- Hakkımızda
- TYB Ödülleri
- Genç Yazarlar Kurultayı
- Kitaplık
- Ahlâk Şûrası
- Yazar Okulu
- Mehmet Âkif Ersoy
- Türkçe Şûrası
- Milletlerarası Şehir Tarihi Yazarları Kongresi
- Yayınlar
- Söyleşi
- Şube Haberleri
- Salgın Edebiyatı
- Haberler
- Şiir Şölenleri
- Mesnevi Okumaları
- Kültür & Sanat Haberleri
- Kültür Kervanı
- Kırklar Meclisi
- Duyurular
- Biyografiler

- İstanbul16°C▼
- Ankara15°C
- İzmir21°C
- Konya16°C
- Sakarya15°C
- Şanlıurfa25°C
- Trabzon19°C
- Gaziantep22°C
PROF. DR. H. ÖMER ÖZDEN: MUSTAFA NECATİ SEPETÇİOĞLU’NUN ‘KİLİT’ ROMANINDA MALAZGİRT VE ALPARSLAN
4. Tarihî Roman ve Romanda Tarih Bilgi Şöleni kitabı yayınlandı.

13 Nisan 2020 Pazartesi 10:00
Tarihi roman, tarihi sevdiren, satır aralarında önemli ayrıntılar barındıran, dolayısıyla da resmi tarihlerde söylenemeyen birçok şeyin yer bulduğu bir roman türüdür. Roman bizde çok eski mazisi bulunmayan bir edebiyat türü olduğu için tarihi romanların mazisini de çok eskilere götüremeyiz. İki yüz yıllık tarihi bulunan Amerika’da yazılmış tarihi romanlar dikkate alındığında, ülkemizde yazılan tarihî romanların azlığı anlaşılacaktır. Kızılderilileri nasıl katlettiklerini tersten anlatarak bir tarih oluşturmaya çalıştıkları romanlarını daha cazip hale getirmek için çizgi romanlar da yazmışlardı. Çocukluğumuzda Amerikalı çizgi roman kahramanı Tommiks’in maceraları hepimizi nasıl da cezbederdi. Amerika, bu yolla sadece kendine tarih oluşturmuyor, aynı zamanda bu kurmaca tarihi Amerikaseverler ortaya çıkarmak için de kullanıyordu. Şimdilerde bu taktiği televizyon, bilgisayar, telefon ve internet aracılığıyla devam ettirdikleri herkesçe malumdur.
Ülkemizde romanla beraber tarihî roman da Cumhuriyet’ten önce çok yaygın bir edebiyat türü değildir. Cumhuriyet’ten sonra pek çok tarihi roman yazılsa da birkaç bin yıllık tarihi bulunan milletimizin geçmişini anlatan roman, tiyatro vb. eserlerin şu ana kadar yazılandan çok daha fazla olması gerekirdi. Çünkü roman, sinemanın en mühim malzemesidir. Tarihi romanlarımız az olduğu için tarihi film sayımız da oldukça sınırlıdır. Gönül arzu eder ki bundan sonra tarihi romanlarımızın sayısı kat be kat artsın ve aynı oranda tarihi filmlerimiz de çoğalsın. Çünkü tarihi roman ve sinema, milli şuurun yükselmesi için en önemli vasıtalardır. Tarihî roman sayımızın az oluşunun ana sebebi de geçmişte tarih yazıcılığımızın az olmasından dolayıdır. Bu konuda “Mazimizi muhayyilenin bütün kudretiyle kâğıtların üzerinde enine boyuna tecessüm ettirmek şöyle dursun, doğru dürüst kayıt ve tescil bile edemedik.”[1] diye sitemkâr olan Yahya Kemal, özellikle tarih konusundaki yazma noksanlığımızı üç hususa dayandırmaktadır: Çok az yazmışız, çok kötü yazmışız, çok kısa yazmışız.
“Bir yabancı tenkitçi edebiyatımıza bakarsa, dört yüz senelik edebiyatımızda az ve kötü yazmanın yanında bir de “muhayyile noksanı” görecektir” diyen Yahya Kemal’e göre olayları, oldukları gibi canlandıran ve kâğıt üstüne koyan kuvvet olan muhayyile, Türk edebiyatında çok az bulunmaktadır. Çünkü bu tarihî olayları gözümüzün önüne getirecek, onları canlandıracak yazılar yoktur. Bunun en güzel örneği İbn-i Kemal’dir. Hem zamanının en büyük nesir yazarı hem de devrin Şeyhu’l-İslâm’ı olan İbn-i Kemal, Mohaç muharebe meydanında bizzat bulunmasına, nasıl başlayıp nasıl bittiğine şahit olmasına ve bu olayı anlatmak için bir “Mohaçname” yazmasına rağmen, bu eserde Mohaç’tan başka her şey vardır; belagat, mazmun, tumturak; fakat Mohaç yoktur. İnsanın okurken, Mohaç muharebesini bulmak için terler döktüğünü, ama ceviz kabuğunu bile dolduramayacak kadardan başka Mohaç’ın bulunmadığını belirten Yahya Kemal, Avrupa ortasındaki bu şaşaalı zaferimizi, bütün teferruatıyla, on yedinci asırda Peçevî’nin bir Macar tarihçisinden tercüme ederek eserine aldığı sayfalardan öğrendiğimize dikkat çekmektedir. Hâlbuki o savaşı İbn-i Kemal, bizzat yaşamıştı; üstelik de tarihçi olarak! Buna rağmen Avrupalılarda bulunan muhayyile terbiyesi onda bulunmadığı için, maalesef bu muhteşem zaferi canlandıramamıştır.[2] Aynı şekilde Çaldıran, Mercidabık ve diğer zaferlerimiz de hep bu pısırık nesirle cansız olarak beş-on satırla anlatılmıştır. Eğer Malazgird’i bir Ermeni papaz, sağlam bir nesirle anlatmış olmasaydı, Anadolu’da vatanımızın kuruluşuna dair en mübarek bir vak’ayı bile öğrenemeyecektik[3] diye şikayetlenen Yahya Kemal, Süheyl Ünver’in kendisiyle yaptığı sohbetlerin birinde de ifade ettiği gibi, muhayyile kudretini, bula bula eserleri imla yanlışları ile dolu olan Evliya Çelebi’nin Seyahatname’sinin birçok sayfalarında, Silahdar’ın eserinin bazı sayfalarında ve Naima’nın bazı bölümlerinde bulabildiğini belirterek teselli bulmaktadır.”[4]
Tarihin yapıldığı devirlerde tarih yazıcılığına duyulan ilgisizlik, ilerleyen zaman içinde tarihe de ilgisizliği doğurmuştur. İyi yazılmamış bir tarih, bir tarih bilincinin doğmasını da engellemiştir. Son zamanlarda yazılmış olan kuru resmi tarih anlatımıyla da bu bilinç maalesef oluşturulamamaktadır. İlkokuldan başlayıp lise tahsilinin tamamlanmasına kadar tarih dersi okutulmasına, üniversitelerde tarih bölümleri yoğun olarak bulunmasına rağmen kendi milletinin tarihini bilmeyen, milli bir tarih şuuru bulunmayan ve hatta kendi tarihine yabancılaşmış tarih öğrencilerimiz ve öğretmenlerimizin bulunduğu bir gerçektir. Bu bakımdan tarihi olayların ele alındığı kaliteli roman ve tiyatro eserlerinin artmasında yarar gördüğümü ifade etmek istiyorum.
