- Hakkımızda
- TYB Ödülleri
- Genç Yazarlar Kurultayı
- Kitaplık
- Ahlâk Şûrası
- Yazar Okulu
- Mehmet Âkif Ersoy
- Türkçe Şûrası
- Milletlerarası Şehir Tarihi Yazarları Kongresi
- Yayınlar
- Söyleşi
- Şube Haberleri
- Salgın Edebiyatı
- Haberler
- Şiir Şölenleri
- Mesnevi Okumaları
- Kültür & Sanat Haberleri
- Kültür Kervanı
- Kırklar Meclisi
- Duyurular
- Biyografiler
26 Ekim 2025- İstanbul18°C▼
- Ankara11°C
- İzmir19°C
- Konya17°C
- Sakarya17°C
- Şanlıurfa23°C
- Trabzon16°C
- Gaziantep18°C
PROF. DR. MUSA BİLGİZ: MEHMET ÂKİF VE MİLLÎ BİRLİĞİN KORUNMASI
Mehmet Akif’, Osmanlı devletinin yıkılmaya yüz tuttuğu ve Türkiye Cumhuriyeti’nin doğuş devresine rastlayan bir dönemde yaşamıştır.

16 Ağustos 2021 Pazartesi 14:20
Aydınlar, devleti yönetenler ve halk, tam bir maddi ve manevi arayış içindedir. Fransız devrimi ve onun meydana getirdiği çeşitli düşünce akımları sonrasında, ekonomik, endüstriyel, siyasi, askeri ve bilimsel başarılar ortaya çıkmıştır. Bu başarılar, Batı’nın İslam toplumlarını sömürme isteklerini ortaya koymuştur. Bunun sonucu olarak da her taraftan işgal ve saldırılar başlamıştır. Bütün bu olup bitenler karşısında Doğu toplumları, bu duruma hazırlıksız yakalanmış ve perişan bir hale düşmüşlerdir.
Mehmet Akif, harbi umumi denilen birinci dünya savaşı yıllarında ve İstiklal harbi esnasında bütün Anadolu ve Rumeli’yi baştanbaşa gezmiştir. Bunun nedeni, işgalden başka hiçbir şey düşünmeyen düşmanlara karşı Müslüman kitleyi ayaklandırmaktır. Akif, bunun için bilhassa Milli mücadele öncesinde İstanbul’da, Milli mücadele esnasında ise, Anadolu’nun muhtelif şehirlerinde camilerde halka hitap ederek onları savaşa davet etmiştir. İstiklal Savaşı’nda, pek çok Batıcı aydının aksine, cephe cephe, cami cami koşup canları ve ruhları dirilten ateşli konuşmalarda bulunmuştur. Bu yönüyle Akif, tufana yakalanmış bahtsız bir toplumu gemisine çağırarak onların kurtuluşu için durmadan çırpınan ve bu konuda bıkkınlık ve yılgınlığa düşmeyen bir kurtarıcı şahsiyet konumundadır.1
Akif’i dertlendiren umumi hüzün, sadece kendi tarihinden, milletinden, medeniyet ve değerlerinden yükselen ızdırap, çöküntü, ümitsizlik ve perişanlık hali değildir. O, bütün İslam milletlerinin ve diğer mazlum halkların maruz kaldığı insafsız istismar, sömürü, zulüm, talan ve yıkım faciasına karşı toplumu bilinçlendirmenin dini, milli ve insani bir görev olduğunun bilinciyle hareket eder. Bu anlamda Akif, yalnızca bir ülkenin sesi değil, o, bir kıtanın hatta kıtaların sesidir. Bu samimi, gayretli, fedakâr, çalışkan, din ve vatanperver çığlığa kulaklarımızı ve gönlümüzü açık bulundurmazsak hata ve problemlerimizin hem sonu gelmez ve hem de sebep ve çözümlerini göremeyiz.[1] [2] Bu yüzden Emperyalizmin taraftarları ve fikir babaları, Akif’e ve o’nun gibi düşünenlere bitmek bilmeyen bir kin ve intikamla saldırmaktan hiçbir zaman geri durmazlar. Akif ve sevenleri, emperyalist güçler ve onların dalkavuk ve riyakâr taraftarlarınca daima birincil düşman olarak görülmüşlerdir.
“Milliyet en kısa ifadesiyle tarih ve toprak şuurudur.”[3] Milliyetçilik ise, millet hayatını oluşturan bütün değerlerin, temellerin, millete hayat katan bütün kaynakların, vatanın, tarihin, dilin ve dinin her hangi bir yeniliğe feda ve terk edilmemesidir. Binaenaleyh, Mehmet Akif”in milliyetçiliğini, tarih ve toprak şuurundan ayırmak mümkün değildir. O, tarih, mazi, mefahir ve ecdad duygusunu bütünüyle ruh yapısına gömmüştür. O, dinle ilgisi olmayan bir milliyetçilik anlayışına şiddetle karşıdır.[4] O’nun milliyetçiliğini dindarlığından, dindarlığını da milliyetçiliğinden ayırmak mümkün değildir. Akif’de din ve millet mükemmel bir senteze ulaşmıştır.
Akif, samimi ve şuurlu bir Müslüman olmakla birlikte, en başta vicdanın bekçisi olan dinin ve onun yanı sıra tarihin, vatanın, ahlakın, örflerin, mefahirin hiçbirisini feda etmeyen tam bir milliyetçi ve muhafazakârdır. “Akif, millet anlayışında ırk gibi kaba, maddi bir unsura yer vermemekte, millet kuran manevi unsurlardan dine büyük önem vermektedir... O, “ahlakçı milliyetçidir.”[5] Akif, milletleri parçalayan ve yok olmaya sürükleyen ırkçılığa şiddetle karşı çıkmış ve hayatı boyunca onunla mücadele etmiştir. Safahat’ın altıncı kitabı olan Asım’da, “ahlakçı milliyetçi” bir gencin nasıl olması gerektiğini görmekteyiz. Akif, sadece bir ideal adamı değil; gerçeğin, samimiyetin adamıdır. O, Asım’da müslüman gencinin nasıl olması gerektiğini tasvir ederken, kendisi bundan bigâne kalmamıştır. Tasvir ettiği “ahlakçı milliyetçi gençlik” gibi yaşamıştır. Onun bu vatan ve millet sevgisini, “ahlakçı milliyetçi” düşünce ve tavırlarını, Kurtuluş Savaşı hitabelerinde ve vaazlarında da görmekteyiz.
Akif, içtimaî hastalıklardan en bariz olanının, müslümanların dost ve düşmanını tanımamaları ve “feraset”ten yoksun olmaları olarak belirtir. O, menfaatini “ilah” edinen (Furkan, 25/43; Casiye, 45/23), Müslümanları içten yıkmağa gayret gösteren riyakâr ve dalkavuklara karşı inananların sürekli bir basiret ve uyanıklık halinde olmalarını canı gönülden arzular. Akif’in inanç dünyasında, İslâm’ın emirlerinin ilâhî olduğuna, şüphesiz doğru olduklarına inanmak yetmiyor, onlara sarılmak ve onların gösterdiği yoldan sapmamak da gerekiyor. İsyan, tuğyan, cehâlet, tembellik, sefahet ve nifak milletleri mutlaka izmihlale sürükler. Bu davranışlar, ister imansızlık yüzünden olsun, isterse inanıldığı halde amele karşı isteksiz davranmaktan olsun, aynı feci sonucu hazırlar.[6]
Akif’in üzerinde en çok durduğu konulardan, dikkat çektiği tehlikelerden biri de hiç şüphesiz ırkçılık, kavmiyet davasıdır. Irkçılık, İslam dışı inanç ve değerler yekünû olan cahiliyenin temel esaslarından biridir. Daha sonraları ise bu esas, Batı’nın, Müslümanları parçalamak için kullandığı zehirli hançerlerinden biri olmuştur. Nitekim Osmanlı Devleti, bu zehirli hançerin bağrına saplanmasıyla yıkılıp parçalanmaya başladı. Hâlbuki Kur’an’a göre, insanların köklere, kabilelere ayrılmasının sebebi; tanışmak ve neseplerin birbirine karışmaması içindir. Yoksa atalarla öğünmek için değildir. Kur’an, milletleri birbirine düşman ettiği ve yıktığı için ırkçılık bir başka adıyla kavmiyet davasını şiddetle reddetmiştir. “Ey insanlar! Biz sizi bir erkek ve kadından yarattık ve sizi kavimler ve kabileler haline getirdik ki birbirinizi tanıyabilesiniz. Şüphesiz Allah katında en üstün olanınız O’na karşı derin bir sorumluluk bilincini taşıyanınızdır”(Hucurat, 49/13). “Başka bir deyişle, insanların “kavimler ve kabileler”e dönüşmesi, görünürdeki farklılıklarının ardındaki temel insanî birliği/birlikteliği anlama ve takdir etme eğilimini azaltmayı değil, tersine bu eğilimi arttırmayı amaçlamaktadır.”[7]
Kalbi ve beyni Kur’an esaslarıyla dolup taştığı ve onlarla şekillendiği için Akif de bu belaya bütün gücüyle karşı çıkmıştır. Akif, Kınalızâde Ali Efendi’den şu alıntıyı yapar: İnsan, peygamber soyundan dahi olsa, asalet davasıyla ortaya çıkmamalıdır.
