- Hakkımızda
- TYB Ödülleri
- Genç Yazarlar Kurultayı
- Kitaplık
- Ahlâk Şûrası
- Yazar Okulu
- Mehmet Âkif Ersoy
- Türkçe Şûrası
- Milletlerarası Şehir Tarihi Yazarları Kongresi
- Yayınlar
- Söyleşi
- Şube Haberleri
- Salgın Edebiyatı
- Haberler
- Şiir Şölenleri
- Mesnevi Okumaları
- Kültür & Sanat Haberleri
- Kültür Kervanı
- Kırklar Meclisi
- Duyurular
- Biyografiler

- İstanbul16°C▼
- Ankara16°C
- İzmir17°C
- Konya15°C
- Sakarya15°C
- Şanlıurfa24°C
- Trabzon16°C
- Gaziantep19°C
TÜRK DIŞ POLİTİKASININ ZAMANLA İMTİHANI: TÜRKİYE–ERMENİSTAN İLİŞKİLERİ ÜZERİNDEN ZENGEZUR KORİDORU ANOMALİSİ
Ercan Demirci yazdı.

14 Ekim 2025 Salı 12:27
Bazı hakikatler vardır; bilgi olarak kayda girer ve fakat idraki için yüzleşmeyi gerektirir. Tarihî olayları “bilmek” ile “idrak etmek” arasında ince, hatta zaman zaman acı veren çile gerektiren bir mesafe bulunur. Bu mesafe bazen bir mezar taşında, bazen uzak bir coğrafya parçasında, bazen de sessiz bir hatıranın içinde kapanır. Benim için de bu hâl, hayatım boyunca birçok defa vuku buldu.
Bu hakikatle yüzleşmelerimden biri, bir seyahatim esnasında Sivas’ta Kanûnî Sultan Süleyman’ın torunlarına ait mezar taşlarıyla karşılaştığımda vücut bulmuştu. Osmanlı tarihinin en çetin meselelerinden biri olan nizam-ı âlem anlayışı, devletin bekası uğruna şehzadelerin boğdurulmasını, dönemin siyasal paradigması içinde meşrulaştırmıştı. Yüzyıllar boyunca “devlet aklı” ve hatta “devlet hakkı” kavramları etrafında tartışılan bu vaka, tarih kitaplarında çoğunlukla siyasî bir zorunluluk, meşru bir devlet refleksi olarak anlatılmıştı. Ben de bu bilgiyi defalarca okumuş, hatta kimi zaman derinlemesine bir kritikten geçirmeden aktarmıştım.
Fakat ansızın o mezar taşlarının önünde durduğumda, mesele değişmiş, gerçek soğukluğundan uzaklaşmış ve artık soyut bir “devlet gerekçesi” olmaktan çıkmış, tarihin soğuk satırlarında okunan bir vakıa değil, insanın kalbinde yankı bulan bir muhasebeye dönüşmüştü. Rasyonel bir karar ile ahlâkî bir bedelin aynı tarihî zeminde nasıl taşınabildiğini anlamadan, tarih yalnızca bilgi olarak kalır. Ve ben bir kez daha bu halin hikmete dönüşmezliği ile yüzleşmiştim.
İkinci defa benzer bir hakikatle Nahçıvan’ın Ordubad şehrinde, Dırnıs ve Eylis köylerinde karşılaşmıştım. Birinci Dünya Savaşı’nın en girift safhalarından birinde, henüz kırk yaşına dahi ulaşmadan Osmanlı Devleti’nin en yüksek askerî makamının sorumluluğunu üstlenen Enver Paşa’nın Kafkasya seferi sırasında toprağa düşen Anadolu yiğitlerinin mezarlarını, memleketlerinden yüzlerce kilometre uzakta, uçsuz bucaksız bir dağ ikliminde gerçekleştirdiğim bir doğa yürüyüşü sırasında tesadüfen görmüştüm. Bu mezar taşları, devasa bir imparatorluğun maalesef ki tüm ödenen bedellere rağmen engel olunamayan çözülüş döneminde bile, jeopolitik düşüncenin nasıl diri kaldığını hatırlatıyordu. Haritalarda küçülen ama tarihin hafızasında büyüyen bir iddianın, taşa kazınmış sessizliğiydi şahit olduğum.