Mustafa Necati Sepetçioğlu’nun ‘Kilit’ Romanında Malazgirt ve Alparslan
Gerek cumhuriyet öncesinde gerek sonrasında tarihi roman ve tiyatro eserleri yazan yazarlarımız bulunduğu bilinmektedir. Bunlar arasında Ahmet Mithat Efendi, Hüseyin Nihal Atsız, Kemal Tahir, Tarık Buğra, Emine Işınsu, Bekir Büyükarkın, Enver Benhan Şapolyo ve daha birçok ismin yanında zikredilmesi gereken bir başka tarihi roman yazarımız da Mustafa Necati Sepetçioğlu’dur.
Sepetçioğlu’nun ismini ilk kez 1977 yılında duymuş ve Türk tarihini roman diliyle anlattığı seri romanlarının ilk kitabı olan Kilit ile 1979 yılının mart ayında buluşmuştum. Lisenin son sınıfından itibaren Kilit, Anahtar, Kapı, Konak, Çatı, Üçler-Yediler-Kırklar, Bu Atlı Geçide Gider, Geçitteki Ülke ve Darağacı gibi eski Türkiye dizisine ait kitaplarını aynı yıl içinde okudum. Aradan 33 yıl geçtikten sonra Aksaray’da yapılan Somuncu Baba Sempozyumunda “Mustafa Necati Sepetçioğlu’nun Romanlarında Somuncu Baba” başlıklı bildirimi sundum. Nihayet ilk okumalarımın üzerinden tam kırk yılı aşkın bir zaman geçtikten sonra da yine aynı yazarın romanlarında Malazgirt ve Sultan Alparslan’ı sunmaya çalışıyorum.
Sepetçioğlu’nun romanları bende silinmez izler bıraktı. Ancak aradan geçen yıllar içinde romanların ayrıntısı unutuldu. Bu bilgi şöleni vesilesiyle ilk iki romanı tekrar okumak nasip oldu.
Sepetçioğlu’nun ilk romanı olan Kilit’in[5] ana teması Malazgirt’tir. Roman, iki ayrı yönde birbirinden farklı iki Türk boyunda gelişen olayların etkili anlatımına sahne olmaktadır. Bu iki yönden biri doğuda Selçuklu’nun yeni yurt arayışı ve Malazgirt’e, dolayısıyla da Bizans’a giden yolda yaşanan olayların ele alınması, diğeri de Tuna nehri boylarına yerleşen Peçeneklerin, kendi kültürlerini yaşatarak Bizans’a yani doğuya doğru gidişlerinin anlatımıdır İslamiyet’le henüz müşerref olmuş Selçuk Bey’in soyu, ile eski Türk inanışını devam ettiren Peçenek boyunun karşılaşmaları ve birbirlerini tanımalarının da hikâyesidir bu ilk roman.
Romanın asıl kahramanları Alparslan, Sarı Hoca ve Sav Tekin Bey’dir; ancak ilerleyen bölümlerde kahramanların sayısı ve etkinlikleri artmaktadır.
Sarı Hoca, Alparslan’ın hocasıdır ve ele avuca sığmayan Alparslan’ın eğitim ve öğretiminden sorumludur. Roman, bu iki kahramanın Ekim ayının çok soğuk bir gününde dışarının bütün ayazını çadırın içine doldurduğu soğuk bir günde yaptıkları dersin başlangıcında Sarı Hoca’nın öğrencisine Orhun Kitabelerinde “Ben Tanrı gibi gökte olmuş Türk Bilge Kağan” ifadesini söylemesiyle başlamaktadır. Bu cümleyi söyleyerek susan Sarı Hafız’a çocuk, “Ne düşündün Sarı Hocam? Niye sustun?” diye sorunca o da “Seni düşündüm Çağrı Bey’imin oğlu” cevabını verir. Buna “Beni düşündüysen salıver gitsin, dışarıda akranlarım bekler” diyerek karşılık veren Çağrı Bey’in oğluna Sarı Hoca, “Dışarda akranların bekler de ya biz ne bekleriz burada?” sorusunu sorunca çocuk, “Sen benim akranım değilsin, otur da akranlarınla konuş” cevabını yapıştırmıştır. İşte bu cevabı duyan Sarı Hoca, adeta çadırı, başının etrafında döndüğünü zannederek sinirlenmiş ve “Sen Isıkgöllü deli karının oğlu mu sanırsın kendini ha!? Söyle bakalım ne demekmiş söylediğim söz?” deyince de çocuk “Ne bileyim Sarı Hocam, orasını anlatmadın daha!” diyerek Sarı Hoca’nın başını bir kez daha döndürmüştür. Sarı Hoca, “bu bir çocuk değil, çocuk gibi görünüyor ama çocuk gibi konuşmuyor” diye düşünmüş ve çocuğun doğduğu günü hatırlamıştır. Çocuğun doğduğu yıl, Ali Tekinlilere yenildikleri yıldı. Bu çocuk doğduktan sonra onları yenmişler, Türkmenleri istemeyen Karahanlılar ile Harezmliler bu boydan çekinmeye başlamışlardı. Müneccimlerden nefret etmesine rağmen onlar da bu çocuk için hep olağanüstü şeyler söylemişlerdi. Çocuğu karşısına alıp “Söyle bakalım Çağrı Bey’imin oğlu, neden sorduğum sözü cevaplamadın?” deyince de çocuk, “Bana hep Çağrı Bey’imin oğlu dersen dediğini yapmam Sarı Hocam!” diye diklenmiş bunun üzerine Sarı Hoca “Ya ne demeliymişim?” sorusunu yöneltmiş, çocuk da “Alparslan! Senden başka herkes bana Alparslan diyor” cevabını vermiştir.
Buraya kadar anlatılanlardan da görülüyor ki Sarı Hoca’nın öğrencisi Alparslan’dır ve babasının adıyla değil kendi adıyla çağrılmayı beklemektedir. Bundan dolayı da hocasının sorularına doğru düzgün cevaplar vermemektedir. Diğer taraftan romancı, Sarı Hoca’nın düşünceleri vasıtasıyla Alparslan’ın doğumundan sonra obalarının direnç kazandığını, onun doğduğu yılda meydana gelen olağandışı olayların varlığından söz etmesi de Alparslan’da adeta bir insanüstülük vurgusuna dayanmaktadır.
Aldığı uyarı üzerine bu kez ismiyle hitap ettiği Çağrı Beyin oğlu, hocasının söylediği ilk cümlenin cevabını “Sarı Hocam kızmayacaksan eğer, bana öğrettiğin sözden Bilge Kağan adını çıkarsak da yerine Alparslan’ı koysak, ne demeye geldiği anlaşılmış olmaz mı?” sorusuyla karşılık vererek bu mühim cümlenin ne anlama geldiğini anladığını ortaya koymuştur. İşte bu soru soruş, Sarı Hoca’nın adeta aklını başından almış, gözleri fal taşı gibi açılmış, kulakları sanki sağır olmuş, gözlerini Alparslan’ın anlamlı bakan gözlerine dikmiş ve karşısındakinin yaşınca bir çocuk olmadığı hükmüne ulaşmış, nihayet Alparslan’a daha önce anlattığı Oğuz Kağan destanını hatırlatmak gereğini duymuştur. Sarı Hoca, boğuk ve yorgun bir sesle “Oğuz Han’ın çadırına giren, Oğuz Han’la konuşan bir kurdu anlatmıştım sana. O kurt gerçekten konuştu mu bilmiyorum; atalarımız konuştu dediyse konuşmuştur, aksi mümkün olamaz. Eğer ben Sarı Hocaysam, o kurdun sesini duymamış bile olsam, derim ki kurdun sesi seninki gibiydi… Oğlum Alparslan, o kurt da senin gibi konuştu…” diyerek Alparslan’da bir liderlik vasfı bulunduğunu ve Oğuz Kağan’a gelen, onunla konuşan, Türk milletini Ergenekon’dan çıkaran Bozkurt gibi Alparslan’ın da Selçukluyu alıp denizlere götüreceğini Alparslan’a müjdelemiştir. O sırada çadırın dışından “Sarı Hoca… Sarı Hoca… Sarığı koca… Sal bize Alparslan’ı altun bulasıca!” diye çocuk sesleri gelmeseydi Sarı Hoca neredeyse eğilip Alparslan’ın ellerini, dizlerini öpecekti.
