatına dairliğini parantez içine alarak sağlayabiliriz o çalışmanın da ne kadar Âkifçe olacağı şüphelidir. Şair, kırılmış, yıpratılmış bir medeniyetin hala sağlam kalabilen mağrur kültür dinamiklerinden birisi olması hasebiyle sorumluluk taşıyabilecek ve dünyaya sorular sorup cevaplarıyla yeniliğin yaşanabilir değerler evrenini kur-
1 ** Şiir örneklemelerinde Safahat’ın Ömer Rıza Doğrul tarafından hazırlanan ve İnkılap ve Aka yayınevi tarafından
İstanbul’da 1966 yılında yapılan 6. baskısı esas alınmıştır.
mak niyetiyle yola çıkmıştır. Kökten bir tahribat yaşamasına rağmen, tevazu ve mağrurluğu aynı kapta eritebilmiş bir medeniyetin evladı olarak cevaplanması istenen sorular, nostaljik bir metin özleminin çok üstünde bir diriliş muştusu gibidir:
“Yurdu baştanbaşa viraneye dönmüş Türk’ün;
Dünkü şen, şatır ocaklar yatıyor yerde bugün.
Nerde Ertuğrul’u koynunda büyütmüş obalar?
Hani Osman gibi, Orhan gibi gürbüz babalar?
Hani orman gibi afâkı deşen mızraklar?
Hani atlar gibi sahrayı eşen kısraklar?
Hani ay parçası kızlar ki, koşar oynardı?
Hani dağ parçası milyonla bahadır vardı?
Bugün artık biri yok... Hepsi masal, hepsi yalan!
Bir onulmaz yaradır, varsa yüreklerde kalan.”
Okurun ufku ile eserin oluştuğu tarihsel ufkun kaynaşmasıyla oluşan anlam yükleri en sade ve sağlam biçimiyle şiirde yer alırken imge ve imajlar peşinde koşan şair ruhlu platonik düş gezginlerinin fasılaları Âkif’in metnine pek uğramaz. “Gerçekleşen arzu haz; gerçekleştirilemeyen arzu ise elemdir.” (Tıllıch, 2004: 41) ve Âkif gerçekleştirilebilir hedeflerin hazza dönüşmeyen milli bir duruşudur. Sürekli bir uyanıklık halinin bütün dikkatiyle satırlarının örgütler. Onun satırları tesadüfleri sezmez. Anlam biçim ve söyleyişe baskın geldiği için metni de bir anlam örgütlenmesidir. Başka bir deyişle bir şiirde olması gereken sembolik değerler, anlam yükleri, imge benzerlikleri Âkif için vazgeçilmez prensipler değildir. Şiiriyetin cevheri, daima ideallerin gölgesinde kalmıştır. Bir kültür eyleyicisi olan, yeni sosyal yapıya dair söyleyecekleri olan bir insanın kendine dair lirik kırılmalarından önce bir hakikât önderine dönüşmesi de toplumun acısını kendi kılmanın, kendinde kılmanın en sorumlu bir başka yoludur. Mevcut acıların, çöküntülerin yanı başında lirik bir söyleme yönelmeyi ne istemiş ne de ona meyletmiştir.
“Hayır, hayal ile yoktur benim alışverişim
İnan ki her ne demişsem görüp de söylemişim
Şudur cihanda benim en beğendiğim meslek
Sözüm odun gibi olsun; hakikat olsun tek!”
Âkif’in metni iki kültür yapısı arasında sıkışan toplum katmanları için, kendisine kim olduğunu her daim hatırlatır bir uyum seansıdır. Kendini “tahayyül denilen şeyle ifade eden bu içgörü, çok üstün bir görme” (Bloom, 2008: 158) çeşididir ve zoru başkaları için de yarısaydam bir hale getirebilmedir. Âkif’in içgörüsü biraz milli, biraz akılcı ama en çok ilahidir. Bu yüzden şiiri doğrudan ilhamın en üst mevkisinden esinlenerek kaleme alır.