Zira bu davayı isbat edebildiği takdirde bir şey kazanamayacak; çünkü bütün şan ve şeref, muhterem ceddine ait olup kendi yabancı mevkiinde kalacaktır. Asaletini isbat edemediği takdirde ise, yalancı olup çıkacaktır. Şah-ı Nakşibend’e: “Silsile-i nesebiniz nereye varır?” demişler. O, “Silsilei nesebiyle kimse bir yere varamaz” cevabını vermiştir.[8] İslâm; kavmiyet, cinsiyet gibi, insanları birbirinden uzaklaştıran, nefret ettiren hususları ortadan kaldırıp, müslümanları tek bir millet yapmış iken, bazılarımızın kalkıp aynı ülkede yaşayan müslümanları kavmiyet hissiyle parçalamaya hakları yoktur. İslâm’da ırkçılık, kavmiyetçilik olmadığı halde müslümanlar, kavmiyetçiliğe sarılırsa din kardeşliği ortadan kalkar ve İslâm Toplumu’nun birliği parçalanır.[9]
İslâm, ırk, renk, dil, bölge ve iklim itibariyle farklı unsurları aynı din altında toplar. Osmanlılar ve diğer İslam ülkeleri, hep ırkçılık tefrikası yüzünden yok oldu. Oysa biz, hâlâ milleti parçalayacak siyasetler peşindeyiz. Biz bu halimizle dünyada zelil, ahirette de Allah’ın huzuruna çıkamayacak mahcubiyete düşmüş oluruz.[10] [11] Bizler yabancıların aramıza atmak istediği nifak, fesad, kavmiyet ve ırk davalarını gayretle büyütme azmi içindeyiz. Oysa hayra ve ümmetin menfaatine karşı çok kayıtsız ve cimri davranıyoruz. Kendi zararına bu derece cömert davrananlara akıl erdirmek çok zor.11 Eğer Müslüman toplumları birbirine düşman göstermek siyasetinden vazgeçmez; tembellik ve miskinliğin haram olduğunu anlamazsak, dinin cehâletle payidar olmayacağına kalbimizle inanmazsak, bütün gücümüzle düşmandan daha kuvvetli olmaya çalışmazsak, milletlerin oyuncağı, müslümanların yüzkarası oluruz... Bizler muazzam bir milletiz ki o millet, milleti İslâm’dır.[12] Kavmiyetçilik veya ırkçılık davasında bulunmak Müslümanlığa veda etmektir.[13]
Akif, bölünmeye kapı açan tehlikelere karşı uzak duruyordu. Onun en büyük arzusu, İslam bayrağının yükselmesi, Müslümanların silkinip kendine gelmesiydi. Evet şark toplumları için başka bir çare kalmamıştı. Çünkü eski elbiseler, yama tutmayacak kadar yıpranmıştır; onun yerine yenisini almak gerekmektedir. Akif, toplumların değişim çarelerini çok iyi bilmektedir. Yüce Allah Kur’an-ı Kerim’de, bir toplum kendini değiştirmedikçe, Allah’ın o toplumu değiştirmeyeceğini, ilahi sünnetin bu yönde olduğunu peşinen ilan etmişti (Ra’d, 13/11). Öyleyse Allah durup dururken bir ‘sahip’ göndermeyecektir. İnsanlar ve toplumlar önce kendi kendilerine sahip olmalıdırlar. Akif, Balkanlarda, Orta Avrupa’da Osmanlı teb’ası olan kavimlerin başkaldırılarını görmüştür. Akif’e göre hayatta kalmak isteyen milletlerin birlik ve beraberlikten başka hiçbir çareleri yoktur. Fertleri birbiriyle kaynaşmış, topyekûn dayanışma içinde sağlam bir bina haline gelmiş milletleri, düşman silâhları bile kolaylıkla deviremez. “Kale içinden feth olunur” şeklindeki atasözümüz, bu gerçeği çok güzel ifade etmektedir. Tarih boyunca yıkılan İslâm devletlerinin yıkılma sebepleri, hep aralarında patlak veren ayrılıklar, düşmanlıklar ve parçalanmalar sebebiyledir. Akif, “muhtelif fırkaları (partileri) olan milletlerin yükselmeye devam ettikleri” şeklindeki muhtemel itiraza, fırka ile tefrika kavramları üzerinde durarak, şu şekilde açıklama getirmektedir: “Onlar, fırkayı tefrika manasında telâkki etmiyorlar... Bizde ise öyle mi, heyhat! Fırkacılık tefrikacılıkta karar kılıyor. Birbirimize düşman kesiliyoruz. Her fırka diğer fırkayı vatanın düşmanı tanıyor, o nazarla bakıyor. Maksad, memleketin selâmetidir; filân fırka selâmeti şu yoldan hareket ederek görmüş, bizim fırka da bu taraftan gitmekte demiyor. İşte bu tefrikalar, hep birbirimize tahammül etmemekten, birbirimizi anlamamaktan ortaya çıktı. Akif, Avrupalıların sömürge haline getirmek istedikleri devletlere karşı uyguladıkları yöntem hakkında muhataplarını şu cümlelerle ikaz etmektedir: Avrupalılar, işgal etmeyi kararlaştırdıkları memleketin halkı arasına önce ayrımcılık, bölücülük sokarlar, senelerce milleti birbiriyle boğuştururlar. Sersem halk bu suretle yorgun düştükten sonra, gelip çullanırlar. Bu gün de işte bize karşı aynı siyâset kullanıldı. Zaten her yerde siyasetleri budur. Hindistan’da, daha önce Endülüs’te, sonraları Cezayir’de, İran’da hep böyle yaptılar. Takip ettikleri siyaset hep aynı siyasettir, hiç değişmez.[14]
Akif, milliyete dayalı ayrılıkları, Müslümanlığa ters düştüğü gerekçesiyle eleştirir. Ona göre; bütün Müslümanlar hep birlikte; Allah’ın ipine sarılmalıdır. Vatanın bütünlüğü ve bekası için de bu şarttır. Akif, siyasi ve toplumsal bir konu olan milliyetçi ayrılıkları; dinsel bir bakış açısıyla eleştirir. Irkçılığa dayanan anlayışın, ülke ve milleti ne hale getirdiğini manzum ve mensur yazılarının birçoğunda dile getirir:
“Müslümanlık dini gayet sıkı, gayet sağlam
Bağlamak lazım iken, anlamadım, anlıyamam.
Ayrılık hissi nasıl girdi beyninize,
Fikr’i kavmiyeti şeytan mı sokan zihninize?
Birbirinden müteferrik bu kadar akvamı, Aynı milliyetin altında tutan İslam’ı,
Temelinden yıkacak zelzele, kavmiyettir. Bunu bir lahza unutmak ebedi haybettir... Arnavutlukla, Araplıkla bu millet yürümez.. Son siyasetse bu! Hiç böyle siyaset yürümez! Sizi bir aile efradı yaratmış Yaradan; Kaldırın ayrılık esbabını artık aradan. Siz bu davada iken yoksa iyazen-billah, Ecnebiler olacak sahibi mülkün nagah... Bir değil mahvedilen devlet-i islamiyye... Girdiler aynı siyasetle bütün makbereye. Girmeden tefrika bir millete, düşman giremez; Toplu vurdukça yürekler, onu top sindiremez. Bırakın eski hükümetleri meydandakiler Yetişir, şöyle bakıp ibret alan varsa eğer. İşte Fas, işte Tunus, işte Cezayir, gitti! İşte İran’ı da taksim ediyorlar şimdi. ”[15]
Akif, “Çeşitli ırkları bir arada tutan İslam milliyetidir” der. Bunu temelinden yıkan ise ırkçılıktır. Ama millet bu durumu görmemekte ve hatalı siyasetle, İslam ülkeleri dağılmaktadır. Akif’e göre içimizde millete bu ayrılık tohumlarını eken, o gün çeşitli isimlerle çıkan bazı gazetelerdir. Millet ise bir şekilde bu tohumları yeşertmektedir:
“Hani milliyetin İslam'idi. - Kavmiyet ne! Sarılıp sımsıkı dursaydın o milliyetine Arnavutluk ne demek, var mı şeriatta yeri Küfür olur başka değil, kavmini sürmek ileri Arap'ın Türk'e, Laz'ın Çerkez'e yahut Kürd'e Acem'in Çinli'ye, rüçhanı mı varmış nerde? İslamiyet'te anâsır mı olur ne gezer Fikr-i milliyeti tel'in ediyor Peygamber En büyük düşmanıdır ruh-i Nebi tefrikanın Adı batsın onu İslam'a sokan kaltabanın.”[16]
Akif, bu ifadelerle Müslümanlar arasında kurulan kardeşlik bağının, diğer tüm dünyevî ve ırkî bağların üstünde olduğunu dile getirmektedir. Çünkü İslam, her konuda olduğu gibi bu konuda da adalete dayalı bir yol ortaya koymaktadır: “Sizden hiçbiriniz kendisi için sevdiğini Müslüman kardeşi için de sevmedikçe iman etmiş sayılamaz.”[17] Akif’in eserlerinde geçen millet ve ırk ifadeleri, ortak dine sahip olan bir toplumun ifadesidir. Akif kavmiyetçiliği başka bir yerde de şiddetle şöyle eleştirir:
“Nedir bu tefrika; yâhû! Utanmıyor musunuz?