Sarı Hoca, duyduğu seslerin kimlere ait olduğunu sorduğunda Alparslan, gelecekte Selçuklunun önemli komutanları olacak arkadaşlarını teker teker saymıştır. “Şu ilk bağıran Afşın. Benden büyüktür ama bensiz edemez Sarı Hocam, ben de onsuz edemem. Biri Ersagun, babamın amca çocuğu… Ağabeyim Kavurt, sonra Atsız, Buldacı, Dilmaçoğlu, Artuk ile Çavlı da var.” Bunun üzerine hocasından izin alan Alparslan, hocasına göstermek istemediği bir nesneyi saklayarak kalkmak isterken Sarı Hoca’nın dikkatini çekmiş ve ister istemez elindeki paslı demiri hocasına vermek mecburiyetinde kalmıştır. Bu, paslanmış bir kilittir ve Alparslan’a “eğer açarsan senin olur” diyerek kılıç tutmayı, at binmeyi, ok atmayı öğreten hocası Sav Tekin Bey tarafından verilmiştir.
Sarı Hoca kilide baktığı sırada içeriye Sav Tekin Bey girer ve iki hoca arasında birbirlerini incitmeyen iğneleyici konuşmalar geçer ve nihayetinde Sarı Hoca paslı kilidi Sav Tekin’e uzatarak “açmasını öğretmediğin kilit çocuğa verilmez” diyerek kilidi ona geri verir. Sav Tekin Bey, kilidi Alparslan’a verdiği gün unutmuştur bile. Şaşırmasına rağmen kilidi alır, anahtarı geçirip çevirir ama açılmaz; bunun üzerine çadırın bir köşesinde bulunan külekten bir çimdik yağ alıp anahtar deliğine akıtır, bekler ve tekrar çevirir ama yine açılmaz. Alparslan’ı dışarıdan iki taş getirmesi için gönderdiğinde kilidi nerede bulduğunu hatırlar. O sırada Sarı Hoca, orta yerindeki haçı göstererek kilidin Bizans işi olduğunu söyler ve Sav Tekin bundan irkilir. Bizans kelimesi Sav Tekin Bey’e iyi gelmemiştir. Çünkü Bizans, dipsiz bir kuyu, gizli bir özlemdir. “Günaha girmeyelim Hoca?” diye ürkeklik gösteren Sav Tekin Bey’e Sarı Hoca “Asıl açamazsan günaha girersin” der. Sav Tekin Bey, Alparslan’ın getirdiği taşlarla kilide sağlı sollu birkaç kez vurur ve anahtar birazcık döner ama kilit yine açılmaz. Üstelik anahtar da kilidin içinde kalıp çıkmaz. Kilidi yere atan Sav Tekin Bey, Alparslan’a “Bizim işimiz kilitle değil, hadi gidip biraz daha cirit atalım” der ve Alparslan hocasının elini öpüp izin almak için yanına gittiğinde hocası elini öptürmez. Bu, çıkması için izin vermediği anlamına gelmektedir. Sav Tekin’e “Gel buraya deli yiğit. Bu kilit açılmadan hiçbir yere gidemezsin. Bir kilit nasıl açılırmış Sarı Hocan göstersin sana; Çağrı Bey’imin oğlu sen de gözünü iyice aç, dediklerimi iyi belle!” der ve kilidi eline alır. Anahtarı arkasından eskisi gibi kilitler ve “Bak Sav Tekin, deli yiğidim benim; Sarı Hocanın deli yiğidi, sen ne yaptın ne yapmadın bir deyim sana. Bu kilit kitliydi; açılması gerekti, amenna. Her kilidin açılması gerektir ki o kilidin kilitlediği yere giresin de oturacaksan oturasın; yurt yapacaksan yurt yapasın… Bunun için de ne gerek? Anahtar gerek… Kilit paslıysa yağlamak gerek… Daha daha? Orasını burasını kurcalamak, sağını solunu yoklamak, sıkıysa gevşetmek, gevşekse sıkıştırmak gerek. Ama her kilit için öyle mi gerek? Hayır! Kilidine göre, kilidin icabatına göre… Onu artık ehli her kimse o anlar… Ya sen ne yaptın Sav Tekin yeğenim? Sen de bunları yaptın… Tamam mı tamam. Eee tamam da kilit niye açılmadı? Açılmaz tabii… Hani besmelesi bunun? Besmele niye gelmez aklına Sav Tekin yeğenimin? Gelmez tabii, neden? Çünkü Sav Tekinim, yiğitliğine güvenir! İyi, güvenmesini biz de istiyoruz. Yiğitliği yetmez aklına da güvensin diyoruz, ama besmeleyi de unutmasın diyoruz, Besmelesiz başlamasın… Odunun bile neyi var? Özü var… Öyleyse? Hadi al bakalım şimdi şu kilidi; al da o yiğitliğin, o aklın besmele ile cilalansın. Hep beraber bir besmele çekelim görelim ne olacak?”
Üçü de kilide ve besmeleye o derece odaklanmışlardır ki yaklaşan ve giderek artan gürültüyü bile duyamamışlardı. Üçü birden “Bismillahirrahmanirrahim” dedi, fakat birdenbire korkunç haykırışlar, feryatlar, kaçışmalar, at kişnemeleri ve onlara karışan savaş naraları ile koşuşturma sesleri çadırın içini doldurunca i Sav Tekin kilidi çevirmeye bile muvaffak olamadı. “Kaçın! Baskın! Toplanın!” seslerini duyan Sav Tekin çadırdan fırlamıştı. Sarı Hoca, Alparslan’ın çıkmasına mâni olup etrafı iyice dinledikten sonra “Şahmeliğin adamları bunlar” diye dişlerini gıcırdatarak eğilip yerden kilidi almış ve Alparslan’ın elinden tutarak “Yürü Alparslanım!” diyerek çadırdan çıkmış, etraftaki yangını ve baskına uğrayan Selçuk erlerinin cesetlerini görünce bulduğu ilk ata atlamıştı. Alparslan’ın da elinden tutarak atın üstüne çekmiş ve kucağına alıp dörtnala uzaklaşırken dudaklarının arasından “Gene geleceğiz! Hem de bin misli!” sözleri dökülmüştür.
Selçukluların yeni yerler edinmesine tahammül edemeyen hasımları, ani bir baskın yaparak Selçuk obasını tarümar eylemiş ve Selçukluyu geldikleri yere, geldiklerinden çok az, çok kötü bir durumda yenilmiş olarak gönderiyorlardı. Selçuklular, kaçmaktaydılar. Bu umutsuz kaçışta Sarı Hoca üşümesin diye hırkasını sımsıkı sardığı Alparslan’a “Döneceğiz Alparslanım! Hem de daha güçlü döneceğiz!” diyerek atını koşturmaktaydı. Bütün bunları gören Alparslan ise “Babam gözcülerini iyi seçmemiş!” diyerek hayıflanmaktaydı. Nihayet Ceyhun nehrinin kenarında durup geri baktıklarında kadınların, çocukların perişan halini görmüş, onları derhal bir düzene sokmuş, biraz sonra gelen Sav Tekin Bey, Çağrı ve Tuğrul Beyler ve diğer erlerle birlikte, kadınları çocukları, kurtarılan bir kısım hayvanları da Ceyhun’un ötesine geçirmeyi başarmışlardı.