Millik kimliğin ve akılcı İslâm algısının iyi bir kul, iyi bir vatandaş olmak iklimindeki en iyi karışımlarından birisidir. Âkif, o dönemin ve bu ihtiyacın tam karşılığıdır. “Mesuliyet davasını başarmış bir kurtarıcı, ümidini sonsuzlukla birleştirmiş bir veli” (Topçu, 1970: 110) tipinin gazi ya da alperen ruhundaki taşlaşmış kurgusudur. “Taassub, cehalet, sebatsızlık, tembellik ve özgüven eksikliği”nin perişan ettiği toplumun yıpranmış iç dinamikleri belki yeniden restore edilmek zorundaydı. Âkif’in mısraları bu hamlelerin satır aralarını dolduran bir hedef belirleyicisidir. Kendini aşma sürecinde var olan formlar; şuur devrinde yaşamanın verdiği sorumlulukla birleşip hareket etmiş ve kendi sözünün ince serzenişlerini bilincin emrine vakfetmiştir. Öz varlığımızın topografyasında gördüğü hiçbir şeye ilgisiz kalamayan bu uyanık bilinç, karşılaştığı her tür aksamanın değişik yüzlerini eserine yansıtabilmiştir. Kademe kademe bir hayat, eşikte bırakılmış öksüz bir medeniyetin bütün biçimleriyle esere girmiş, metni bir manifestoya çevirmiştir. Şiir kitabına “yüz, dış yüz” anlamına gelen safha kelimesinin çoğulu olan Safahat ismini vermesi de hayatı ve sanatı arasındaki özdeşliğin başka bir ifadesidir. Âkif’in, hayatı olduğu gibi yansıtan şiirleri aynı ortamları yaşayan insanların hissiyatına tercüman olmaktadır. Samimiyet ve mesuliyet arasında şiir tepelerini kuran şair, mısranın gecikmeli hissiyatını da doğrudan sezgiye bağlar. Bu yüzden şiirin genel görür kabullerinden uzaklaşır. Belki daha radikal bir ifadeyle şair değildir Âkif, olmayı da istememiştir. Bir ruh adamıdır o. 1930’da Âkif’e Safahat’ın altı kitaplık yeni baskısı geldiğinde de hüzün dolu şu mısraları yazar:
“Arkamda kalırsın, beni rahmetle anarsın
Derdim, sana baktıkça a bîçâre kitâbım.
Kim derdi ki; sen çök de senin arkana kalsın
Uğrunda harâb eylediğim ömr-i harâbım.
Safahatımda, evet, şi’r arayan hiç bulamaz;
Yalnız bir yeri hakkında “hazin işte bu!” der.
Küfe? Yok. Kahve? Hayır. Hasta? Değil. Hangisi ya? Üç buçuk nazma gömülmüş koca bir ömr-i heder!”
Âkif’in şiiri tarih ve manayı geçitte inşa etmek; zamanı ve kutsalı Asım’ın neslinde yeniden okumak üzerine kuruludur. Zor, meşakkâtli, sorumlu, bilinçli bir söz şehrâyinin her safhası aynı uyanık bilinçle harmanlanır. W.Schnurre’nin “Ne tuhaftır şu kafa hem bütün dünyayı içine alır hem de ufacık bir yastığın üstüne sığar.” ifadesinde olduğu gibi uyumayan, geceyi bir üretim biçimine çeviren hassas yapı, uyanık bilinç ancak Âkif’in şiirsellikten uzak mutasavvıf ehli bir gönül iklimiyle açıklanabilir. Yalnızlığı reddeden, topyekün davranışlar silsilesine niyetli bir arınma biçimine dönüşen Âkif şiiri, ifadesinin ancak Âkif’e düştüğü bir anlam “yükü”dür. O, tüm bu hisleri dilin imkânlarıyla sunarken hiçbir ayrıntıyı kaçırmaz. Aynı gramatikal bünyeye ait sayısız kelime şiirine girer. Eserin muhatapları bu zengin anlatım içinde, sözün ve mananın zihinsel derinliklerine gark olur ancak kaybolmaz. Çıkışı olan bir karışıklıktır; ne kaos, ne labirent. Safahat, sosyal yapının bütün kırılmaları için sağlıklı ve yönlendirici mısralarla doludur.
