28 Eylül 2025
  • İstanbul15°C
  • Ankara10°C
  • İzmir17°C
  • Konya10°C
  • Sakarya17°C
  • Şanlıurfa18°C
  • Trabzon16°C
  • Gaziantep15°C

SADIK CANLI; ADAPAZARI’NIN AĞABEYİYDİ O

Fahri TUNA

07 Temmuz 2016 Perşembe 10:00

“Süheyl Bey (Ünver), vatan dediğin üç beş dosttan başka nedir ki?’ dermiş Yahya Kemâl merhum sık sık. Âlâ. Amenna. Şehir dediğin ‘üç beş ağabey’den başka nedir ki.

Şehirleri güzel yapan, yaşanır yapan, yaşayanlarını mutlu eden, çoğu kez parkları, binaları, kurumları, coğrafyası değil, insanıdır; insanı, insanları, insanlığı.

Ve çok şükür Adapazarı, bu manada çok güzel bir şehirdir hâlâ.

Her kelin bir berberi vardır’ atasözü katiyen berberden, makastan, saçtan, tıraştan söz etmez . ‘Her gönlü sıkılanın sığınabileceği bir insan vardır, dertlendiğinde. Ona yol göstereni, çözüm önereni, hatta bulanı vardır’ demektir en çok.

Adapazarı berberi bol bir şehirdir. Yani limanı, yani sığınağı, yani ağabeyi. Denizi olmasa da, nehri kıyısından geçse de, limanı körfezi sığınağı bol şehirdir Adapazarı. Yedi gölünden mütevellit belki de. Ve tabii herkesin ağabeyi farklıdır da.

Ve bu sığınakların en güzeli en özeli en sözeli  Sadık Canlı merhumdu bu fakire göre; dört gün önce ötelere uğurladığımız.

Kimdi peki Sadık Canlı.

“İki metrelik sicim gibi bir boy, beyazı siyahına galip uzun saçlar ve uzun sakallar, uzun oval bir yüz, hafif kalın ve belirgin bir burun, tarihin derinliklerinden bakıyor izlenimi veren zeki bir çift göz... Geniş alnının altını süsleyen kavisli belirgin kaşlar…”ından söz etmeyeceğim size. El-hak bunlar da onundu elbette.

İlimle merhametin bir çocuk kalbinde vuslata eriştiği, bir hikmet, bir gönül, bir ahlâk adamıydı o en çok.

93 Harbi (1877-78 Osmanlı-Rus Harbi) sonrası yaşanmaz hâle gelen Bosna’dan Adapazarı’na göçmek zorunda kalan bir ailenin çocuğuydu o. On yedi yaşındayken gelip Yenicami semtini tavattun eden (vatan eyleyen), asil zarif naif Boşnak beyi, Uzunçarşı’nın maruf manifaturacısı Şitoviç Ömer Canlı’nın üç kızdan sonra doğan tek oğluydu Sadık Canlı. Bosna göçmeni bir baba ile Kafkasya göçmeni Abhaz bir annenin, Adapazarı’nın munis mümbit mülayim ruh ikliminde doğup büyüyen oğullarıydı yani. İnancını ve geleneğini hayatının mihveri kabul etmiş esnaf / eşraf Manifaturacı Ömer Bey, biricik oğlunun kulağına, merhum babası ve merhum kardeşinin adını üfleyecekti ezanla: Senin adın Ahmet Sadık olsun.    

O Ömer Canlı ki, zamanında Uzunçarşı’nın İtimat Bankası’dır adeta, -modern çağın diliyle- kiralık kasasıdır; belki yüzlerce esnaf, banka yerine parasını ona emanet etmekte, lâzım oldukça da alıp ödemelerini yapmaktadırlar. Bir güven abidesi, bir ahlâk ve edep anıtıdır çarşının Ömer Ağabey’i zira.