Buraya kadar anlatılanları kısa bir tahlile tabi tutacak olursak, paslı kilit, bir semboldür. Yüzyıllardır Bizans’ın elinde atalete gömülmüş olan Anadolu’nun sembolüdür. Oğuz Han, çocuklarına denizin ve ırmakların daha çok olduğu yerlere doğru gitmelerini vasiyet etmişti. Oğuz’un neslinden gelen Selçuklunun hedefi de bu vasiyetin peşinden gitmekti. O yüzden Bizans’a doğru akmaya çalışıyorlardı. O paslı kilidin, yani Bizans’ın hegemonyası altındaki Anadolu’nun anahtarı ise Alparslan’ın şahsında Selçuklu devletidir. Sepetçioğlu, romanını Türk’ün gizemli ülküsü olan “Kızılelma” üzerine kurgulamış ve bu ülkü uğrunda verilen mücadeleyi anlatmayı gaye edinmiştir. Kızılelma’ya götüren kılavuzların en başında, Türk’ün yoldaşı, nev’-i şahsına münhasır bir varlık olan Bozkurt gelir. Bozkurt, en sıkışık zamanlarda kendini gösterir, yol açar, aydınlığa çıkarır ve kaybolur. İslamiyet’in kabulünden sonra da İslam öncesi simgeler, semboller ve inanışlar kullanılmıştır. Sepetçioğlu da romanında bu ögeleri çok yerinde ve tumturaklı olarak işlemiştir. Bozkurt, Türk milletinin İslam öncesi döneminin en önemli manevi desteğidir. Müslüman olduktan sonra da bu manevilik yerini korumuş, bazen Bozkurt, bazen de Hızır dar zamanda yetişmiştir. Ancak İslam’la birlikte Türklerin hiç vazgeçmedikleri bir başka manevi destek, Sepetçioğlu’nun da ifade ettiği gibi her işe Besmele çekerek başlamaktır. Sepetçioğlu hem Besmele hem de Bozkurt’u bir araya getirerek Türk-İslam terkibini romanına yerleştirmiştir. Besmele sembolüyle, böyle büyük ülkülere manevi destek olmadan sadece maddi varlıkla ulaşılamayacağını anlatmaktadır.
Görüldüğü üzere Mustafa Necati Sepetçioğlu’nun romanında, Türklerin İslamiyet’ten önceki kültürleri, inanç motifleri, destanları ile İslam inancı arasında bir sentez yapılmakta, kısaca ifade etmek gerekirse Alparslan’ın şahsında Türk-İslam ülküsünün ilmek ilmek nasıl işlendiği anlatılmaktadır. Yine burada dikkat çeken bir başka husus, Alparslan’ın aldığı eğitimin üzerinde önemle durulmasıdır. Bu eğitim hem savaşa yönelik talimlerden oluşmaktadır ki bundan sorumlu olan Sav Tekin’dir; hem de bilimlere yöneliktir ki bundan da Sarı Hoca sorumludur. Bu derslerde Sarı Hoca Alparslan’a sadece bilimsel konularda ders anlatmamakta, aynı zamanda onun doğuştan getirdiği yeteneklerini geliştirmek için azami gayret göstermektedir. Hatta Sarı Hoca, en sıkıntılı zamanlarda bile bu karakter eğitiminden taviz vermemektedir.
Baskın sonrasında Ceyhun nehrini geçen kadınların, geleceğin Selçuklusunu yeniden inşa edecek olan çocuklarına sahip çıkmalarını istedikten sonra gözleri yaşaran Sarı Hoca, gözyaşlarına elini süren Alparslan’ın ağlamasına müsaade etmemiş ve “sen ağlıyorsan benim ağlamamı niye istemiyorsun?” sorusuna önce bocalamasına rağmen sonrasında şu cevabı vermektedir. “Bana bakma sen, ben karabudundan gelmeyim. Sen, Bilge Kağan gibisin, Çağrı Bey’imin oğlusun… Çağrı Bey, Selçuklu’nun gözbebeğidir. Sen göz bebeğinden yaş çıktığını gördün mü hiç? Benim gözümün yaşı şuralarımdan çıktı. Oralara gözpınarı derler, niye derler de bakalım? Pınarlardan su çıkar da ondan… Demek ki karabudunun göz pınarlarından yaş çıkar, göz bebeğinden değil! Ammaaa...”
Sarı Hoca her şeyi unutmuş hocalık damarı tutmuş, çok defa yaptığı gibi yine ata binmiş, Alparslan’ı kucağına alarak o hengâmede bile ders anlatmaya başlamıştır. “De bakayım, Sarı Hoca neden ammaaa deyip sustu? Bir şeyi iyi bellemeni istiyordu da onun için… Neyi iyi bellemeni istiyordu? Karabudunla senin arandaki ilginin derecesini. Sen, karabudunun gözbebeğisin dedim mi? Dedim. Öyleyse sen karabudunun gören gözüsün… İyi göreceksin. İyiye bakacaksın. İyi neredeyse sen orada olacaksın. Ne demiş bizim akıl hocamız Uluğ Türük demelerinde: Anlayışlı olan anlar, bilgili olan bilir; bilenle anlayan ise her vakit dileğine erişir dememiş mi? Demiş. Yine ne demiş? Kötü mü senin için daha iyi, yoksa iyi mi? Söğülmek mi istersin, yoksa öğülmek mi? Demiş mi? Onu da demiş. Öyleyse akıl hocamız Uluğ Türük doğru söylemiş. Gel gelelim sen de tutar karabudunu hor görmeye kalkarsan, ben gözbebeğim diye kurum kurum kurulursan ne yapmış olursun? İki ayağını birden kesmiş olursun. Karabudun, çadırın orta direğidir. Çadırın orta direğini yıktın mı çadır başına uçar da altta kalırsın. Bunu da böyle bilesin.” “Babamla amcam karabudunu düşünmediler öyleyse?…” “Nedenmiş o? De bakayım hele?” “Bir baskında çadırları başlarına yıkıldı… Gözcü koysalardı ya!…” “Haa… Bu meseleye gelince, bakalım Bilge Kağan ne demiş, önce onu dinleyelim. Demiş ki Türk milleti sen açken tokluk nedir bilmezsin, ammaa bir kere doydun mu da açlığı hiç düşünmezsin. İşte hesap bu hesap. Çağrı Bey’le Tuğrul Bey buraya gelip yerleşince karabudun sandı ki her şey olupbitti, daha da öteye gitmek yok… Halbuki bizim yurt buralar değil!...” Sepetçioğlu’nun Sarı Hoca’nın ağzından sözünü ettiği Uluğ Türük, Oğuzların atası olan Oğuz Kağan’dır. Böylece o, Alparslan’a aynı zamanda tarih dersi de vermekte ve onda bir tarih bilinci oluşturmaktadır. Aslında Sepetçioğlu, Alparslan’ın şahsında günümüz Türk gençlerine bu bilinci aşılamak istemektedir. Sanatçının bir vazifesi de toplumu bilinçlendirmektir.
Bu dersi, baskından kurtulanların Ceyhun ırmağının karşısına nasıl geçtiklerini görmek üzere burada bitiren Sarı Hoca, topluluğun yanına geldiklerinde Tuğrul Bey’in karşısına geçerek şikâyetlerde bulunan Atsız’ın anasının konuşmalarına ve Tuğrul Bey’in cevabına tanık olmuştur. Kadın, Tuğrul Bey’e niçin daha batıya gitmeyip de baskın yedikleri yerde kaldıklarını ve bu baskınların ne zaman sona ereceğini sormaktadır. Tuğrul Bey de Bizans’ın içine girmenin şimdilik çok tehlikeli olduğunu, güçsüzken oraya girmenin, Selçuklu’nun yok edilmesi anlamına geleceğini, bu tür baskınların da güçlendikçe azalıp yok olacağını ve güçlenince Bizans’ın karşısına çıkacaklarını söylemektedir.