O mertçe doğan, mertçe davranan ve mertçe yaşayan bir düzgün duruş, inançlı ama alınyazısını baştan kaderi bellemeyen (fatalist) bir ısrarlı tutum, heyecanını hiç kaybetmeyen, “özün doğrusunu sözün doğrusu belleyen” bir şair, bir edip, bir hatiptir. Ötekileş- meyen, kekelemeyen mağrur, inançlı bir Osmanlı duruşudur. Nasıl böyle sehl-i müm- tenîler yiğit, ateşîn, derûni bir söyleyişe kolayca yönelebiliyor? Destanlaşan bir şiirde nasıl olurda her laf, her mana bir mitralyöz mermisi gibi birbiri ardınca patlayabiliyor? Bir duygu fırtınası nasıl oluyor da bir anda fikir fırtınasında buluyor kendini? Bütün soruların cevabı Âkif’in ötekileşmeyen, kimliğini “kimsesizlik ya da herkes” çokluğunda gören karakter yapısında aramak gerekir. Sanatçı toplumun sesi, sözcüsü; duygu aktarımının da temsilcisidir.
Safahat’ta tekrarlarla canlanan fikir ve duygu etkisinin arttırımı, okuyanın zihnine yerleştirilmiş merhaleleri sürekli tazeler. Dilin özelikle belirgin bir biçimde “yararlı bir maksada hizmet etmediğinde kullanıcıya prestij kazandıran “yararsız” bir lükse” (Mestrovic, 1999: 144) dönüşmesi Âkif üslubunda hemen hemen hiç karşılaşılmayan bir durumdur:
“Zaman olur, kabaran dalgalarla savrulurum,
Zaman olur, açılan cehennemi uçurum, İner benimle beraber fezâyı inleterek..."
Samimiyet Âkif’in eserlerinde ilk dikkat çeken unsurudur. O, zaten tek hünerinin samimiyet olduğunu söyler. Görmüş söylemiş, inanarak ifade etmiş; samimi duygularını şiire yansıtırken bir eksiklik ya da eleştiriye de kendinden başlayarak dışa açmıştır. İnandırıcılığı arttıran bu durum aynı zamanda “mesajın bireysel, kodun kolektif" (Ricoeur, 2007: 6) olduğuna dair söyleme biçimlerini de doğrular niteliktedir. Âkif’in söylemi ortak değerleri kendine muhatap alan kolektif bilinci harekete geçiren tetikleyici bir metindir. Ortak söylemin gerçekliğe de dayanması aynı zamanda sanatçının inandırıcılığını da artırmaktadır. Âkif’e göre medeniyetimizin gerçek kaynağı ‘Müslüman Doğu’dur. İçine kapanmış, kaybeden toplumsal ve bireysel eziklik psikolojisi kendi ve değerlerinin bilmenin eşliğinde uyum seansına dönüşmüştür. Uyarıcı, kendine getirici bir soğuk su ürpertisine...
“Bakmayın, hem tükürün çehre-i murdârımıza
Tükürün; belki biraz duygu gelir arımıza.
Ve şairin sükûnu:
Yine hicran ile çılgınlığım üstümde bugün.
Bana vahdet gibi bir yar-ı müsait lazım !
Artık ey yolcu bırak..ben yalınız ağlayayım."
Âkif, bir bakıma sanatlı söyleyişe fırsat bulamamış bir sanatçıdır. Edebi alanda aktarımların üst dil ile bilimsel alandaki aktarımların günlük tabii dil ile aktarıldığı bilinmektedir. Mehmet Âkif, sanat anlayışı itibariyle ve şiir ortamı bakımından her iki aktarımı da sunmak durumunda kalan bir sanatçıdır. Sanatçının şiir ortamı ürünlerin oluşması için önemli bir etkendir. Kimi sanatçılar çevrelerinde olup bitenden hiç söz etmeden edebi hayatlarını tamamlamışlarsa da birçoğu çevresine ilgisiz kalamamıştır. Âkif’in “gül devrini görseydim bülbül olurdum” sözü bu alanda dikkate alınmalıdır. Bir eylem gerektiren hallerde muhataplarını kıyama ve dirilişe davet eden Mehmet Âkif, onları ikna edebilecek bir söyleyiş usulü seçmiştir. Bu usul, edebiyatın her şekliyle, her yerde, çoğu zaman cami kürsülerinden sunulan tebliğ referanslıdır. Onun şiiri, böylesi durumlarda sanat endişesi taşımaz. Buna rağmen Âkif’in çırpınışları, feryatları, tehditleri, ikazları, telaş ve isyanları adeta vecd halinde sunulur. Âkif, anlatma tarzı, dil hâkimiyeti, kültürü ve sosyal heyecanı ile güdümlü eserlerde görülen kuruluğu asla taşımamıştır şiirine. Milliyetçiliğe değil kavmiyetçiliğe karşıdır. Milliyet endişesi etrafında yeni bir sistem peşinde koşar. Âkif, yenileşmenin üç ayrı dönemini birbirine bağlayan bir milli paratonerdir. Sosyal gerçekçi bir kimliğin İslâm estetiğiyle yoğrulmuş biçimidir.