O Ömer Canlı ki, tek oğlunu tıp fakültesinde altı yıl okutmuş, bilenler iyi bilir tıpta çocuk okutmak ne demektir, hem de çift ihtisasını yaptırtmış, ki bu da gurbet elde dokuz sene sürmüştür, ardından da Adapazarı’nda ona, o günün şartlarına göre şahane de bir muayene hazırlamış, ‘buyur oğlum’ demiştir. Edep abidesi oğul da ‘ben senin hakkını nasıl öderim baba; çok çok teşekkür ederim’ diye ellerien sarılmaya teşebbüs ettiğinde, yüzünden gözünden kalbinden gelen bir asalet, rızkın imkânın zamanın sahibine işaret eden bir bakış, rabbinin karşısında mahcup müeddep mütebessim bir Rumeli dervişi edasıyla elpençe durup da kısık bir sesle ‘estağfurullah evlâdım’ diyen Ömer Canlı’nın oğludur Sadık Canlı. Bu anlattıklarım Sadık Canlı’nın hangi ruh ve kültür genetiğinden tevarüs bir insan olduğunu anlayalım diyedir.

‘Kökü mâzide olan âti’ dizesini ne de güzel açıklayan bir baba - oğuldur onlar.

Zeki zıpır afacan bir çocukluk ve gençlik. Ama hep başarılı, ama hep okuyan, ama hep sevilen bir gençtir o. Arkadaş canlısı, mert, cömert. Yediren içirendir ta o zamanlarında da. ‘Baba Sadık’tır’ hep. ‘Ağabey Sadık’tır hep.

Bekarlığında da evliliğinde de; öğrenciliğinde de uzmanlığında da, hep güzel giyinen güzel yaşayan güzel yaşatan bir arkadaş, dost, babadır Sadık Canlı. O zamanlarda seyrekçe rastlanan beş yıldızlı otellerde kalır mesela gittiği her yerde. En leziz ve latif restoranları o keşfeder o bilir o götürür mesela. Yemeyi yedirmeyi çok sever. Vefa ikram coşku adamıdır. Cömertliğin kitabını yazan adamdır.

Ve o bohem aristokrat debdebeli hayata rağmen elinden düşmeyen daima bir unsur vardır: Kitap. Tam bir kitap kurdudur Ahmet Sadık Canlı. Malûm, kitaplar bize güzel bir dünya armağan etmek için yazılmışlardır çoğu kez. Ta Cerrahpaşa Tıp Fakültesi öğrenciliğinde Gazalî’yi keşfedecek, tamamını tekraren okuyacak, oradan da yeni kitaplara kanat çırpacaktır o da.

Cerrahpaşa Tıbbı bitirdikten sonra dokuz buçuk yıl sürecek Almanya günleri başlayacaktır onun. Önce Geothe Üniversitesi’nde iki yıl Almanca öğrenecek, ardından çifte ihtisasa yapacaktır: Ortopedi ve kaza cerrahisi.

Almanya’da ihtisastayken 1978 yılında Bankacı Hasan Alpcan’ın kendisi gibi bankacı kızı Ebru Hanım’la hayatını birleştirecek, prensesleri Ece ve Aslı orada dünyaya gelecektir. Bu okuyan düşünen hisseden adamı, aralarında yaşadığı Hristiyanlık hayatı daha da rahatsız edecek, hep daima sürekli dönmek isteyecektir. O günün Almanya’sında çok çok iyi kazanan bir hekim olmasına karşın, radikal bir karar alacak ve yurduna, şehrine, evine dönecektir. Yıl 1982. Artık kendi şehrinde Adapazarı’ndadır. Bu dönüş aslında aslına kendine özüne dönüştür. Aslında kendine dönüş, kendine kaçış, kendine sığınıştır.

İslâm’a dört elle dört kalple dört koldan sarılmıştır artık.

Sadık, samimi, mütevekkil biridir artık o, kelimenin tam manasıyla.

Adındaki Ahmet ve Sadık kelimelerinin hakkını, bihakkın yaşamakta, yaşatmakta, yansıtmaktadır pırıl pırıl, ışıl ışıl, usûl usûl. Allah’a hamd, emirlerine sıdk ile bağlılık. Bunu ikrar anından, son nefesini teslim ettiği ana kadar, ihlasından samimiyetin istikametinden zerrece sapma göstermeyecektir.