Oysa ki Alparslan, bunları dinlerken hâlâ “gözcü koysalardı ya” ifadesini içinden tekrarlamaktaydı. Bir zaman sonra Bey çadırında da gözcülerin durumu konu edilmiş ve Tuğrul Bey, gözcülerden sorumlu olan Gümüş Tekin’in niçin böyle bir hata yaptığını sorgulamıştır. Yine birkaç gün sonra da Alparslan, arkadaşlarıyla bu baskını adeta bir tiyatro gibi yeniden canlandırarak gözcülerden sorumlu durumda olan Gümüş Tekin’in görevi başındayken baskın yapan taraftan birisiyle yaptığı bilinçli bir görüşmeye dikkat çekmiştir. Bu savaş oyununu seyreden Sav Tekin Bey, baskın öncesinde görüp de bir anlam veremediği Gümüş Tekin ile kendi obalarından olmayan yabancı birinin konuşmasını ve bu konuşmadan biraz sonra da baskın yediklerini hatırlamıştır. İşte o zaman Alparslan’ın nasıl bir zekâya ve akla sahip olduğunu daha iyi anlamıştır. Bunu birkaç kere Sarı Hoca’ya anlatmak istemişse de Sarı Hoca üstüne laf getirmiştir. Bu kez Sarı Hoca’nın da baskın öncesinde kendi gördüklerini görmüş olabileceğini düşünmüş fakat onun çadırda Alparslan’la ders yaptığını hatırladığında bunun olamayacağına kanaat getirmiştir. İşte o sırada anasının Sarı Hoca hakkında söyledikleri aklına gelmiştir. “Sav Tekin, Sav Tekin, sen bu Sarı Hoca’nı büsbütün boş belleme. Şamanlardan el almıştır; gizliyi de saklıyı da görüneni de görünmeyeni de hem bilir hem de görür bu Sarı Hoca. Elini eline bağla, geri yanından korkma. Sarı Hoca bu…”
Sav Tekin bu oyunla ilgili çocukları konuştururken Alparslan’a “sen hangi tarafın başındaydın?” diye sorar, Alparslan da “baskın yapan tarafın” diye cevap verir. Sav Tekin “niye Selçuklu’nun değil de baskın yapanın başındaydın?” diye sorduğunda da Alparslan, “Selçuklu’nun başında olsaydım zaten Selçuklu’ya baskın yapamazlardı!” deyince Sav Tekin Bey’in adeta aklı başından gitmiştir. Sav Tekin Bey diğer çocuklara da soru sorduğunda hepsinin önce Alparslan’a bakıp ondan bir işaret aldıklarında konuştuklarını görmüş, hiçbir arkadaşının, Alparslan’ın oluru olmaksızın konuşmadığını görünce de onun tam bir başkan vasfında olduğunu iyice anlamıştır.
Bu sohbetin arasında Sarı Hoca gelip Sav Tekin’e gizlice bir şeyler söyledikten sonra çocukları dağıtmışsa da Alparslan’ı da gizlice yanında tutmuş ve ikisine de siyaset gereği Harezm sultanına gideceklerini ve bunun çok gizli olacağını söylemiştir. Gece olunca da Sarı Hoca, eşi, Sav Tekin ve Alparslan gizlice Gürganc’a doğru yola koyulmuşlardır. Yolda Sarı Hoca Sav Tekin Bey’e Tuğrul ve Çağrı Bey’i Bilge ve Kül Tigin Beylere benzettiğini, bu iki kardeşin Türk milletini tıpkı Bilge Kağan ve Kül Tigin gibi yeniden yücelteceklerini, Türk milletinin sıkıntılı zamanlarında hep böyle önemli kişilerin ortaya çıktığını ve gelecekte de çıkacağını söylemiştir. O sırada Sarı Hoca’nın kucağında uyuyan Alparslan uyanınca ona da Göç destanını anlatmıştır. Bu destan, yağmur yağmasına sebep olan kutsal Yada Taşı’nın çıkarıldığı Kutlu Dağ’ın basiretsiz bir kağan tarafından Çinlilere satılması sonucunda Çinlilerin bu dağı parçalaması ve artık yağmur ve kar yağmaması dolayısıyla kuraklık baş göstermesini konu etmektedir. Hayvanların ve insanların açlıktankırılması üzerine bir gün heybetli bir Bozkurt görünmüş ve buradan daha verimli toprakların bulunduğu batı tarafına göç etmeleri için yol göstermiş ve onları sıkıntıdan kurtarmıştır. Şimdi aynı Bozkurt tavrını Tuğrul ve Çağrı Beylerin yaptığını ve günü gelince de Alparslan’ın da böyle yapacağını anlatmıştır.
Görülüyor ki önceki sayfalarda da belirtildiği gibi Sepetçioğlu, Türk tarihinde destanların devletin kuruluş felsefesinde önemli rol aldığını anlatmak istemekte ve sık sık Bozkurt motifini kullanmaktadır. Diğer taraftan Sarı Hoca, İslam öncesi dönemin gizemli şahsiyetleri olan şamanlara benzetilmektedir. Bütün bunlar Türklerin, İslam inancını kendi kültürel kodlarına göre aldıklarını ve bir Türk Müslümanlığı geliştirdiklerini göstermektedir.
Sarı Hoca’nın Gürganc’a yaptığı bu gece yolculuğu, bir tuzak sonucu tutsaklıkla biter. Tuzağı kuranlar, Râfızîlerdir. Buradan itibaren olaylara Küpeli Hafız isimli Yesi dergâhına bağlı bir istihbaratçı derviş de girer. Sarı Hoca, bir şekilde Küpeli Hafız’a haber salarak tutsaklıktan kurtulmalarını sağlamış ve iki medrese arkadaşı arasında, medresedeki hocaları olan Saçlı Hoca’dan aldıkları derslerle ilgili bir sohbet olmuş ve burada önemli bir paroladan söz edilmiştir. Geçmiş zamanlarda hocaları Saçlı Hoca derslerinde sık sık “Her kilit açılır, yeter ki anahtarını bilesin!” demektedir ve Küpeli Hafız, kurduğu istihbarat teşkilatının parolasını da bu sözden ilham alarak belirlemiştir. Teşkilata mensup olanlar birbirlerini tanıyabilmek için “Her kilit açılır mı?” diye soracak “Anahtarını bilmeli” cevabı alınırsa Selçuklu’nun gizli teşkilatından olduğu anlaşılacaktır. Küpeli Hafız, Râfızîlerin içine girmiş bir Selçuk casusudur. Batınîlerle baş etmenin yolu, gizli şekilde çalışmaktan geçmektedir. Artık romana, bir sonraki romanda ayrıntılı olarak anlatılacak olan Batınîler ve Hasan Sabbah’ın gizli teşkilatı da girmektedir.
Bu olayların üzerinden beş yıl geçtikten sonra Selçuklularla Gazneliler arasında Dandanakan savaşı yapılmıştır. Savaşı üstün bir stratejik plan yapan Selçuklular kazanınca bölgede hâkim güç haline gelmeye başlamışlardır. Bu savaşın kazanılmasında Alparslan’ın komutasındaki genç birliğin su kuyularını kullanılamaz hale getirmesinin ve Gazneli ordusuna ani baskınlar yapmasının önemli etkisi olmuştur. Ancak bu savaşta Sarı Hoca şehit olmuştur. Şehadetinden önce Alparslan’a kuşağında sakladığı paslı kilidi vermiş ve “Unutma ki kilit Danadanakan’da yarım açıldı, tamamını açmak sana düştü. Nerede açarsın onu sen bileceksin. Ama ölmek üzere olan hocana sorarsan derim ki denize ulaşmalısın. Çünkü deniz hürriyettir, buralarda tutsağız, denize ulaşırsan hürriyetini kazanırsın” demiş ve şehit olmuştur. Artık Alparslan, ordu içerisinde tanınan ve çok sevilen bir konumdadır.