Enver Paşa’nın o seferi, yüzeyde bir askerî macera gibi görünse de aslında son Osmanlı kuşağının rasyonel bir stratejik sezgisiydi. O, Batı karşısında çöküşün kaçınılmaz olduğunu gören bir zihin olarak, Doğu’daki enerjiyi, Türkistan ile Anadolu arasındaki jeopolitik sürekliliği yeniden kurmak istiyordu. Bu, ham bir idealizm değil; medeniyetin sürekliliğini coğrafya üzerinden yeniden örgütleme çabasıydı. Bazı tarihçiler Enver Paşayı bir romantik olarak niteler; oysa ben o mezarlıklarda, onun hareketinde soğukkanlı bir aklın izlerini görmüştüm. Tecrübe ile yeterince sınanmayan bir akıldı sorun olan. Enver Paşa, ona atfedilen romantizmin perdesi altında bile rasyonel bir stratejik sezgiye sahipti: medeniyetin bekası, ancak coğrafyanın birliğinden geçer’i idrak edebilen bir sezgi.
Dırnıs ve Eylis’teki o mezar taşları işte bu rasyonel sezginin sessiz hafızasıydı. Onlar, imparatorluk aklının coğrafya üzerinden kurduğu son formülün mezar taşlarıydı. O an fark ettim ki tarih, yalnızca duyguların değil, aklın da kefaretiyle yazılır. Sivas’ta ansızın şehzade mezarlarıyla yüzleşmek veya Nahçıvan’da, Enver Paşa’nın Kafkasya Seferi’nde şehit olan askerlere ait, Ordubadlı’ların büyük bir tazim ve özenle koruduğu o şehitliği görmek, bana bir kez daha şunu hatırlattı: Tarih, duygusal yargılarla değil; ancak bağlam bilinciyle anlaşılır.
Bir tarihçi için anakronizme düşmeden, geçmişin rasyonel gerekçelerini bugünün ahlâkî farkındalığıyla tartabilmek, gerçek idrakin eşiğidir. Bu yazı o eşiğin üzerinde durma gayretinde bir yazı olacak: aklın soğukkanlılığıyla vicdanın sızısını aynı zeminde tartmanın denemesi...
Bugün Türkiye’nin dış politikası yüzyıl öncesine benzer bir sınanmanın merkezindedir. Tarih, coğrafya ve siyaset arasında yeniden tanımlanan bir rasyonaliteye ihtiyaç vardır. Devletin bekası, artık sadece askerî güçle ya da diplomatik dengeyle değil; aklın sürekliliği ve hafızanın derinliğiyle teminat altına alınabilir.
Uluslararası ilişkilerde başarı, doğru zamanda doğru hamleyi yapabilme becerisine dayanır. Stratejik derinliği olan politikalar, "zaman", "akıl" ve "devlet iradesi" kavramlarının uyum içinde kullanılmasını gerektirir. Zamanlama, bir devletin hamlelerinin etkisini belirleyen kritik bir çarpandır; erken veya geç atılan adımlar, en akılcı stratejileri bile etkisiz hale getirebilir. Akıl ise rasyonel düşünme ve soğukkanlı değerlendirme gerektirir. Duygusal tepkiler yerine rasyonaliteyi rehber edinmek, devletlerin çıkarlarını maksimize etmelerini sağlar. Devlet iradesi ise sürekliliği ve kararlılığı temsil eden bu irade, günlük politika dalgalanmalarının ötesinde, ülkenin uzun vadeli menfaatlerini gözeten kurumsal bir zekâyı ifade eder. Tarihsel olarak “devlet aklı” kavramı ya da Osmanlı literatüründe “hikmet-i hükümet” anlayışı, devletin bekası için akılcı ve soğukkanlı karar almanın gerekliliğine işaret etmektedir.