Âkif bir hisli yürektir. Onun estetik açıdan üstünlükler taşıyan şiirlerini acı, hüzün, hasret, ıstırap ölüm gibi daha derinlikli temalarda bulmak mümkündür. Sanatkâr kimliği ve sorumluluğu sebebiyle milletin sesi olmakla, kendi sesi olmak arasında kalan Âkif, her iki alanda da gerekeni yapmıştır. Şiirini trajedi yapar. Sırât-ı Müstâkim’deki bir yazısında ruhlar arasındaki bağı böyle izah eder: “Söz ruhtan çıkarsa ruha girer, ağızdan çıkarsa kulağın hududunu aşmaz.”. Nurettin Topçu’ya göre Mehmet Âkif, üstün ahlâki özelliklere sahip bir “büyük adam”dır. “Büyük adam”, istikamet üzere hayat yaşayandır. O, su gibi içine girdiği kabın şeklini almak yerine içine girdiği yeni çevreyi kendisine uyduran eseriyle hayatını birleştiren lider insandır. Âkif’in bir başka özelliği de münzevi olmasıdır, kalabalığın içinde yalnız yaşamasıdır. Âkif’in inzivası, halkın içindedir. Hepsinden öte, asrın nerede ise tamamen kaybetmiş olduğu büyük insan karakterini yaşatmaya çalışmıştır. “Büyük adam”ların üçüncü özelliğinin devlet ve ikbâl mevkilerinden uzak durmalarıdır. “Büyük adam”ların ruhlarına yakışan yer, büyüklük sandalyeleri değil, isyan ve mücadelenin saflarındaki mistik duruşlarıdır.
Gelenekle modernlik arasında en uygun bir mevkide durmuştur. O, körü körüne ne Doğucu ne de Batıcı olmuş, her iki medeniyetten ne alınması gerekiyorsa onu almıştır. Âkif’i yakından tanıyanlar onun, mescit ve laboratuarı bütünleştirebilmesine hayran kalmışlardır. Halkını anlayan, ona değer veren bir aydındır. Dolayısıyla o, aydın ve halk uzlaşısının ideal bir örneğidir. Âkif, sıkıntılar içinde tebessüm edebilen, acıyla tatlıyı bütünleştirebilendir. Hatiptir, kürsünün altında yaşamış, zirvesinde konuşmuştur. Kalabalıkların şairidir; alkışların değil. Hareketin şairidir. Bir meydan adamıdır. Başarılı bir dramaturgdur. Şuur devrinde yaşamanın farkındalığıyla şiirini toplumun emrine vermiştir. Çünkü şair, çökmekte olan cemiyetin en hassas çocuğudur. Tükenen bir toplumun başkentinde bir aydın, şair, hatip olmak büyük mesuliyetler gerektirir. Âkif toplumu için sanatına, şiirine kıyan bir kişidir. Şiirini sanatın değil milletinin emrine vermiştir. Sanatını cemiyet uğruna harcamıştır. Bir cemiyet mistiğidir. Şiirinde esas kurucu kimlik lirizm ve faydacı olmasıdır. Bir anlamda Âkif, poetikasını çiğneyen, şiir algısını kurban eden bir sanatçıdır.