Aradan uzun bir zaman geçmiş, Tuğrul Bey ve Çağrı Bey vefat etmiş, Alparslan Sultanlık makamına geçmiş ve çocukluk arkadaşları olan beylerini ve amcasının komutanlarını Merv’deki otağında toplayarak onlara Anadolu’yu bir hedef olarak gösterip her birini birbirinden bağımsız olarak küçük akınlar için görevlendirmiştir. Görevlendirmenin arkasından otağın direğinde asılı olan paslı kilidi indirip beylerine göstererek “Bu kilit, Sav Tekin Bey’in Sarı Hoca’ya, onun da bana emanetidir. Şahmeliğin yaptığı baskını bir daha yaşamamak için bu kilidin açılması gerek. Sarı Hocam, bu kilit sağından solundan dövülmeli ve bir de besmele çekilmeli ki açılabilsin demişti. Bu kilidi Bizans sayın siz… Bizans’ı da bu kilit gibi yıllar yılı toprak altında kalmış paslanmış bilin. Doğrudan anahtarı vurup kilidi açamayacağımıza göre her biriniz bir yanından gevşetmeye bakmalısınız. Yan kuvvetler ordu beylerinin, ordu beyleri veliahdımız Melikşah’ın buyruğundadır. Haberleşmeler bu yollardan olacaktır; benim buyruğum bu yollardan gelecektir. Sakın ola ki vurulan bir kale, basılan bir ülke teslim alınmaya, yerleşilmeye. Hareketleriniz, vurup, kırıp, talan edip, yağmalayıp geri çekilerek üssümüze dönmek olmalıdır. Her ordu kendi başınaymış gibi, hatta her bey kendi başına buyrukmuş gibi gözükecektir.” Alparslan’ın bu sözlerine Gümüş Tekin Bey itiraz edip herkesin kendi başına buyruk olmasının uygun olmayacağını söylediğinde Sultan Alparslan şunları söylemiştir. “Gümüş Tekin sözümüzü yanlış anlamış. Demem şu demedir, açıklıyorum. Buyruğu iyi dinlemelisiniz. Selçuklu ordu nizami bozulamaz. İçeriden beye, beyden bana kadar, töre ne diyorsa kıl payı ayrılınamaz. Yakutlu Bey’in Ani kalesinden ileteceği buyruğum, Urumeli’nin en uç noktasında bir tek çerimiz bile varsa o çeri tarafından yerine getirilecektir. Bu böyle biline. Gel gelelim o en uç noktadaki çeri, başına buyruk olarak hareket ediyormuş gibi görünecektir. Bu ne işe yarayacaktır? Bu şu işe yarayacaktır ki Bizans kralı, karşısında düzenli bir ordu olduğunu anlamaya. Sultan’dan kopmuş, hatta sultana başkaldırmış bir alay Türkmen eşkıyası sana. Bunun için de tedbirini almaya. Böyle böyle halkı asayişsizlikten, malından, canından emin olmaktan, korkudan bîzar hale gele ve sonunda krallarından umudu kese. İşte kilidin açılacak Hale gelmesi budur. Halk anahtarı bekler, anahtarı… o zaman! Duyuldu mu söylemek istediğimiz?”
Gümüş Tekin “ben olsam düzenli ordunun töresini sakatlamam!” diye tekrar itiraz edince Alparslan “Benim hükümdarım siz değilsiniz Gümüş Tekin; sizin hükümdarınız benim, hükümdar olsaydınız ne düşündüğünüze karışmak istemezdim!” diyerek tartışmayı sonlandırmıştır. Gümüş Tekin’in bu yanlış tutumunu hafifletmek için otağdaki beylerden bazıları Gümüş Tekin’in bunu söylemekten maksadının araya kötü niyetli kişilerin mesela Râfızîlerin girme endişesi taşımasından dolayı olduğunu belirterek ortamı yumuşatmak istemişlerse de Sultan Alparslan bunun üzerine şunları söylemiştir. “Ben derim ki biz Selçukluyuz; Selçuklu, Oğuzlunun hasıdır derim. Devlet kuruyoruz, devlet! Çobanlık yapmıyoruz, sürü gütmüyoruz. Devlet birlikte olur; birliğimiz dinimiz olmalıdır, varacağımız yerdekiler bizim soyumuzdan gelmediğine göre başka şekil düşünür müsünüz? Öyleyse İslamız! Batınîlik, Râfızîlik bilmem nelik yok; bölücülük tanımıyorum. Kim ki İslam Selçuklu’yu bölmek için mezhep çıkarır, helâk oluna… Bu böyle biline, dışına da çıkılmaya. Gelgelelim gittiğiniz yerlerdeki din adamlarına, ilim adamlarına iyi davranın; her Râfızî’yi hemen yok etmeyin… Küpeli Hafız’ın adamları hangi kılıkta karşınıza çıkar bilinmez; her gittiğiniz yerde Küpeli Hafız’ın bir adamı vardır bakarsın, Râfızî kılığına da girmiş olur. Şimdi dediklerimi dedim size. Varın gidin… Öyle bir gidin ki Bizans elçisi, gideni Sultan’a gücenmiş de gitmiş bilsin…” diyerek beylerini uğurlayacakken içeriye ulak girerek çok önemli bir haber getirdiğini söylemiş ve ulak da Sultan Alparslan’ın ağabeyisi Kavurt Bey’in isyan ettiğini ve Rey şehrine doğru yürüdüğünü bildirmiştir. Sultan Alparslan, Afşın Bey ve Ersagun Beyleri de yanına alarak Kavurt üzerine gideceğini belirterek diğer beylerin otağdan çıkmalarını istemiştir. Onlar çıktıktan sonra bu iki beyinin gözlerine bakarak “Pekâlâ, şimdi biz bizeyiz. Eskisi gibi, yıllar öncesi gibi bir oyun oynayalım haa… hani oynardık. Çöp çekelim. Çöpü ben tutacağım. Çöpü bulan hayın olsun.” demiş ve çöpü Ersagun Bey bulmuştur. Alparslan Ersagun’a dönüp “Alnına yazılmış, ben de seni münasip görürdüm. Hem dilin laf yapar hem suya benzersin hem de tek başına kendini görür gözetirsin. Afşın Gümüş Tekin’i telef edip Ordu Beyi olunca ona karşı gel, çerini çekip kaç… Gayrı gerisini sen hesaplasın… Bizans’a varınca Küpeli Hafız’ın adamları da seni bulur zaten. Arta kalanını yolda konuşuruz. Kavurt şimdi bizi beklemez. Sabah olmadan karşısına çıkmalıyız. Ben bir abdest tazeleyinceye kadar siz çeriyi hazır hale getirin bakalım. Durmayın.” demiştir.