Tam burada Türkiye’nin Ermenistan politikası, bu üç kavramın sınandığı özgün bir laboratuvar niteliği taşımakta; Türk dış politikasının yapısal zaafı olan hikmet-i hükümet anlayışındaki çözülmeyi eleştirel biçimde okumaya imkân vermektedir. Tarihsel yükler ve duygusal yaralar nedeniyle Türkiye-Ermenistan ilişkilerinde akılcı ve soğukkanlı politikalar üretmek kolay olamamaktadır. Bununla birlikte, değişen jeopolitik koşullar ve bölgesel dinamikler, Ankara’nın geleneksel tutumunu gözden geçirmesini zorunlu kılmaktadır. Güney Kafkasya’da dengelerin sarsıldığı bir dönemde doğru zamanlamayla atılacak adımlar, Türkiye’ye stratejik avantajlar sağlayabilir. Aynı şekilde, duygusal söylemleri aşarak rasyonel bir strateji çizmek, Türkiye’nin ulusal çıkarlarını duygusal tepkilerin üzerinde tutarak tutarlı bir yol izlemesi anlamına gelir.
Ermenistan’ın Kırılgan Jeostratejik Anatomisi
Ermenistan, coğrafi ve jeopolitik konumu itibariyle kırılgan bir devlet yapısına sahiptir. Denize çıkışı olmayan bu küçük Kafkasya ülkesi, tarihsel olarak etrafındaki daha büyük güçlerin nüfuz alanında kalmıştır. Ekonomik ve askerî açıdan kendi kendine yeterli olmaktan uzak olması, Ermenistan’ı dış yardımlara ve ittifaklara bağımlı kılmaktadır. Bu bağımlılık, ülkeyi kırılgan hale getirmekle kalmaz, aynı zamanda dış aktörler tarafından yönlendirilebilir bir konuma da mahkûm eder. Örneğin, Rusya yıllardır Ermenistan’ın en büyük hamisi konumundadır: Ülkede Rus askeri üslerinin bulunması, Erivan’ın güvenlik mimarisinin Moskova’ya endekslenmesine yol açmıştır. Buna ek olarak, enerji ve ekonomik kaynaklar bakımından da Ermenistan, Rusya ve İran gibi komşularına bağımlıdır.
Bu kırılgan yapı, Ermenistan’ın dış politikada kendi inisiyatifini sınırlamış ve büyük güçlerin etkisine açık hale getirmiştir. "Yönlendirilebilirlik" olgusu bu noktada devreye girmektedir. Ermenistan, zaman zaman farklı küresel ve bölgesel aktörlerin çıkarları doğrultusunda hareket etmeye zorlanmaktadır. Örneğin, Batı’daki Ermeni diasporasının siyasi gücü, Ermenistan’ın Türkiye ile ilişkilerinde bağımsız karar almasını güçleştirmiştir. Diaspora baskısı ve tarihsel hafızanın etkisiyle Erivan yönetimleri, Ankara ile normalleşme adımlarında temkinli davranmak zorunda kalmıştır. Öte yandan son yıllarda Ermenistan’ın iç siyasetinde yaşanan değişimler, ülkenin yönlendirilebilirlik dozunu da etkilemiştir. 2018’deki barışçıl devrimle iktidara gelen Nikol Paşinyan hükümeti, geleneksel Rus etkisini dengeleyerek daha bağımsız bir rota çizme arayışına girmiştir. Ancak 2020’deki Dağlık Karabağ Savaşı’nda yaşanan mağlubiyet, Ermenistan’ın kırılganlığını daha da artırmış ve manevra alanını daraltmıştır.