Geçen fecâyi’e hâlâ inanmıyor musunuz?
Gömülmek istemeyenler boyunca hüsrâna;
Nifâkı gömmeli artık mezâr-ı nisyâna.
Unuttunuz mu ne korkunç edebsiz olduğunu?
Eşip de geçmişi hortlatmayın şu mel’ûnu!...
Ki dinlemezseniz elbette mahvolur millet:
Sizin felâketiniz: Târumâr olan «vahdet».
Eğer yürekleriniz aynı hisle çarparsa;
Eğer o his gibi tek, bir de gâyeniz varsa;
Düşer düşer yine kalkarsınız, emîn olunuz...
Demek ki birliği te’mîn edince kurtuluruz.
O halde vahdete hâil ne varsa çiğneyiniz...
Bu ayrılık da neden? Bir değil mi her şeyiniz?
Ne fırka herzesi lâzım, ne derd-i kavmiyyet;
Bizim diyânete sığmaz sekiz, dokuz millet!...
Huzur-i Hak’ta nasıl toplu durdunuzdu demin?
Günâhtır, etmeyin artık, ayıptır, eylemeyin!
Şu ihtirâsa uyup az mı verdiniz kurban?
Şikak için mi eder, sâde, kalbiniz daraban?
Neden uhuvvetiniz böyle münhasır namaza?
Çıkınca avluya herkes niçin boğaz boğaza?
Ne Müslümanlığıdır, anlamam ki, yaptığınız?
Çıkar yol olmayacak, korkarım, bu saptığınız!...
Gönüller ayrı oluş, sîneler bir olsa bile...
Nifâk alâmeti bunlar, kuzum, tamâmiyle:
Nifâka buğz ediniz hâlisen li-vechillâh;
Halâs eder sizi ihlâsınızla belki İlâh.
Münâfığın sonu gelmez, söner sefîl ocağı...
Bugün tüterse henüz gelmemiş, demek ki, çağı!
Nedir ki, verdiği yangınla memleket de biter, Saçak tutuşmadan evvel basılmamışsa eğer.
Yanında yaş da yanar, çâresiz, yanan kurunun... Diyor Kitâb-ı İlâhî: «O fitneden korunun,
Ki sâde sizdeki erbâb-ı zulmû istîlâ
Eder de, suçsuz olan kurtulur değil aslâ!...»[18]
Hesâb edin ne kadar bîgünâhın aktı kanı...
Beş on vatansız için nâra yakmayın vatanı!
Hudâ rızâsı için kaldırın nifâkı... Günâh!
Alev saçaklara sarsın mı, yâ ibâdallah?
Sararsa hangimizin hânümânı kurtulacak?
O bir tutuşmaya görsün, ne od kalır, ne ocak!
Neden beş altı vatansız beş altı kundakçı,
Yığın yığın buluyor arkasında yardakçı?
Niçin hakîr oluyor, sonra, durmayıp öteden, «Koşun! diyen, bu cehennem henüz kıvılcım iken.» Ne intibâha çalışmak, ne i’tilâya emek;
Cihan yıkılsa bizim halk uyanmadan gidecek!
Onun kıyâmı için Sûr’u beklemek lâzım!
Bu duygusuzluğa bir çâre yok mu, Allâh’ım?[19]
Akif geçmiş felaketlerden ders alınması gerektiğini söyler. Aksi takdirde acı bir hüsran milleti beklemektedir. Akif bu kavmiyetçilik düşüncesinden milleti uzaklaştırmak, için sözlerine şöyle devam eder:
“Böyle düşmüş müydü, herkes ayrılık sevdasına?
Benzeyip şirazesiz bir mushafın eczâsına”[20]
Akif, acınası ayrılık manzaralarını gözler önüne serdikten sonra, düşman bizi can damarımızdan yakalayıp pençesinin altına almış, biz hala bir birimizle boğuşmanın derdindeyiz, diyerek; kişisel çıkarların ihtirasından kurtulamadığımızı vurgular. Akif, İslam dünyasının halini, bütün organları ve uzuvları parçalanmış canlı bir organizmaya benzetmektedir:
“Fırka, milliyet, lisan namıyla dâim ayrılık.
En samimi kimseler beyninde en ciddi açık...
Müslümanlık bizden evvel böyle zillet görmedi.
Hâlimiz bir inhilâl etmiş vücûdun hâlidir.”[21]
Akif, üç çeşit ayrılığa dikkat çekmiştir. Bunlar: mezhep, ırkçılık ve dil ayrılıklarıdır. Bu ayrılıklardan Akif’in en çok üzerinde durduğu konu, hiç şüphesiz ki kavmiyet konusudur:
“Peki! Bizler ne yaptık? Kol kol olduk tarumar olduk...
Nihayet bir deni sadmeyle düştük, hâk-sar olduk.”[22]
“Sen! Ben! desin efrâd, aradan vahdeti kaldır:
Milletler için işte kıyâmet o zamandır.
Mâzîlere in, mahşer-i edvârı bütün gez:
Kânûn-i İlâhî, göreceksin ki, değişmez.”[23]
“Vahdetten eser yok bir avuç halkın izinde!
Post üstüne ben kavgaların hepsi nihayet
Hâlâ mı boğuşmak? Bu ne gaflet, ne rezalet!
Cemiyete bir fırka dedik, tefrika çıktı.