Sultan Alparslan, beylerine sanki kendi başlarına hareket ediyorlarmış gibi Merv’den ayrılmalarını ve Bizans’tan gelen elçilerin de Selçuklu’nun beylerinin, sultanlarına itaat etmediklerini sanmalarını sağlamalarını istemiştir. Diğer taraftan Sultan Alparslan, Şahmeliğin yaptığı baskında kendi obasına ihanet eden Gümüş Tekin’in ihanetini asla unutmamış, fakat Sarı Hoca ile Sav Tekin’in öğütlerine de uyarak yıllarca bunu ortaya çıkarmamıştır. Ancak Anadolu’nun fethinde benzer bir ihanetle karşılaşmamak için Afşın Bey’i Gümüş Tekin’i öldürmekle görevlendirmiş, Ersagun Bey’i de Afşın Bey’e görünüşte karşı gelmiş gibi yapıp Bizans’a bir hain gibi kaçmasını ve onların güvenini kazanıp orada Küpeli Hafız ve oğluyla birlikte casusluk faaliyetleri yapmasını istemiştir. Böylece Anadolu, birkaç yıl içerisinde fethedilmeye hazır hale gelecektir.
Bu arada Küpeli Hafız ve oğlu da Bizans’ın başkentinde casusluk faaliyetlerini geliştirerek burada bulunan Peçenekliler ve Uzluları Selçuklu’dan ayrı olmadıkları yönünde bilinçlendirmektedir. Gizli teşkilat, İstanbul’da olup biten her şeyi ulaklarıyla anında Alparslan’a kadar ulaştırmaktadır.
Aradan birkaç yıl geçmiş ve Sultan Alparslan Halep önlerindeyken, günlerdir beklettiği Bizans elçilerini, Afşın Bey’in ulağının getirdiği haber öncesi huzuruna kabul etmişti. Elçiler, mağrur bir edayla, Türk hakimiyetine giren Malazgird’i, Ahlat’ı, Erciş’i, Menbiç’i geri istemişlerdi. Afşın Bey’in ilk habercisi, Rum imparatorunun Selçuklu’yla savaşamayacağını bildirmişti. Bu nedenle Alparslan elçileri terslememiş, cevabını ertesi gün vereceğini bildirerek onları istirahate göndermişti. “Nasıl olsa çok yakında her şey olup bitecek, söz en güzel şekliyle en kesin bir dille söylenecekti. Afşın, kilidin sağını solunu dövmüştü; Yakutlu Bey Kars’ın, Ani’nin, Kalikala’nın bütün o yörelerin işini bitirmişti. Ersagun varıp Bizans’ın orta yerinde dizginleri eline almıştı. Gayrı bir Besmele kalıyordu geriye, bir de anahtarı kilide sokup çevirmek... Uzak değildi. Nisan ayı, Halep şehrinin üstünde yerleşip dururken zamanın daraldığını işaret ediyordu. Zamanın daraldığını hem de çok daraldığını, aslında Amid’in surlarında hissetmişti.”
Otağa gelen Sav Tekin’le görüşüp elçilere cevabını ertesi gün bildireceğini söylediği sırada Afşın Bey’in ikinci habercisi kan ter içerisinde yetişerek Bizans imparatoru Romanos Diogenes’in sayısı belirsiz bir orduyla yola çıktığını ve niyetinin Hemedan’a kadar varıp Selçuklu’yu yok etmek olduğu haberini verdi. Afşın Bey’in bu orduyu karşılamak için hemen yola çıktığını ve Bizans ordusunu sağdan soldan vurup yıpratacağını, Alparslan’ın buyruğu gelip yetişince kadar da bu işe devam edeceğini Sultan’a iletmesini istemişti. Sultan Alparslan, ordunun derhal toplanıp yürüyüşe geçmesini ve bunun elçilere de bildirilmesini istedi. Sav Tekin elçilere gidip “Bizans ordusu üzerimize geliyor bizim buradan derhal uzaklaşmamız gerek” dediğinde elçiler Selçuklu ordusunun sadece ağırlıkları alarak alelacele kaçtığı duygusuna kapılmışlar ve durumu imparatora bildirmek üzere derhal yola çıkmışlardı.
Sultan Alparslan, ordusunun başında çok hızlı bir yürüyüşle Meyyafarikin’e kadar gelmiş, yorulan orduyu Sav Tekin Bey’e emanet edip Ahlat’a gitmelerini ve orada kendisini beklemelerini söyleyerek Rey’e doğru yola çıkmıştı. Yola çıkarken Anadolu’daki beylerine haber salıp vur kaç taktiği ile Bizans ordusunu oyalamaları, Afşin Bey’in de Bizans ordusunu Malazgirt taraflarına doğru bir yerlere çekmesi emrini vermiştir.
Sultan Alparslan, Rey’de gençlerden oluşan bir ordu toplamaya başladı ve kısa sürede bunu gerçekleştirdi. Uykusuz geceler geçiriyor, uyuyabildiği kısa zaman dilimlerinde de rüyasına hep paslı kilit giriyordu. Kilit açılacak gibi oluyor, ama açılmadan Alparslan sıçrayıp uyanıyordu. İşte bu uykusuzluklarda uzun zamandır ziyaret edemediği Tuğrul Bey’in mezarına gidip onunla söyleşti. Sonra aynı gün ordu toplama işini veliahdı Melikşah’a bırakıp Merv’e doğru yola çıktı ve babası Çağrı Bey’in kabrini ziyaret etti. Babasından sefer için izin istedi. Oradan Dandanakan’a doğru yola çıkıp Sarı Hocasının mezarını ziyaret etti ve hiç beklemeden tekrar Rey’e döndü. Arkasına üç ulu tepeyi almanın verdiği güvenle genç askerlerden oluşan ordusunun başına geçerek süratle Ahlat’a ulaştı. Ahlat kalesinde altı yıl önce Anadolu’nun içlerine gönderdiği beyleriyle altı yıl sonra buluşup bu zaman zarfında neler yaptıklarını bir bir öğrendi. Beyleri, verilen vazifelerini bihakkın yerine getirmişlerdi. Afşin Bey’i bölgeyi de incelemek üzere görevlendirdiği için, yöre hakkındaki bilgileri ondan dinlemek üzere sözü Afşin Bey’e bırakmıştır.
Afşin Bey, “Buyruğunuzu yerine getirdim Alparslan Sultanım!” dedi. Bulunduğumuz Ahlat’ın yukarı yolları Süphan ve Nemrud dağları denilen iki koca dağın birleştiği bele varır. Buradan başka geçit yoktur. Önce bu geçidi sağdan soldan iyice tutmalıyız derim. Bu geçit Patnos denilen düzlükten Malazgirt kalesinin eteklerine ulaşır. Burası da düzlüktür. Ama bu Süphan bir zamanlar bir ateş dağıyken bütün küllerini bu Malazgirt düzlüğüne dökmüştür. Yürürken kül içinde yürüdüğünü sanırsın… Bir de insan boyundan yüksek, iki at boyu genişliğinde kara kayalar bütün düzlüğe lök gibi oturmuşlar... Bir yerde sekiz on kümelidir, bir yerde üçü beşi bir aradadır, bir yerde tek tektir. Bu kayaların Süphan’dan küllerle bile döküldüğü söylenir. Onun için Malazgirt kalesi eteklerine doğru bu kayalar yoktur orası safi düzlüktür.”
Sultan Alparslan “Yani bu kayalardan savaşta faydalanılır; bu kayaları tutan savaşta üstünlük kurar mı demeye getirirsin Afşın Bey?” dedi.
“Savaş için bu düzlük seçilirse öyle demek istedim Alparslan sultanım.”
“Seçtik farzet… Bu kayalardan önce Patnos düzlüğü Malazgirt’e açılırken darboğazlar olacaktı, kör vadiler öyle midir?”