Paşinyan iktidarı, savaş sonrasında Rusya’nın desteğine eskisi kadar güvenemeyeceğini görerek Batı ile ilişkileri geliştirme sinyalleri vermiştir. Ermenistan’ın Avrupa Birliği ve Amerika Birleşik Devletleri ile temaslarını sıklaştırması, bir ölçüde Moskova’nın nüfuzundan bunalan Erivan’ın alternatif dayanaklar arama çabasını yansıtmaktadır. Ne var ki Batı’ya yönelmek, Ermenistan’ın jeopolitik konumunu daha da hassas hale getirmektedir; zira Rusya, kendi etki alanı gördüğü Kafkasya’da güç kaybına uğramamak için Ermenistan üzerinde baskısını artırabilir. Bu durum Erivan’ı zor bir ikileme sokmaktadır: Ya tarihsel hamisi Rusya’ya tamamen bağımlı kalmak ya da kırılganlığı göze alarak çok yönlü bir denge politikası gütmek. Her iki halde de Ermenistan, büyük güçlerin çekim merkezleri arasında yönlendirilme riskinden kurtulamamaktadır.
Türkiye ile Ermenistan İlişkisinde Algı Yönetimi ve Duygusal Yük Bagajı
Türkiye-Ermenistan ilişkileri, tarihsel yaraların yükü ve toplumsal algılar nedeniyle duygusal yoğunluğu yüksek bir seyir izlemektedir. İlk dünya savaşı ve hassaten 1915 olaylarının bıraktığı derin travma, iki toplumun hafızasında silinmesi güç izler oluşturmuştur. Bu tarihsel bagaj, tarafların birbirine bakışını şekillendiren bir "duygusal yük" olarak günümüzde de varlığını sürdürmektedir. Türkiye kamuoyu, uluslararası alanda Ermeni Diasporasının çabası ile "soykırım" olarak tanımlanan 1915 tehcirine ilişkin suçlamalara karşı haklı olarak hassas ve tepkisel bir tavır içindedir. Benzer şekilde Ermenistan ve diaspora Ermenileri de kendilerince tarihsel acılarının tanınması ve adalet arayışı konusunda derin bir siyasal ve duygusal motivasyona sahiptir. Sonuçta, iki tarafın da kolektif bilinçaltında, karşı tarafa dair olumsuz algılar ve güvensizlikler yerleşmiştir.
Öte yandan, diaspora Ermenilerinin özellikle Batı ülkelerinde yürüttüğü tanınma ve lobicilik faaliyetleri de karşılıklı algıları etkileyen bir faktör olmuştur. Birçok ülkenin parlamentosunda 1915 olaylarına dair alınan siyasi kararlar ve diaspora girişimleri, Türk kamuoyunda "kuşatılmışlık" hissini besleyerek Ermenistan’a mesafeli duruşu pekiştirmiştir. Diğer tarafta ise Ankara’nın bu girişimlere gösterdiği yerinde ve sert tepkiler, Ermeni toplumunda Türkiye’nin geçmişle yüzleşmekten kaçındığı algısını güçlendirmiştir.
Böylesi ağır bir duygusal yükün bulunduğu ilişkilerde, algı yönetimi stratejik bir önem kazanır. Liderler ve karar vericiler, kamuoylarındaki algıları doğru yönetemedikleri takdirde en rasyonel dış politika hamleleri bile içeride tepkiyle karşılanabilir. Nitekim geçmiş zamanlarda Türkiye’de Ermenistan ile normalleşme adımları atılacağı zamanlarda milliyetçi tepkinin yükseldiği ve hükümetlerin eleştiri oklarına maruz kaldığı görülmüştür. Benzer şekilde Ermenistan’da da Türkiye ile yakınlaşmayı savunan yöneticiler, son olarak Paşinyan örneğinde de görüleceği üzere ihanetle suçlanma riskini göze almak durumunda kalmıştır. Bu ortam, duygusal söylemlerin ve propaganda unsurlarının kolayca zemin bulduğu bir hassasiyet taşır. Algı yönetimi, tam da bu nedenle, rasyonel devlet aklının bir parçası olarak ele alınmalıdır.