Sapasağlam iken milletin erkânını yıktı”[24]
Akif, memleketteki milliyetçi ayrımların siyasi ayrılıklardan kaynaklandığını düşünür. Siyasi oyunlar ülkenin geleceğini tehdit eder hale gelmiştir. Siyasi politikaların milleti parçalara ayırdığına dikkat çekmiştir.[25] Osmanlı İmparatorluğu’nun, üç kıtaya hakim, altı yüz yıllık tarihi olan bir ülke olduğunu, daha sonra ise, küçüldüğünü esefle söyler. Osmanlı İmparatorluğu, önce Afrika’dan sonra Avrupa’dan hatta Asya’dan bile çekilip, küçük bir kara parçasına mahkûm olmuştur. Akif, Osmanlı Devletinin parçalanmaya başladığı günlerde Arnavutluk, Arap, Türk, Kürt kavim- lerinin ileri gelenlerini çağırıp; onlara kavmiyetçiliğin zararlarını anlattığını söy- ler.[26] Birlik çağrısında bulunur. Fakat çeşitli nedenlerle teklifi geri çevrilir. Akif’in, Arnavut olmasına rağmen mili ayrılık konusundaki hassasiyetine bazı ayetlerin tefsirlerinde de rastlıyoruz. O, fertleri birbirleriyle uğraşan milletlerin, varlıklarını korumak için maddi imkânların tedarikine; ne vakit ne de imkân bulabileceklerini söyler. Daha da önemlisi manevi kuvvetten düşeceklerdir. Manevi gücünü kaybeden milletin ne büyük bir hüsrana düştüğünü şu cümlelerle ifade eder: Birlikten ayrılan, birbirleriyle uğraşan milletler önce din, metanet, birbirine güvenmek gibi ahlaki meziyetlerden uzak düşer, sonra da servetine, şevketine, istiklaline ebediy- yen veda eder.[27]
Akif, milliyetçi düşüncelerin insanlar tarafından kolaylıkla benimsendiği; insanların bu konuda bağnazca çalıştıkları halde, aynı çabayı kurtuluşları için nedense göstermediklerine değinerek şöyle der: Ey Müslüman cemaati, Allah için olsun geliniz bu tefrikalara, bu kavmiyet, bu lisan, bu bilmem ne gürültülerine nihayet veriniz. Çünkü tehlike olanca şiddetiyle her taraftan yüz göstermeye başladı. İbret almak için maziye dönüp bakmaya artık ne hacet var, ne de vakit! İyice görüyorsunuz ki bu kanlı dedikodulara, bu sırf dedikodudan çıkan savaşlara, mücadelelere biraz daha devam edecek olursanız siz de, sizinle beraber şu son devlet de evvelkilerin uğradığı kötü akıbete uğrayacak.[28]
İslam’ın hükümleri fertler arasında birliği sağlamak amacını taşır. Osmanlı sınırları içinde yaşayan Arnavut, Kürt, Çerkeş, Boşnak, Arap, Türk ve Lazların aralarındaki bağ “din”dir. Yüzyıllarca din bağıyla bu milletler kardeşçe yaşamışlardır. Akif’e göre bugün bu bağ gevşemiş, Müslümanlar birbirini tanımaz ve sevmez hale gelmişlerdir. Birbirlerini, yabancıların tanıttığı kadarıyla tanımaktadır. Yabancılar ise bu tanıtımı kendi menfaatlerine olacak şekilde yapmaktadırlar. Yani Müslümanları, birbirlerine düşman olacak şekilde tanıtmaktadırlar. Tabi ki bu, büyük bir zillettir. Cehaletimiz, tembelliğimiz Müslümanları çöküş noktasına getirmiştir.[29] İslam dini birliği emrederken, Müslümanlar ayrılık içinde yaşıyorlarsa, sorun dinde değil, dini anlayamamak ve yaşamamaktadır. Akif’e göre, birbirinden bu kadar kopuk, bu kadar tembel, bu kadar vurdumduymaz bir millet esarete mahkûmdur... Mehmet Akif, Müslümanların tefrikasının bir nedenini de o günkü hükümetin zayıflığına bağlamıştır.[30]
“Demek İslam’ın sonra namı kalmış Müslümanlarda
Bu yüzdenmiş demek hûsrân-ı milli son zamanlarda
Eğer çiğnenmemek isterseler seylâb-ı eyyâma;
Rücû’ etsinler artık müslümanlar Sadr-ı İslâm’a.”[31]
Akif’e göre, İslam idealini engelleyen iki mühim düşünce akımı vardır. Birinci ve en önemli olanı, körü körüne batı hayranlığı ve din aleyhtarlığıdır. İkinci engel ise kavmiyetçiliktir. Akif, körü körüne Batıyı taklit edenleri eleştirir. O, Müslümanları, hem İslam’a çağırır hem de millet ve memleket farkı olmaksızın kuvvetli bir bağ ve dayanışma ruhu ile birbirlerine bağlı kalmalarında ısrar eder. Akif’in son ümidi, İslam’ın son kalesi olan Anadolu’nun kurtulmasıdır. Anadolu’daki Müslümanlar, eğer ilim ve medeniyette uyanıp, çalışmaya başlarlarsa, diğer Müslüman ülkelerde de bu uyanışı başlatacaklardır. Böylece ülkeyi düşman işgalinden kurtarıp, hür olarak yaşamalarını sağlayacaktır. Mehmet Akif, bu düşünce ve gayretleriyle, Müslümanlar arasında kavmiyet farkı gözetmeyen bir İslam birliği idealine sarılıyordu.[32]
Sırat-ı Müstakim dergisi mensupları aydınlar, Mehmet Akif ve arkadaşları neşriyatlarının ilk yıllarında, bir kültür harekâtı olarak Türkçülük akımını, Müslüman Türkleri uyandırmaya çalışırken pek tabi olarak desteklemişlerdi. Fakat Türkçülük hareketlerinin kısa bir zaman sonra siyasi bir şekle bürünmesi üzerine Akif ve arkadaşları ona karşı çıkmışlardır: Çünkü böyle bir akımı İslamiyet’e aykırı bulmakla beraber, Osmanlı vatanında bulunan ve Türk olmayan diğer toplulukların ayrılmasına sebep olacağı için tehlikeli görmüşlerdir.[33]
Akif’in toplumcu kişiliği, İslam’daki “cemaat” anlayışıyla birleşip, bütün Müslümanların birlik ve beraberliği idealinin oluşmasına neden olmuştur. Dini hassasiyetleri bu kadar güçlü bir şair, toplum için yazdığı şiirlerinde ve diğer eserlerinde hep bu birliği oluşturmaya çalışmıştır. Akif, milliyetçi ayrılıklar karşısında birliği ve kardeşliği tavsiye etmiş, bunun dini ve insani bir zorunluluk olduğunu bütün gücüyle haykırmıştır. Birlik ve beraberliği tavsiyede, Akif’in dayandığı kaynak dindir. Birlik ve beraberlikten uzaklaşmayı Allah’tan uzaklaşmak olarak gören Akif, şu mısralarda bu gerçeği dile getirir:
“Cihan artık değişmiş, infirâdın var mı imkânı,
Göçüp ma’mûrelerden boylasan hattâ beyâbânı?
Yaşanmaz böyle tek tek, devr-i hâzır: Devr-i cem’iyyet.
Gebermek istemezsen, yoksa izmihlâl için niyyet, «Şu vahdet târumâr olsun!» deyip saldırma İslâm’a; Uzaklaşsan da îmandan, cemâ’atten uzaklaşma. İşit, bir hükm-i kat’î var ki istînâfa yok meydan: «Cemâ’atten uzaklaşmak, uzaklaşmaktır Allah’tan.» Nedir îman kadar yükselterek bir alçak ilhâdı, Perîşân eylemek zâten perîşân olmuş âhâdı?
Nasıl yekpâre milletler var etrâfında bir seyret?
Nasıl tevhîd-i âheng[34] eyliyorlar, ibret al, ibret!”[35]
Akif’e göre dağılmak, parçalanmak, batıl bir fikri iman derecesine çıkarmak demektir. Bunun yerine, çevredeki birlik ve beraberliği sağlamış milletlerden, ders çıkarmayı tavsiye eder. Akif, Bursa’nın işgali sırasında yazdığı “Bülbül” adlı şiirinde, din birliğinin tehlikede olduğunu söyler. Müslümanlar şayet din birliğini dikkate almazlarsa bunun sonucu, başıboşluk, bölünme ve yıkılma olacaktır:
“Asırlar var ki, aydınlık nedir, hiç bilmez âfâkım!
Tesellîden nasîbim yok, hazân ağlar bahârımda;
Bugün bir hânümansız serserîyim öz diyârımda!
Ne hüsrandır ki: Şark’ın ben vefâsız, kansız evlâdı,
Serâpâ Garb’a çiğnettim de çıktım hâk-i ecdâdı!
Hayâlimden geçerken şimdi, fikrim hercümerc oldu, Salâhaddîn-i Eyyûbî’lerin, Fâtih’lerin yurdu.
Ne zillettir ki: Nâkûs inlesin beyninde Osmân’n;
Ezan sussun, fezâlardan silinsin yâdı Mevlâ’nın!
Ne hicrandır ki: En şevketli bir mâzî serâb olsun;
O kudretler, o satvetler harâb olsun, türâb olsun!
Çökük bir kubbe kalsın ma’bedinden Yıldırım Hân’ın;
Şenâ’atlerleçiğnensin muazzam kabri Orhan’ın;
Ne haybettir ki: Vahdet-gâhı dînin devrilip, taş taş, Sürünsün şimdi milyonlarca me’vâsız kalan dindaş! Yıkılmış hânümanlar yerde işkenceyle kıvransın;
Serilmiş gövdeler, binlerce, yüzbinlerce doğransın!
Dolaşsın, sonra, İslâm’ın harem-gâhında nâ-mahrem...