“Öyledir Alparslan Sultanım”
“Öyleyse Patnos düzlüğü de işe yarar… Hele bir daha görmek gerek… Vaktimiz daralmazsa…”
“Vaktimiz olacak sanırım. Artuk ve Saltuk Beyler buyruklarına bıraktığım çerileriyle Bizanslıyı bir hafta daha oyalayabilir. Sonra Malazgirt önlerine doğru kaçacaklar…”
Bu bilgileri alan Sultan Alparslan, bölgedeki su durumunu da sormuş, Afşin Bey bölgede suyun son derecede az olduğunu, bu yüzden Bizanslıların sularını yanlarında getirmek durumunda olduklarını ifade etmiştir.
Sultan Alparslan, Sav Tekin’e bakarak “Küpeli Hafızlar da Bizans ordusunun içinde geliyorlar mı?” diye sormuş, Sav Tekin de Küpeli Hâfız’ın kendisi, Balçar ile Boğaç adlı iki Peçenekli bir de Vasili… Ersagun imparatorla beraber…” diye cevap vermiş, bunun üzerine Sultan Alparslan “Bunlardan biri Rum mudur Savtekin Beyim?” deyince Sav Tekin Bey de “Değildir Alparslan Sultanım. Vasili, Küpeli Hâfız’ın oğludur” demiştir. Sultan Alparslan “Aferin Küpeli Hafız’a… Aferin bize küpeli hafızı biliştirene de… Öyleyse çocukken Dandanakan’da bizim yaptığımız işi bu Küpeli Hafız takımı yapacak demek ki Sav Tekinim, öyle midir? Bizans ordusu susuz kalırsa Patnos düzlüğüne ulaşmak ister… Biz de izin veririz… Afşin Bey bir haftamız var der… Öyleyse yarın gidip anlattığın yerleri biz de bir daha görelim deriz… Uygun bulur musunuz?”
O sırada Bizans öncü kuvvetlerini takipte olan Sandık Bey’den müjdeli bir haber gelmiştir. Haberci, Bizans öncü kuvvetlerinin yenilgiye uğratıldığını ve büyük kutsal bir haçın ele geçirildiğini, öncü kuvvetlerin kalanlarının da imparatorun ordusuna doğru gittiğini bildirmiştir. Bu müjdeli haber, her şeyi yeniden planlamayı gerektirmiştir. Bunun üzerine Sultan Alparslan beylerine şu konuşmayı yapmıştır.
“Tanrım ne yazdıysa onu göreceğiz. Ölümden öteye de yol gitmez. Böyledir diye tedbirimizi almamazlık da edemeyiz. Şimdi bozulan Bizanslılar, kralın ordusuna varacak. Öyleyse Afşin Bey’in bir haftalık dediği zaman daralacak; Diogenes, gözüpek bir kraldır. Bu bozgunun, ordusundaki kalabalık için hayırlı olmayacağını bilecek kadar da aklı başındadır. Bu yüzden hemen üstümüze doğru yürüyecektir. Patnos düzlüğü ile kayalıkları onlardan önce bizim tutmamız gerek. Şimdi Sav Tekin, Yakutlu Beyim, bir de sen Afşin Bey benimle gelesiniz. Ay ışığı varken gidip oraları görelim. Atsız Bey bizi bir bölük çeriyle kollar. Önümüzde de Sandık Bey olduğuna göre emniyette sayılırız. Yakutlu beyim ne dersin?” diyerek beylerine son kez bakıp
“Öyleyse bu beyler de yarın bizi Malazgirt düzlüğünde bulmalı. Duyduk mu Buldacım, Yağmurum, Çavlım sen de… Duyduk mu?” diyerek otağdan çıktı.
“Alparslan çadırın kapısından çıkarken içinden geniş, derin, bütün göğüs boşluğundan kopup gelen bir besmele çekti. Yine içinden “Sen de duydun mu hay Sarı Hocam?” diye sordu. “Duymadıysan… Bismillahirrahmanirrahim… dedi.
Gökyüzüne baktı… Ay tepsi genişliğinde sarı beyaz, Ahlat’tan Süphan dağını yalıyordu… “Hadi bakalım beylerin, vakit geldi sayılır!…”
Kilit, roman olarak burada bitiyor. Sultan Alparslan ve Beyleri, kilidin açılması için her türlü tedbiri alıyor ve uyguluyorlar. Açılıp açılmadığını tarih gösteriyor.
Seri romanların ikincisi olan Anahtar’da ise artık mekân değişmiş, Merv yakınlarında cereyan eden bir olayın anlatımından yola çıkarak Selçuklu tarihinin bir başka önemli olayı üzerinde durulmaya başlanmıştır. İkinci roman olan Anahtar, Malazgirt muharebesinin zaferle neticelendiğinden bir yıl sonrasında meydana gelen Sultan Alparslan’ın şehit edilişi vurgusuyla başlamaktadır. Malazgirt kahramanı Sultan Alparslan, bir kalenin fethedilişinden hemen sonra kalenin komutanı Yusuf tarafından hançerlenmiştir. Olayın, bölgede giderek güçlenen Râfızî-Batınîler tarafından gerçekleştirildiği vurgusu öne çıkarılarak Batınîlerin Selçuk ülkesinde yaptıkları, Sultan Melikşah, Nizamülmülk ve diğer Selçuklu beyleri arasındaki olaylar, yine roman tadında anlatılmaktadır.
Kilit romanı, tam anlamıyla bir strateji romanıdır. Selçuklu Sultanı Alparslan ve beylerinin, orduyu nerede olacağı önceden bilinmeyen ama mukadder olan bir büyük savaşa nasıl hazırladıklarının anlatıldığı romanda, hiçbir savaş veya saldırı anlatımına yer verilmediği dikkat çekmektedir. Türk tarihinin en mühim zaferlerinden biri olan Malazgirt’in nazariyatının işlendiği bir romandır Kilit.
Televizyon, telefon ve internet aracılığıyla yetişmekte olan Türk gençlerine yabancı kültürlerin şırınga edildiği günümüzde, öz kültürümüze dönüş, milli şahsiyet ve tarih şuuru oluşturmada, Mustafa Necati Sepeçioğlu’nun tarihî romanlarının, okullarda, sivil toplum kuruluşlarında, aile içinde okutulmasının çok önemli katkılar sağlayacağı kanaatimi belirterek bildirimi sonlandırıyorum.
Kaynakça
H. Ömer Özden, Yahya Kemal-Tarihin Estetik Yankısı, Ötüken Neşriyat, İstanbul 2018.
Mustafa Necati Sepetçioğlu, Kilit, İrfan Yayınevi, İstanbul 1978.
Süheyl Ünver, Yahya Kemal’in Dünyası, Tercüman Tarih ve Kültür Yayınları, İstanbul 1980.
Yahya Kemal, Edebiyata Dair, İstanbul Fetih Cemiyeti Yahya Kemal Enstitüsü Yayınları, İstanbul 1990.
[1] Yahya Kemal, Edebiyata Dair, İstanbul Fetih Cemiyeti Yahya Kemal Enstitüsü Yayınları, İstanbul 1990, s.71.
[2] Yahya Kemal, a.g.e., ss.306-307; Süheyl Ünver, Yahya Kemal’in Dünyası, Tercüman Tarih ve Kültür Yayınları, İstanbul 1980, s.17.
[3] Süheyl Ünver, a.g.e., s.65.
[4] Yahya Kemal, a.g.e., s. 72; Süheyl Ünver, a.g.e., s. 17. (2 nolu dipnottan 4 nolu dipnotun sonuna kadarki kısım, H. Ömer Özden, Yahya Kemal-Tarihin Estetik Yankısı, Ötüken Neşriyat, İstanbul 2018, ss. 85-86’dan alınarak aktarılmıştır.)
[5] Mustafa Necati Sepetçioğlu, Kilit, İrfan Yayınevi, İstanbul 1978.
- Geri
- Ana Sayfa
- Normal Görünüm
- © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.