Son Fâsıl
Onda İslâm bilgi kaynaklarıyla örülü bir tarih ve dil bilinci vardır. Geleceğin dili olabilmek adına ortak bir dil paydası bulmaya çalışmıştır. Bu yüzyılın Türkçesinin rahat söyleşini yıllar öncesinden yakalamıştır; ümit felsefesiyle yoğurmuş özel bir repertuar dilinden uzak sokağın diliyle konuşmuştur. Batılılaşmaya değil, şuursuz batılılaşmaya karşıdır. Gümrüksüz almalara karşıdır. Bizi beraber tutan değerlerin yeniden olgunlaştırılmasın- dan yanadır. Türk-İslâm düşüncesinin bin yılda oluşturduğu değerlerin yeni yeni bizim iç nizamımızı oluşturduğunun farkındalığıyla erken bir uyanma hareketi başlatmıştır:
“Çalış” dedikçe şeriât, çalışmadın, durdun,
Onun hesabına birçok hurafe uydurdun!
Sonunda bir de “tevekkül” sokuşturup araya,
Zavallı dini çevirdin onunla maskaraya!
Bırak çalışmayı, emret oturduğun yerden,
Yorulma, öyle ya, Mevlâ ecir-i hassın iken;
Yazıp sabahleyin evden çıkarken işlerini,
Birer birer oku tekmil edince defterini;
Bütün o işleriRabbim görür: Vazifesidir...
Yükün hafifledi. Sen şimdi doğru kahveye gir!"
Bütün mısralarında bu topraklarda müşterek yaşama şuurunu fidanlarını aşılamaya çalışır. Önce insan inşa edilecek ve bu insan müşterek medeniyetin bakiyeleri olacaktır. Bu medeniyetin yeniden bir iman tazelemesi gerekir.
“Cehennem olsa gelen göğsümüzde söndürürüz:
Bu yol ki hak yoludur, dönme bilmeyiz yürürüz!
Düşer mi sandın tek taşı, harim-i namusun
Meğer ki harbe giren son nefer şehid olsun."
Bizden daha gelişmiş bir medeniyetin karşısında durabilmek, ölüm karşısında tutunabilmek için önce cesaretle evi savunmaktan geçer. Bizi tutan değerleri olgunlaştırmak gerekir. Batı rüzgârıyla devrilmemek adına daha köklü bir tarih sahnesine tutunmalıyız. İnsan sorularına cevap bulamazsa tutunamaz; bu dünyadan kaçmak, kurtulmak ister. Din, insan kafasındaki bütün boşlukları doldurur. Âkif, tarih şuuruna ermiş milli bir romantiktir. Çözülen insanı yeniden her anlamda toprağına bağlı kurmak ister; ona güçlü bir tarih olgusu, vatan sevgisi, iman yüklemek ister. Devletin yapamadığını Âkif yapmıştır. Âkif, bir ahlâkçıdır, insan yetiştiricidir. Âkif’in kendinden üstün gördüğü değerler manzumesi, yani kutsalı vardır. Materyalizmin karşısına imanla çıkar. Hayal devrinin değil hakikat devrinin adamıdır. Dolayısıyla tespit eden değil, tahlil eden ve çözüm önerileri sunan bir toplum tasarımcısıdır. Yirminci yüzyılın sosyolojisini yazmıştır:
“Sıtmadan boynu bükülmüş de o dimdik Türk’ün,
Düşünüp durmada öksüz gibi küskün küskün.
Gövde teşrihlere dönmüş, bacaklar değnek,
Daha yaş yirmi iken eller, ayaklar titrek.
Öyle seksenlik adamlar aramak pek yanlış;
Kırk onun ömrüne son merhale olmuş kalmış.
Değişik sanki arslan gibi ırkın torunu!
Bense İslâm’ın o gürbüz, civan unsurunu.
Kocamaz derdim, asırlarca sorulsaydı eğer!
Ne çabuk elden ayaktan düşecekmiş meğer!...”