Benim hakkım, sus ey bülbül, senin hakkın değil mâtem! [36]
Akif, “Ey iman edenler, sizi, size hayat verecek olan şeylere davet ettiği zaman, Allah’a ve Resulüne icabet edin. Bilin ki şüphesiz Allah kişi ile kalbi arasına girer ve siz hakikaten yalnız ona dönüp toplanacaksınız!” (Enfal, 8/24) ayetini tefsir ederken şöyle der: Ey Müslümanlar, bilmiş olunuz ki Müslümanlıkta kavmiyet yoktur. Hz. Peygamber (s.a.v) de, “Irkçılık davasına kalkışan bizden değildir, ırkçılık üzerine savaşa girişen de bizden değildir”[37] buyurarak ırk üstünlüğü iddiasında bulunmanın dinen kabul edilemeyeceğini bildirmektedir. Çünkü insanların farklı ırk ve renklerde yaratılmaları birinin üstün, diğerinin aşağı mertebede olduğu anlamına gelmemektedir. Aksine, yaratılışın bu çeşitliliği, Allah’ın yücelik ve birliği için birer ayet, belge ve hidayet kaynağıdır.[38] Akif, konuyla ilgili ayet ve hadisleri temel alarak Müslümanları birlik ve beraberliğe çağırmıştır.[39]
Akif, memleketteki her türlü ayrılığın sebebinin, İngiliz siyaseti olduğunu söylemektedir. Tüm dünyada yaygın olan bu siyaset, Müslümanları birbirine düşürmektedir. “Böl-parçala-yönet” siyaseti, Hindistan da başarıyla uygulanmış; Osmanlı Devleti’nde de başlatılmıştır. Bu durum karşısında toplu olarak çalışıp vatanı korumayı şu şekilde tavsiye eder: Fırkacılık, kavmiyetçilik... Bu düşüncelerden vazgeçilmeli ve bu düşüncede olanlar artık susmalı. El birliğiyle bütün vatan müdafaa edilmeli. Bunlar yapılırken de asla ümitsizlik içine düşülmemeli. Emin olmalıyız ki canla başla çalışır, ırkçılık ve bölücülük sebeplerini ortadan kaldırma gayretine girersek vatanı kurtarırız. Akif, ayrılıkçı faaliyetleri engelleyip, kavmiyetçilik hislerinden tamamen uzaklaşmamızı ister. Dikkati elden hiçbir zaman bırakmayıp söndürülen bu ateşi tekrar yakacak ufacık bir çıtırtıya bile meydan verilmemelidir. Bu kanaati zerre kadar sarsacak bir harekete, bir söze hiç kimse sebep olmamalıdır. Hususi emeller, hususi ictihatlar sadece sahiplerinin kafasında, kalbinde kalmalıdır. Fertler tarafından o müşterek gayeye karşı gösterilebilecek ufacık bir sapma, son derece muhtaç olduğumuz vahdeti yani milli birliği temelinden sarsmaya yeterlidir.[40]
Mehmet Akif, milleti böldüğü, devleti yıktığı, insanları kin ve nefrete sürüklediği, savaşlara ve katliamlara neden olduğu için ırkçılığın düşmanıdır. O, şiir, vaaz, makale ve tefsir yazılarının birçoğunda ısrarla ve defalarca İslam’da ırkçılığın olmadığını söyler. Irkçılığın zararını anlamak için Balkan Savaşı’nın kaybedilmesini örnek gösterir ve şöyle der:
“Görmüyor gittiği yanlış yolu, zannım çoğunuz.
Size rehberlik eden haydudu artık kovunuz!
Bunu benden duyunuz, ben ki evet, Arnavud’um...
Başka bir şey diyemem... İşte perişan yurdum!”[41]
“Müslümanlar birbirinin kardeşinden başka bir şey değildir; onun için iki kardeşinizin arasını bulunuz, Allah’tan da korkunuz ki rahmetine nail olabilesiniz” (Hucurat, 49/10). Akif, bu ayetin tefsirini yaparken şu hususlara dikkat çeker: Aralarında dargınlık olan kimseler en aşağı iki kişi olur. İki kişiden oluşan azlığı barıştırmak lâzım olunca, çokluğun arasını bulmak elbette daha ziyade lâzımdır. Çünki iki adamın bozuşması yüzünden ortaya çıkacak kötülük, hiç bir zaman bir topluluğun diğer birine darılmasından meydana çıkacak bozgunculuğa benzemez. Evet, hakîkî Müslümanlar birbirine kardeş nazariyle bakarlar. Zaten aradaki ilişki bu kuvvette olmazsa Müslümanlık kuru bir unvandan ibaret demektir. Azıcık dikkat olunursa görülür ki: Dinin nerdeyse bütün hükümleri kardeşlik ve birlik esasına dayanmaktadır. Namazlar, haclar, zekâtlar, şehadetler, oruçlar, aynı kıbleye yönelmeler hep Müslümanları birbirine bağlayacak vasıtalardır. Akif’e göre din, insanlar arasındaki birliği sağlayan en kuvvetli bağdır. Buna rağmen İslam dünyasında, dinin birleştirici gücü kullanılamamaktadır. Biz Müslümanlar başka milletlere benzemeyiz. Din bağını ihmal edecek olursak, bu hareketimizin cezasını ahirete kalmadan daha dünyada iken çekeriz. Nitekim çekiyoruz. İslam, kavmiyet, cinsiyet gibi insanları birbirinden uzaklaştıran sebepleri aradan kaldırarak dünyanın çeşitli yerlerindeki cemaatleri birleştirmiş iken, biz kalkıyoruz da aynı toprakta yaşayan İslam toplumunu kavmiyet hissiyle parçalamak istiyoruz.[42]
“Allah sizin mallarınıza ve şekillerinize bakmaz; fakat O sizin kalplerinize ve amellerinize bakar.”[43] Şayet kiminiz Araplığına, kiminiz Arnavutluğuna, kiminiz Türklüğüne, kiminiz Kürtlüğüne sarılarak, sizi rabıtaların en kuvvetlisi ile birleştirmiş olan din kardeşliğini bir tarafa bırakacak olursanız, Allah korusun, hepimiz için korkunç bir hüsran vuku bulacaktır. “Hepiniz birden Allah’ın kitabına sımsıkı tutununuz; birbirinizden ayrılmayınız; Cenab-ı Hakk’ın üzerinizdeki nimetini hatırlayınız: Hani, bir zamanlar birbirinize düşman idiniz, o sizin kalplerinizi birleştirdi de onun lütfü sayesinde kardeş oldunuz; hani, bir zamanlar Cehennem uçurumunun kenarında idiniz. O sizi oradan kurtardı; işte, doğru yolu bulasınız diye Allah âyetlerini size böylece bildiriyor” (Al-i İmran, 3/103). Ayet-i Kerime’deki Hablullah’ın Kur’an olduğu anlaşılmaktadır. Bunun İslam olduğunu söyleyen alimler de vardır. Sonuçta her ikisi de aynı kapıya çıkmaktadır.[44] Bu konuyla ilgili birçok ayet ve hadis vardır: Kur’an-ı Kerîm, “Allah’a ve O’nun Resulüne İtaat edin. Birbirinizle çekişmeyin. Sonra korku ile zaafa düşersiniz, rüzgârınız (kuvvetiniz) (kesilip) gider” (Enfal, 8/46) buyurmaktadır. Âyet-i kerîmedeki “rih,” kuvvet, devlet, azamet manalarına gelmektedir. Yaşamak İsteyen millet için birliğin lüzumu delil ve ispatına gerek olmayan açık bir husustur. Öyle efradı birbirine kaynamış, fertlerinin tümü bir birbirine kenetlenmiş, sağlam bir bina vücûda getirmiş olan cemaatler düşmanın topuyla tüfeğiyle kolay kolay devrilmezler. Müslümanlar, dışarıdaki düşmanı bırakıp da içerde birbirleriyle uğraşmasınlar. Mevcudiyetlerine birer birer son verilen İslam devletlerinin halinden olsun ibret alsınlar ki yıkılmalarına sebep hep aralarındaki tefrika idi, başka bir şey değildi. Âyet-i celîledeki sabır, her türlü zorluğa göğüs germek; hiç bir düşman, hiç bir tehlike karşısında metaneti elden bırakmamak manalarına gelmektedir; yoksa miskin miskin oturmak, mezellete, mahkûmiyete katlanıp durmak demek değildir.[45]