Bu dönemde Rabbimiz onları Ayşe, Zeynep, Fatma ve Mustafa Ömer ile ödüllendirecektir. Yuvaları cennetten bir çocuk bahçesine dönmüştür adeta.

Nebevî ve tabiî tıbba gemilerini süren Sadık Canlı, cerrah Sadık Canlı, ilk büyük ameliyatını Modern Tıb’ba yapacaktır. Hasta otuz yıldır komadadır. Zira Doktor Canlı’ya göre ‘Modern Tıp “Emeviler’le başlar, Fransızlarla değil.” Modern Tıbbın bir tek itici gücü vardır: Sömürü” Dr. Canlı’nın “İslâmî Tıp Tezi”nde, ilk reddiyesi İbni Sina ve Farabi’yedir. Zira; “Modern Tıbbın ilham kaynağı bu iki zattır; bozulma onlarla başlamıştır.”                                                                                                                                       On bir adet tıp kitabını, Osmanlıcadan günümüz Türkçesine bizzat Sadık Canlı’nın çevirdiği de pek bilinmez. Deva iksirini fıtratın saf ve bakir diyarlarında arayan bir tıp dervişidir zira o.

Modern Tıbba karşı Muhammed Ali’ydi Sadık Canlı.

Modern Tıbbın beyaz lekesiydi o.

Gerek Tozlu Camii’nin kuzeyindeki Necdet Birgen İşhanı’nın ikinci katındaki muayenehanesi, gerek deprem sonrası Dr. Kamil Sokaktaki prefabrik muayenehanesi, gerekse Marmara Göz Polikliniği’ndeki muayenehanesi, adeta şehrin Hikmet Meclisi’dir. Adeta modern zamanlar tekkesidir. Her derdi olan, canı sıkılan, müşküle düşen ona, oraya koşar. Akıl fikir sorar.  Ziyaret edenlerin belki yüzde doksanı tedavi amaçlı değil ruhî fikrî veya şahsî meseleleri için gelmektedir.  Gerek şehirden gerekse yurt içi-dışından birçok insan Adapazarı’nda ilk ona uğramakta, huzur bulmakta, fikir kanaat kararlarını mihenk taşına tabi tutmaktadırlar.

Sadık Canlı hiçbir gün bir tarikata intisap etmemiştir elbette. Tek başına inanmış hissetmiş yaşamıştır.  Taşıdığı çocuk kalbiyle aklını ve bilgisi mezcederek, bir tarafıyla bir Asr-ı saadet Müslümanı örneği olmuştur topluma. Diğer tarafıyla da İslâm’ın yirmi birinci asırda bihakkın yaşanabileceğini bihakkın göstermiştir. Merhum Selahaddin Şimşek için söylediğimi elbette onun için de söylemeliyim: O da tek kişilik bir cemaatti; tek kişilik bir çoğunluktu.

Hiçbir gösterme isteği arzusu gayreti olmadan üstelik.

Hazret Melamîmeşrep, rindmeşrep ve kalendermeşrep mizaçlı biriydi zira.