Her iki tarafta da algıları şekillendiren unsurların başında eğitim sistemi, medya söylemi ve siyasi retorik gelir. Uzun yıllar Türkiye’de okul kitaplarında ve siyasi diskursta Ermenistan, terör örgütleriyle iş birliği yapan düşmanca bir komşu olarak resmedilmiştir. Ermenistan cephesinde ise Türkiye, "tarihsel düşman" ve potansiyel tehdit olarak yeni nesillere anlatılagelmiştir. Bu algı kalıpları, toplumlarda karşı tarafa yönelik önyargıları pekiştirmiş ve duygusal yükü artırmıştır. Ancak son dönemlerde sınırlı da olsa pozitif adımlar, algıların dönüşebileceğine işaret etmektedir. Örneğin, 2022 sonrasında Türkiye ve Ermenistan temsilcilerinin doğrudan görüşmelere başlaması, medyada daha ılımlı mesajların yer almasını sağlamıştır. Yine de bu kırılgan olumlu atmosferin kalıcı bir güvene dönüşmesi zaman alacaktır.
Karabağ Sonrası Türkiye’nin Dış Politika Pozisyonu
2020’de yaşanan İkinci Karabağ Savaşı, Güney Kafkasya’da güç dengelerini kökten sarsarak yeni bir jeopolitik gerçeklik ortaya çıkardı. Azerbaycan’ın sahada kazandığı zafer ve Dağlık Karabağ’daki Ermeni güçlerinin yenilgisi, bölgede yaklaşık otuz yıldır süren statükoyu değiştirdi. Türkiye, bu savaşta Azerbaycan’a verdiği güçlü siyasi ve askeri destekle sürecin en önemli aktörlerinden biri oldu. Savaş sonrasında imzalanan ateşkes anlaşmasında Rusya barış gücü rolünü üstlenirken, Türkiye de Azerbaycan’ın yakın müttefiki olarak yeni denklemde söz sahibi olmayı başardı.
Karabağ sonrası dönemde Türkiye’nin dış politika pozisyonu güçlenmekle birlikte, bu yeni rol dikkatli yönetilmeyi gerektirmektedir. Bir yandan Ankara, Bakü ile "iki devlet tek millet" şiarıyla ifade edilen güçlü kardeşlik bağını somut projelere dönüştürme fırsatı yakaladı. Zengezur Koridoru projesi ve bölgesel ulaşım hatlarının entegrasyonu gibi fikirler, Azerbaycan zaferinin ardından Türkiye gündemine girdi. Türkiye, Karabağ’daki sonuçtan cesaret alarak Ermenistan’la yıllardır askıda kalan normalleşme sürecine yeni bir ivme kazandırabileceğinin işaretlerini verdi. 2021 sonu ve 2022’de karşılıklı özel temsilcilerin atanması, uçuşların yeniden başlaması gibi adımlar, Karabağ sonrası atmosferde mümkün hale gelebildi.
Bununla birlikte, Türkiye’nin yeni pozisyonu sadece fırsatları değil bazı ikilemleri de beraberinde getirmektedir. Ankara hem Azerbaycan’ın çıkarlarını gözetip hem de Ermenistan ile ilişkileri düzeltmeye çalışırken ince bir denge kurmak zorundadır. Karabağ zaferi sonrasında Erivan, Bakü karşısında zor durumda kaldı ve barış anlaşması imzalamaya mecbur bir çizgiye geldi. Bu süreçte Türkiye, Azerbaycan’ın hassasiyetlerini anlayarak hareket etti ve Ermenistan’a yönelik ön şartlarını Bakü ile koordinasyon içinde belirledi. Bu koordinasyon, kısa vadede dış politika tutarlılığı sağlasa da uzun vadede Türkiye’nin kendi çıkarları için manevra alanını sınırlayabilir. Örneğin, eğer Ermenistan ile doğrudan ilişki kurmak Türkiye’ye stratejik bir fayda sağlayacaksa, bunu Bakü’nün onayına tabi kılmak Ankara’yı ikincil konuma itebilir. Devlet aklı, müttefiklerin çıkarlarını gözetirken dahi ülkenin kendi çıkarlarının ayrı bir değerlendirmeye tabi tutulmasını gerektirir.