Peygamberimiz ise: “Allah’ın kitabı gökten yere gönderilmiş bir ışık huzmesi gibidir. O ışık huzmesi Kur’an’ın ta kendisidir”[46] demekle birlik ve beraberliğin muhafaza edilmesini emretmektedir. Bu ayet ve hadislerin tümü, aynı gayeye yani vahdete sevk edecek birer emri, yahut o gayeden uzaklaşmamak hakkındaki birer nehyi ihtiva etmektedir. Bu emir ve nehiylerin hiç biri olmasa, yerine getirmekle görevli olduğumuz farzlar, ta Çin surlarına yaslanmış bir Moğol ile Şar-balkanı[47] eteklerinde dolaşan bir Arnavud arasında en sağlam bir kardeşlik bağı vücûda getirecek mâhiyeti hâiz değil mi? İslam tarihi hakkında azıcık bilgisi olanlar, Ensâr’ın Muhacirîn’e karşı ne büyük fedâkârlıklar gösterdiğini bilirler. Evet, iyilikseverliğin, insanlığın bu derecesi o zamana kadar olmamış, hatta akıllara bile gelmemişti! Hâlbuki cahiliye döneminde bunlar, birbirinin can düşmanı idiler. Muhtelif kabileler arasındaki kanlı muharebeler bitmek tükenmek bilmezdi. Nitekim Evs ile Hazrec, tam yüz yirmi yıl birbirini boğazlamıştı. İşte asırlarca süren bu müthiş düşmanlığa Müslümanlık son verdi. Kabileler, birbirlerine karşı can düşmanı iken İslâm’ın feyzi ve bereketi ile can dostu oldular. Artık oluşmuş bulunan bu barış ve kardeşlik sayesinde mutlu bir hayata ulaşan Arap Yarımadası sakinleri, putperestlik kalıntılarından tevhîde yükselmek suretiyle ebedi hayatlarını kurtardılar.[48]
Müslümanlık ırk, renk, lisan, muhit, iklim itibariyle birbirine büsbütün yabancı toplumları aynı milliyet altında toplayan yegâne rabıta iken; özellikle bizim için dünyada bu rabıtaya dört el ile sarılmaktan başka selâmet yolu yokken; şu son senelerde meydana çıkardığımız kavmiyet, asabiyet gürültülerine şaşmamak elden değil! Bu kadar İslam toplulukları hep tefrika yüzünden mahvoldu; hem birçoğu gözümüzün önünde kaynayıp gitti de biz hâlâ uyanmıyoruz; hâlâ milleti bitmek tükenmek bilmeyen parçalara ayıracak bir siyaset güdüyoruz. Ey cemaat-ı Müslimîn, aklınızı başınıza alınız; ırkçılık gayretini bir tarafa bırakınız. Din bağını biraz daha ihmal edecek olursanız iyi biliniz ki yok olup gidersiniz. Hem o perişanlıktan sonra bir daha dünyada cem’iyet yüzü görmeyeceğiniz gibi, kıyamet sabahında da alemlerin Rabbi’nin huzuruna çıkacak yüzünüz kalmayacaktır. Zira “Bir de, belânın öylesinden sakınınız ki: o hiç bir zaman yalnız için izden zalimlere isabet etmez; sonra, bilmiş olunuz ki Allah’ın azabı yamandır” (Enfal, 8/25). Bu ayetteki “Belâdan sakınınız” demek, o belâyı getirecek sebeplerden sakınınız demektir ki bu sebeplerin en başlıcası fitne lafzının kapsamı alanındaki her şeydir.[49] Cemaat-i müslimîn için sürekli bir hayat olan ilahi emirleri yerine getirmeyecek; geldiği zaman kurunun yanında yaşı da yakıp kül eden salgın musibetleri başımıza getirmemenin çaresine bakmayacak olursak helakimiz muhakkaktır. Ne yapalım, kanun-ı ilâhî böyle: kurunun yanında yaş da yanıyor. Beş on kişinin uyandırdığı fitne yangını binlerce, yüzbinlerce, milyonlarca hanenin külünü havaya savurmaktan geri kalmıyor. Evet, bir nâmerdin hırsına koca bir memleket kurban oluyor; bir münafıkın yüzünden cemaatler, cem’iyetler yok olup gidiyor. Hakîm, şâir Ziya Paşa merhumun dediği gibi, Kahhâr-ı Zü’lcelâl, bir mülkü bir harîs-i sitemkâr için yıkar; bir kavmi bir münafık ile târümâr eder. Pek a’lâ ! Böyle bir, iki, beş, on, yirmi, elli, yüz... Hatta bin hatta bir kaç bin suçlunun cezayı amelini geride kalan milyonlarca günahsıza çektirmek ilahi adalete sığar mı? Bu soruyu hatırımıza getirmek bile haramdır. Çünki Hallâk-ı Hakîm, bu varlık âlemi için, hiç bir zaman değişmeyecek bir takım kanunlar vaz etmiş; o kanunların mahiyetini, ebediyetini, lisan-ı din ile bütün mükellef olan insanlara bildirmiştir. Hem onların bizim hayatımıza, bizim selâmetimize taalluk eden kısmını iyice anlayabilmemiz için gayet basit, gayet açık bir surette tertib eylemiş; sonra, yine bizim selâmetimiz O’nun katında istenilen bir husus olduğu için “Sakın bu kanunların gösterdiği yoldan ayrılmayınız, zira mahvolursunuz” ihtarını daima tekrar etmiştir... Artık biz kalkar da Allah’ın emirlerine kulak vermez; Allah’ın gösterdiği yolu tutmaz; bilakis bizi helak uçurumlarına doğru götürmek isteyen bir küçük fesatçı grubun arkasına bile bile düşersek; adâlet-i ilâhiye için bizi terbiye etmemek düşünülebilir mi?[50] “Zâlimlere dayanmayınız, yoksa yanarsınız”(Hud 11/113); tehdidi gibi erbab-ı zulme yaklaşmadan nehy eden “Ey iman edenler, eğer Size fasık biri bir haber getirirse...” (Hucurat, 49/6) ihtarı gibi basîret, ihtiyat tavsiyesinde bulunan ayetler ne kadar çoktur! Yazıklar olsun ki kendilerinin pek sağlam Müslüman olduklarına kail olan çoğumuz bu tehditlerden, bu ihtarlardan zerrece müteessir, hatta haberdâr değil![51] Çünkü Allah’a ve âhiret gününe iman eden hiçbir kişi veya toplum, söz ve davranışlarıyla Allah’a ve Peygamberine karşı çıkanları dost edinmezler. İsterse o kimseler babaları, evlatları, kardeşleri ve sülaleleri olsun (Mücadele, 58/22). Şimdiye kadar gelip geçen İslâm toplumlarının tarihi üzerinde kısacık bir nazar gezdirecek olursak, Kur’an’ın ifade ettiği şu hakikati te’yîd edecek pek acı, pek kanlı sayısız sahifeler görürüz! Evet, hiç bir cemaat-ı İslâmiye yoktur ki, Allah’a itaat etsin; Peygamberin gösterdiği yola gitsin; efradı arasında birlik, dayanışma olsun da o yine şevketten, azametten mahrum kalsın. Sonra, hiç bir cemaat-ı İslâmiye yoktur ki, ilahi emirleri dinlemesin; Resul-i Muhteremin tebligatına kulak vermesin; fertleri birbirine düşsün de o yine yok olma uçurumlarına yuvarlanmasın. Müslümanların kaynayıp gittiği uçurumlar hep tefrika yüzünden açılmış; o tefrikayı ise bütün azgınlıklar, o ilahi emirlere aldırış etmemeyi doğurmuştur. Dinin hükümleri, insanları yalnız âhirete hazırlamaz; onlara dünyada insanca yaşamanın nasıl olacağını, hem nasıl kabil olabileceğini gösterir. Vaz’ eylediği kanunlar ise fıtrat kanunlarının aynıdır: bu varlık âlemi durdukça bir noktasının bile değişmesine imkân yoktur. İşte “...Ey Rabbimiz, üzerimize (yağmur gibi) sabır yağdır. Ayaklarımıza sebat ver (er meydanından kaydırma)...” (Bakara, 2/250) nehy-i ilâhîsi, en açık, en yeterli bir tarzda gösteriyor ki: birlikten ayrılan, birbirleriyle uğraşan milletler evvelâ şecaat, metanet, güven gibi ahlaki değerlerden uzak düşüyor; sonra da kuvvetine, şevketine, istiklâline ebediyyen veda ediyor.[52]
“O musîbetten, o fitneden, o felâketten sakınınız ki: o belâ, o felâket hiç bir zaman içinizden yalnız suçlu olanlara gelmez; belki umûmunuza birden müstevlî olur. Birde gözlerinizi açınız; iyi biliniz ki: Allah’ın ikabı şedîddir, müdhiştir” (Enfal, 8/25). Allah’u Zü’lceİâl buyuruyor ki: Benim bütün emirlerimde; evet, gerek size Kur’an ile bildirdiğim, gerek Peygamberimin lisaniyle, sünnetiyle teblîğ ettiğim emirlerin hepsinde sizin için hayat vardır. Hem nasıl hayat? Bütün manâsıyle bir hayat. Müfessirler, buradaki (hayat)ı yalnız ma’neviyâta hasretmiyorlar; maddiyata da teşmil ile âyeti ona göre tefsir ediyorlar. Zaten ma’neviyat ile maddiyat birbirinden ayrılamaz. Bedensiz ruh olmaz, ruhsuz beden olmadığı gibi. Demek ilahi emirlerin tümünde bizim için, biz Müslümanlar için hayat var. Terkinde ise helak muhakkak. Artık düşünmeye hacet var mı? İşte görüyoruz. Âlem-i İslâm’ın başına gelen musîbetler, bu âyetin ne kadar kesin, ne kadar açık, ne kadar doğru olduğunu gösterdi! Şimdiye kadar yok olan ne kadar İslam toplumu varsa hep ilahi hükümleri yerine getirmemek yüzünden mahv oldular. Vakıa Cenab-ı Hak “Mâlikü’l mülküm” diyor; bu âlemde istediği gibi tasarruf eder; dilediğinden alır, dilediğine verir; İstediğini aziz