Hamza Tekin Hocaefendi’ye göre ‘yarı doktor yarı derviş, nevi şahsına münhasır güzel ve özel biri’ydi. Mustafa Aydın Hocaefendi’ye göre ‘Doktor hoca değil, sanki hoca doktor gibiydi. Hayatın Yusuf gibi kuyuya attıklarından’dı. Doçent Doktor Hasan Sağlam’a göre ‘o bir hekimlik okulu’ydu. Doktor Hasan Feyzi Katıöz’e göre ‘o bir manevi baba, feyiz menbaı’ydı. Tüccar Lütfü Salkım’a göre ‘Bırakın Adapazarı’nda, Türkiye’de eşi benzeri olmayan iyi bir Müslüman’dı. Spor yazarı Erol Girişken’e göre ‘Çok iyi bir insan, günahtan çok korkan çok iyi bir Müslüman, çok iyi bir spor hekimiydi. Almanların meşhur kalecisi Maier’i iki dirseğinden de ameliyat etmişti.’ Tüccar Tarık Pekerken’e göre ‘Adapazarı’nda insanlara İslâm’ı hatırlatan bir simge’ydi . Tüccar Alaattin Kalay’a göre ‘Coğrafyamızın her şeyiyle ilgili ama kendisinden vaz geçmiş biri’ydi. Tüccar İsmail Çakmak’a göre ‘Tıbbı Nebevî’ydi. Öte yandan ‘toplumun orta ve alt gelir gruplarıyla da diyalog kurabilen bir ‘bilge adam’, eşraf, yönetenler ve avam arasında bir köprü’ydü. Gazeteci Zeki Aydıntepe’ye göre ‘Mesleğine ve bilgisine sırt çevirmesini hoş karşılamasam da, cefasıyla da sefasıyla da bir güzel dost’tu. Bizim yazar Cihat Zafer’imize göre ‘Hafif birkaç iyi adamdan biriydi tanıdığım. Yükte hafif. Pahada ağır. “Gariplerin Kitabı” idi Sadık Canlı. Doktor değil, Ağabey Sadık Canlı. Sadık Ağabeydi.’ Bizim çizer Osman Suroğlu’na göre ‘bir şehri şehir yapan insanlardan’dı. Bizim Yayıncı İsmail Aydın’a göreyse ‘Adapazarı’nın Ağebeyi’ydi. Karşısındakiyle makamı/görevi ne olursa olsun eşit ilişki kuran ve bunu da onu hiç rahatsız etmeden başarabilen bir münevverdi. Her işini çocuk safiyetiyle yapan, hep dağıtan, bir tek dost biriktiren adam’dı.

Çok ama çok kardeşi vardı onun. Cenazesinde Orhan Camii avlusu buna tanıktır. Zengin fakir, yaşlı genç, okumuş okuyamamış; makamlı makamsız, belediye başkanı odacı; rektör öğrenci; işli işsiz; tok aç… hepsi ‘ağabey’lerini uğurlamağa gelmişti.

Ama dördünü ayırmamız gerekiyor yüzlercesinden. Son yirmi senesinde ona gerçek bir öz kardeş hassasiyeti sabrı ve fedakârlığı ile sahip çıkan göz doktoru Hüseyin Berberler, ona cefa/sefa ayırımı yapmadan el dil gönül veren Tüccar Tarık Pekerken… sonra da her daim yanında yakınında yanıbaşında olan tıpçılar Hasan Sağlam ve Hasan Feyzi Katıöz.

Bu satırların yazarının gerçek ağabeyiydi o. Her tanıyanın olduğu gibi. Yüzüne defalarca söylediği ve sakalını önce çekeleyip sonra da öptüğü gibi; ‘aklı çoğunlukla yanlış, kalbi hep doğru çalışan bir güzel adam’dı. ‘Yanlış çalıştığına inandıkları aklını düzeltmek amacıyla Tarık Pekerken’le birlikte aşağıdan yukarıya yönetilen ve yeryüzünde şeyhi düzeltmek için kurulan ilk ve tek tarikat olan, yirmi beş senede yirmi beş santim ilerleme sağlanamayan’ bir çabanın iki kişisinden biriydi bu satırların sahibi.

Hepimizin ağabeyiydi o. Bir tarafın değil, her tarafın.

Adapazarı’nın ağabeyiydi evet. Ama aynı oranda da Ankara’nın İstanbul’un Anadolu’nun Rumeli’nin de ağabeyiydi.

“Âh benim adamım; ben seni nerelerde ararım, nerelerde bulurum’; bir Adapazarı ağıtının sözlerindendir.

Hayır hayır; biz Sadık Ağabey’imizi nerede bulabileceğimizi biliyoruz.

Emaneti huzurla zikirle ezanla Sahibine teslime eden ve yeni ülkesinin kapısını gördüğünde tebessüm eden sadık kulu’n yeni makamının âli oluşuna tefsir ve te’vil ederiz elbette.

Yakında biz de geliyoruz ağabey; bizler de.

Ağabeyliğini orada da yapacağın, yaşayacağın, yaşatacağın dileğiyle,

‘evvel giden ahbaba selâm olsun erenler’ diyoruz. 

Yorumlar
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.