Mehmet Âkif Ersoy, büyük şair olmasının ötesinde aynı zamanda büyük bir erdem örneğidir. Kendi koşulları içinde büyük bir mücadeleci ve devrimci olan Mehmet Âkif, Ankara’da sadece şiir yazan bir mebus değil, Anadolu’yu adım adım dolaşarak cephedeki mücadeleyi halka anlatmaya ve aşılamaya çalışan fedakâr bir neslin örneğidir. Bu yönü ile o bir eğitimcidir. Hayatının her sahnesinde halka, gençliğe, çevresine rehber olmuştur. O, öncelikle toplumu saran ümitsizliğin baş düşmanıdır. “Gayret, azim, ümit, uyanma, birlik” kelimeleri onun idealizmini yansıtır.
“Ah karşımda vatan namına bir kabristan
Yatıyor şimdi... Nasıl geçmez insan?
Şu mezarlar uzanmış gidiyor, ey yolcu,
Nerden başladı yükselmeye, bak nerde ucu!
Azıcık kurcala topraklan, seyret ne çıkar
Dipçik altında ezilmiş, parçalanmış kafalar!”
Şiir algısını şöyle tanımlar: “Şiir için, edebiyat için ‘süs’, ‘çerez’ diyenler var. Karnı tok, sırtı pek milletlere göre bu söz belki doğrudur. Lâkin bizim gibi aç, çıplak milletlere göre süsten, çerezden evvel giyecek, yiyecek lâzım. Onun için ne kadar süslü, ne kadar tatlı olursa olsun, libas hizmetini gıda vazifesini görmeyen edebiyat bize hiç söylemez.” Âkif’in şiir söyleme kabiliyetiyle dünyaya gelen sanatkârlardan biri olduğunu belirtmemiz gerekir. Fakat yaşadığı dönemin şartları, kendisini her an halkın karşısında hisseden şaire estetik merkezli kalem faaliyetinde bulunma şansını pek tanımaz. Sanat hayatında kurmaya başladığı asıl poetik anlayışının dışına düşmesine yol açar. O, kalemini daha çok, topluma yararlı olacak şekilde manzum hikâyeler ve diyaloglar yazma, moral değerler yükleme, eğitici ve öğretici olma yolunda kullanır. Böyle bir tavır, kendisinin de zaman zaman ifade ettiği gibi, çoğu kez şiir sanatından uzaklaşmasını getirir.
“Ne hüsrândır ki: Şarkın ben vefâsız, kansız evlâdı,
Şerâpâ Garba çiğnettim de çıktım hâk-i ecdâdı!
Hayâlimden geçerken şimdi, fikrim herc-ü-merc oldu,
Salâhaddîn-i Eyyûbîlerin, Fâtihlerin yurdu.
Ne zillettir ki: nâkûs inlesin beyninde Osmân’ın;
Ezân sussun, fezâlardan silinsin yâdı Mevlâ’nın!
Ne hicrândır ki: en şevketli bir mâzî serâp olsun;
O kudretler, o satvetler harâb olsun, türâb olsun!
Çökük bir kubbe kalsın ma’bedinden Yıldırım Hân’ın;
Şenâ’etlerle çiğnensin muazzam kabri Orhan’ın!”
Müştereklerin yoğurduğu bütün vatan dinamiklerinin yeniden toparlanabilmesi adına büyük adımlar atabilmiş bir şairin, vatan şairinin dimdik mısralarını alçakgönüllüğünün büyülü nefesinde terennüm edebilmesi, poetik yapısını açıkça yansıtmaktadır. Bireysel bunalımlarını ve çıkmazlarını parlatmak yerine, kendi gündüz düşlerinin girift bilmecelerinde insanları çözümsüzlükle mesut edeceği mısralar kaleme almak yerine; şiirini şuura dönüştürebilmiş bir karakter adamının ritmini “bir cemiyet mistiği” olmakla bulabilmesi şiirin etkilenmeye dairliğini çok önemli kılar. Âkif, bu örneksemeye en uygun ideal duruşlardan birisidir.
Kaynakça
Türkiye Yazarlar Birliği'nin vefatının 90. yılında Âkif'i anmak için düzenlediği bilgi şöleninin tebliğlerini içeren kitap, TYB'nin 45., Mehmet Âkif Ersoy Araştırmaları Merkezi'nin 6. kitabı...
- Geri
- Ana Sayfa
- Normal Görünüm
- © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.