eyler, istediğini zelil eder. Bunda şüphe yok. Fakat hiç bir kavim gösterilemez ki kendisi, zillete, esarete, mahkûmiyete istihkak kesbetmeden inkıraza gitmiş olsun; hiç bir millet görülemez ki mülküne sâhib olmak isti’dadını kaybetmeden vatan elinden çıkmış bulunsun. Cenab-ı Hakk’ın bir takım kavânîni, kavânîn-i ezeliyesi vardır. Evet, o kanunlar, hem ezelîdir, hem ebedîdir. Hiç de değişmez. Cenab-ı Hak, bütün hakikatleri bu kanunlarında birer birer göstermiş; müteaddid yerlerde müteaddid şekillerde bildirmiştir. Geziniz dünyayı; arza, semaya bakınız; muhtelif kıtalardaki harabeleri görünüz; sizden evvel geçmiş milletlerin tarihini okuyunuz.. “Daha evvel geçenler hakkında(da) Allah bu âdeti (koymuştur). Allah’ın âdetini değiştirmeye ise asla (imkân) bulamazsın”(Ahzab, 33/62). Göreceksiniz ki hepsi aynı sebepler, aynı şartlar altında terakkî etmişler, yine aynı sebepler, aynı şartlar altında mahvolmuşlar. Çünki aynı sebepler, daima aynı sonucu doğurur. İlahi emirler dendi mi, hepsinin zımnında hayat var. Hatta ilk bakışta sırf âhirete aid zann olunan bir takım ibadetlerimiz var ki, onları da tedkik edersek görürüz ki her birinde bu dünya için de pek çok yarar var. Meselâ namaz, Müslümanlara farzdır. İnsan günde beş defa Hâlikıyla kendi arasındaki rabıtayı tecdid ediyor. Dünyaya da taalluku büyük, faidesi çok. Çünkü insanları birçok kötülükten men’ ediyor. Sonra aynı dine tâbi’ milyonlarca beşeri aynı zamanlarda, yüzler aynı Ka’be’ye, aynı Kıble’ye müteveccih olmak şartıyla aynı kubbeler altında cem’ ediyor. Çünkü İslâm, din-i tevhiddir, çünkü İslâm dinlerin en mükemmelidir. Din-i İslâm kadar Allah’ın kullarını tevhîd etmiş, birbirine ısındırmış bir din yoktur. İslâm’ın ta’yirı etmiş olduğu ibâdât ile ahkâm, ferdler arasında ittihadi te’min içindir. Böyle iken maalesef görüyoruz ki: Müslümanlar kadar tefrika içinde kalmış; dağılıp perişan düşmüş, bunalmış bir millet yok! Fi’lhakîka ırkı, lisanı, muhiti, adetleri, velhasıl her şeyi bir diğerine farklı olan bu kadar topluluğu Müslümanlık kardeş yapmıştı; kavmiyeti, cinsiyeti aradan kaldırmıştı. Fakat son zamanlarda biz Müslümanlar bu hakîkatten gafil olduk. Aramıza bitmez tükenmez ayrılık sebepleri girdi. Pek a’lâ! Hepsinin beynindeki rabıta nedir? Rabıta-i diyanet! Şimdiye kadar bu rabıta sayesinde kardeş gibi yaşadık. Türk Türklüğünün ne olduğunu bilmiyordu; Arnavut kavmiyetinden dem vurmuyordu. Zaten Müslümanlıkta kavmiyet yoktur. Müslüman olanlar, bütün samimi kalpleriyle iyi bilmelidirler ki: bu tefrika, bu kavmiyet çıkmaz yoldur. Din bununla beraber gidemez; Müslümanlık bu suretle yaşayamaz. Biz dini emirleri îfâ ediyoruz; fakat onlardaki maksadı kaçırıyoruz; meselâ ikindide şu camie toplandık; aynı kubbenin altında, aynı imamın arkasında namaz kıldık, fakat camiden çıkınca yine birbirimize aldırmaz oluyoruz. Acaba bu namazlardan Hâlık’ın maksadı ne idi? Bize birbirimizi tanıtmak; Müslümanlardan bir cemaat, bir cem’iyet meydana getirmek. Çünkü din cemaatle kaimdir. Cemaatsiz din yaşamaz. Dinsiz cemaat belki yaşar. İslâm’ın cemaate olan ihtiyacı, cemaatin İslâm’a olan ihtiyacından daha fazladır. Dinin bütün ahkâmındaki ruh: cemaate, vahdete sevk etmektir. Biz bugün, ne oluyor bilmiyorum, en darmadağınık millet olduk. Dış görünüşlerine bakarsan, bir bütün. Fakat hakîkat-ı halde kalbleri perişan. Allah o kullarından razı olur, o kullarını sever ki dediklerini fiilen yaparlar; işi sözde bırakmazlar; sonra, onun yolunda cihad ederler. Hem nasıl cihad ederler? Düşmanın karşısında bütün eczası yekdiğerine perçin edilmiş yekpare bir bina gibi dururlar[53] da öyle yiğitçe cihad ederler.[54]
Sonra, ne oldu da bu hale geldi âlem-i İslâm? Çin’de, Hind’de, doğuda, batıda, kuzeyde, güneyde, her yerde görüyorsunuz: Müslümanlar donuk, uyuşuk ve tembel bir halde! Birbirini tanımazlar, birbirini sevmezler. Şu cemaatin içinden hiç birimiz bilmeyiz ki: dünyanın neresinde ne kadar Müslüman var? Sonra o Müslümanların âdetleri, ahlâkı nedir; hatta lisanı nedir? Yazıklar olsun bize ki: birbirimizi tanımak istediğimiz zaman bile yine Batı’lılara ve onların kitaplarına müracaat mecburiyetinde kalıyoruz! Bu ne büyük zillettir? Anlamalı! Hani Müslümanlık bir kardeşlik husule getirecekti? Nerede? Bugün Müslümanlar kadar dağınık bir millet var mı? Her tarafta Müslümanlar cehalet ve sefalet içinde mahvolup gidiyor. İşte İngiltere’nin idaresindeki Müslümanlar! Hind’de yüzlerce milyon nüfus var. Bir kısmı Mecûsî, bir kısmı Müslüman. İkisi de aynı ırktan, ikisi de aynı muhit içinde yaşıyorlar. İngiltere hükümeti ne yapıyor bunlara? Müslümanlara diyor ki: Kurban bayramında öküz kesin. Hâlbuki Mecûsilerce öküz mukaddes bir hayvan. Bizim Müslümanlar da İngilizin fesadına kapılarak Mecûsîlere inad durmaksızın öküz kurban ediyorlar. Mecûsîler bunu görünce küplere biniyorlar! Yine aynı İngiliz tutuyor, Mecûsîleri kızdırıp camilere domuz kafası attırıyor. Böylece Mecûsîleri Müslümanlara, Müslümanları Mecûsîlere tutuşturuyor. Sonra yok yere birbirine düşman kesilen her iki taraf hükümete, yani İngiltere’ye müracaat ediyor; o da koşup Mecûsînin de hakkından geliyor, Müslümanın da! Bir aralık Afgan emiri Habîbullah Han Hindistan’a gitmiş; hali gördükten sonra Müslümanlara demiş ki: Ya hu! Ne yapıyorsunuz. Kurban... evet, Hanefîlerce vâcib. Fakat mutlaka öküz mü olması lâzım? Keçi, deve, koyun kesseniz olmaz mı? Neye böyle budalalık edip de
İngilizlerin ekmeğine yağ sürüyorsunuz? Emîr, Mecûsîlere de gitmiş, işin iç yüzünü anlatmış. Bir dereceye kadar iki fırkanın arasını bulmuş. Çine git. Orada da aynı! Neden? Hep cehalet yüzünden. Hiç başka bir şeyden değil. Çünkü Hıristiyanlık ilim ile payidar olmaz; Müslümanlık ise cehaletle devam edemez. Öyledir: Hristiyanlığın ilme karşı yüzü yoktur, tahammülü yoktur; Müslümanlık da cehalete kabil değil, dayanamaz.[55]
Hazret-i Peygamber (s.a.v) buyurdu ki: “İman olmadıkça cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de mü’min olamazsınız”[56] hadis-i şerif gösteriyor ki: biz Müslümanlar din kardeşimizi sevmezsek imanımız tam olmaz. İmanımız tam olmayınca da cennet yok! Demek dünya olmadığı gibi, âhiret de yok. Hem burada hüsran, hem orada hüsran. İşte neûzubillah hüsran-ı mübin budur. Başka bir hadiste ise: “Dünyadaki Müslümanların hepsi bir vücûdun muhtelif azası gibidir. Birisine bir elem isabet etti mi, diğerleri de duyacaklar”[57] denilmiştir.
Vatan sevgisi, sadece onu koruma gayreti içinde bulunmak değil, aynı zamanda onun kalkınması ve yükselmesi için de çalışmaktır. Bu anlayış, bizim vatan ve milletimize karşı insani ve İslami vefa borcumuzdur. Akif, milletini severken ırk üstünlüğü iddiasında bulunmamış yani ırkçılık yapmamıştır. Çünkü İslâm’a göre ırk öğesi, insanlara doğal bir üstünlük sağlamamaktadır. Kavmini ve milletini İslami ölçüler içinde sevmek, ırkçılık değildir. Irkçılık, kendi kavminden olanlara ayrıcalık tanımak, daha üstün görmek, diğer insanlara adaletsizlik etmek, başkalarını küçük ve değersiz görmektir.
Mehmet Akif, hayatı boyunca dini, vatanı ve milleti için kutsal bildiği değerler uğruna mücadele etmiş, bu yolda sıkıntılara, çilelere maruz kalmıştır. O, hiçbir zaman inandığı davasından taviz vermemiş, yılgınlık ve ümitsizliğe düşmemiştir. Vatan ve milletinin birlik ve beraberliği için elinden gelen bütün gayreti, azim ve sabırla göstermiştir. Milli mücadelenin başarıya ulaşması için il, ilçe ve köyleri dolaşmış, halkın bilinçlenmesi ve toparlanıp tek vücut olması için milli seferberlik hareketinin içinde aktif olarak yer almıştır.
Akif, İslam dünyasındaki mevcut felaketlerin sebebinin tefrika yani ayrımcılık, bölücülük olduğunu, bunun da en büyük sebebi olarak cehaleti görür. O, hayatı boyunca vatan ve milletini sevmiş, milli birliğin muhafaza edilmesine gayret göstermiş ve bunu sadece sözleriyle değil, davranışlarıyla da ortaya koymuştur.
[1] Cemil Meriç, Kültürden İrfana, İnsan Yayınları, İstanbul, 1986, s. 223
[2] M. Orhan Okay- M. Ertuğrul Düzdağ, İslam Ansiklopedisi, c. 28 / 434-436
[3] Nurettin Topçu, Mehmet Âkif, Dergâh Yay., İst., 1998, s.38
[4] Faruk Kadri Timurtaş, Mehmet Âkif ve Cemiyetimiz, Kültür ve Turizm Bak.,Yay., Ank., 1987, s.53; Ahmet Kabaklı, Mehmet Âkif, Türk Edebiyat Vakfı Yay., İst., 1984, s. 67
[5] Kabaklı, s. 43, 52
[6] Sebilü'r-Reşâd, c. 8-1, Sayı: 208-26, s. 493-494.
[7] Muhammed Esed, Kur’an Mesajı, çev., Cahit Koytak-Ahmet Ertürk, İşaret Yay., İst., 1996, III, 1058, dipnot: 16
[8] Sebilu'r-Reşad, C.8-1, Sayı: 192-11, s. 193-194; Abdulkerim Abdulkadiroğlu-Nuran Abdulkadiroğlu, Mehmed Akif’in Kur’an-ı Kerim’i Tefsiri Mev’ıza ve Hutbeleri, Diyanet İşleri Başk. Yay., Ank., 1991, s. 35; İsmail Hakkı Şengüler, Açıklamalı Mehmed Akif Külliyatı, Hikmet Neşriyat, İst., 1992, c. 9/61
[9] Sebilu’r-Reşad, c. 8-1, Sayı: 198-16, s. 293-294.
[10] Sebilu’r-Reşad, c. 9-2, Sayı: 212-30, s. 62-63; konunun şiirsel ifadeleri için bkz., Safahat, s.178-179; 205; 461-462.
[11] Sebilu’r-Reşad, c. 9-2, Sayı: 213-31, s. 81-82.
[12] Konuyla ilgili âyetler için bkz. Bakara, 2/130, 135; Al-i İmran, 3/95; Nisa, 4/125; En’am, 6/161; Nahl, 16/123; Hac, 22/78.
[13] Sebilu’r-Reşad, c .9-2, Sayı: 214-32, s.101-102.
[14] Sebilu’r-Reşad, c. 9-2, Sayı: 230-48, s. 373-376
[15] Mehmet Akif Ersoy, Safahat, Haz: M. Ertuğrul Düzdağ, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1987, s. 163-164
[16] Ersoy, Safahat, s.187
[17] Buhari, İman, 6; Müslim, Îmân, 17; Tirmizî, Kıyâme, 59; Nesâî, Îmân, 19, 33; İbn-i Mâce, Mukaddime, 9, Cenâiz, 1; Dârimî, İsti’zân, 5, Rikâk, 29.
[18] Enfal, 8/25
[19] Ersoy, Safahat, s. 249-251
[20] Ersoy, Safahat, s.273
[21] Ersoy, Safahat, s.278
[22] Ersoy, Safahat, s.249
[23] Ersoy, Safahat, s. 423
[24] Ersoy, Safahat, s. 424
[25] Sebilu’r-Reşad, c. 9-2, Sayı: 212-30; s.62-63
[26] Sebilu’r-Reşad, c. 15, sayı: 382, s.331-332
[27] Sebilu’r-Reşad, c. 8-1, sayı: 195-13, s.233-234
[28] Sebilu’r-Reşad, c. 9-2, Sayı: 213-31, s. 81-82
[29] Sebilu’r-Reşad, c. 9-2, Sayı: 231-49, s. 390-392.
[30] Ersoy, Safahat, s. 423-424
[31] Ersoy, Safahat, s.280.
[32] Okay, Orhan, Mehmet Âkif, Bir Karakter Heykelinin Anatomisi, Akçağ Yayınları, Ankara, 2005, s. 79, 83-84.
[33] Düzdağ, Ertuğrul, Mehmet Akif Ersoy Hakkında Araştırmalar 1, MÜİF. Yay., İst. 1987, s.73.
[34] Tevhid-i Ahenk: Birliktelik uyumu
[35] Ersoy, Safahat, s.417-418
[36] Ersoy, Safahat, s.436
[37] Müslim, İmare, 53, 54, 57; Ebu Davud, Edeb, 112; el-Muttaki, el-Hindi, Kenzu’l -Ummal, Müessesetü’r- Risâle, Beyrut, 1989, 3/916, hadis no: 7657
[38] Bkz. Fatır, 35/28
[39] Sebilu’r-Reşad, c. 18, sayı: 465, s. 267-271
[40] Şengüler, c. 9, s. 144, 253, 254.
[41] Ersoy, s. 188
[42] Sebilu’r-Reşad, c. 8-1, sayı: 198-16, s. 293-294
[43] Müslim, Birr, 33; İbn Mâce, Zühd, 9; İbn hibban, Sahihu İbn Hibban, Müessesetu’r-Risale, Beyrut, 1993, 2 /119; Ebu Nuaym, Hilyetu’l-Evliya, Daru’l-Kitabi’l-Arabi, Beyrut, 1405, 7/124
[44] Sebilu'r-Reşad, c. 9-2, Sayı: 213-30
[45] Sebilu’r-Reşad, c. 8-1, sayı: 195-13, s. 233-234
[46] el-Muttaki, el-Hindi, Kenzu’l-Ummal, Müessesetü’r-Risâle, Beyrut, 1989, 1/323, hadis no: 923; Abdu’r-Rauf el-Münavi, Feyzu’l-Kadir, el-Mektebetu’t-Ticariyyeti’l-Kübra, Mısır, 1356, 4/548
[47] “Şar Balkanı, Makedonya ve Kosova bölgesinin en yüksek dağıdır. www.ukid.org.tr/gora_tulin/1_ bolum.pdf
[48] Sebilu'r-Reşad, c. 9-2, sayı: 213-30, s. 62-63
[49] Sebilu’r-Reşad, c. 9-2, Sayı: 213-30, s. 62-63
[50] Sebilu’r-Reşad, c. 9-2, Sayı: 213-31, s. 81-82
[51] Sebilu'r-Reşad, c. 9-2, Sayı: 213-31, s. 81-82
[52] Sebilu’r-Reşad, c. 8-1, Sayı: 195-13, s. 233-234
[53] Buhârî, Mezâlim, 5, Salât, 88; Tirmizî, Birr, 18; İbn Hibban, 1/467; Ebu Bekr el-Beyhaki, Sünenu’l- Beyhaki el-Kübra, Daru’l-Baz, Mekke, 1994, 4/90; İbn Mubarek, ez-Zühd, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 1/118; el-Muttaki, el-Hindi, 1/238; Hatib et-Tebrizi, Mişkatu’l-Mesabih, Mektebetu’l-İslami, Beyrut, 1405, 3/74
[54] Sebilu’r-Reşad, c. 9-2, sayı: 230-248, s. 373-376
[55] Sebilu’r-Reşad, c. 9-2, sayı: 231-49, s. 389-395
[56] Müslim, îman, 3; Ebu Davud, Edeb, 131; Tirmizi, Sıfatu’1-Kıyame, 54, İsti’zan, 1; İbn Mace, Mukaddime, 9, Edeb, 11
[57] Buhari, Edeb, 27; Müslim, Kitabu’l-Birr ve’s-Sıla ve’l-Adab, 17; el-Muttaki, el-Hindi, Kenzu’l-Ummal, 1/267
- Geri
- Ana Sayfa
- Normal Görünüm
- © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.