Karabağ sonrası yeni denklemin bir diğer boyutu da büyük güçlerin tutumudur. Rusya, geleneksel nüfuz alanı olan Kafkasya’da Türkiye’nin artan etkisini dengelemek isterken, ABD ve Avrupa Birliği bölgeye artan bir ilgi göstermeye başladılar. Türkiye, bu tabloda hem Moskova ile iş birliği yapmak hem de Batı ile ters düşmeden hareket etmek durumunda kaldı. Karabağ Savaşı sonrasındaki dış politika pozisyonu, Ankara’yı bir anlamda doğu ile batı arasındaki nüfuz mücadelesinin ortasına yerleştirmiştir. Bu konum, riskler barındırsa da Türkiye’ye özgün bir arabuluculuk ve denge kurucu rolü üstlenme şansı da tanımaktadır. Nitekim Ankara hem Moskova hem de Batılı başkentlerle konuşabilen aktör kimliğini kullanarak Ermenistan-Azerbaycan barış görüşmelerine destek verebilecek ender ülkelerden birisi olmuştur. Son tahlilde, Karabağ zaferinin getirdiği avantajları kalıcı bir stratejik kazanca dönüştürebilmek, Azerbaycan kadar Türkiye’nin de dış politika aklının bir sınavı olacaktır.
ABD Gölgesindeki Zengezur Koridoru Fırsat mı Risk mi?
İkinci Karabağ Savaşı’nın ardından gündeme gelen en stratejik projelerden biri Zengezur Koridoru ’dur. Bu koridor, Azerbaycan’ın ana karası ile Nahçıvan Özerk Bölgesi’ni Ermenistan’ın güneyinden geçerek birleştirecek bir ulaşım hattını ifade etmektedir. 2020 ateşkes anlaşmasında kararlaştırılan ulaşım hatlarının açılması maddesi, Zengezur Koridoru fikrine zemin hazırlamıştır. Türkiye açısından bakıldığında bu koridor, yalnız Azerbaycan’la fiziki bağlantı kurmanın ötesinde, Türkistan dünyasını kesintisiz bir hat ile birleştirme idealinin parçasıdır. Böylece Türkiye, Kafkasya üzerinden Orta Asya Türk Cumhuriyetleri’ne ulaşan bir karayolu ve demiryolu güzergâhına sahip olabilecektir. Bu vizyon, yıllardır dile getirilen "Orta Koridor" stratejisinin can alıcı bir halkasını oluşturmaktadır.
Ne var ki, Zengezur Koridoru meselesi uluslararası güç dengelerinden bağımsız düşünülemez. ABD’nin son dönemde Kafkasya’daki artan ilgisi, bu projeye ayrı bir boyut katmıştır. Washington, Rusya ve İran’ı çevreleme politikası kapsamında Orta Asya’ya alternatif erişim yolları ararken, Zengezur Koridoru potansiyel bir jeostratejik fırsat olarak belirmiştir. Kimi analizlerde, koridorun işletme haklarının uluslararası bir konsorsiyuma veya doğrudan ABD merkezli şirketlere devredilmesi gibi fikirler ortaya atılmıştır. Böyle bir senaryo gerçekleşirse, ABD’nin bölgedeki varlığı pekişecek ve koridor küresel bir ticaret yolu olmanın ötesinde büyük güç rekabetinin sahnesine dönüşecektir. Bu durumda Türkiye’nin yıllardır beklediği Orta Asya’ya açılma fırsatı, Washington’ın gölgesinde şekillenen bir projeye evrilebilir. ABD’nin sürece dahil olması, koridorun güvenliği ve sürekliliği açısından bir teminat oluşturabileceği gibi, Türkiye’nin kendi kontrolü dışında gelişebilecek riskler de barındırır.
Zengezur Koridoru, fırsatlar ve risklerin iç içe geçtiği bir denklem sunmaktadır. Fırsat cephesinde, bu hat sayesinde bölgede barış ve iş birliği ortamının güçlenmesi ihtimali vardır. Azerbaycan ile Ermenistan arasında kalıcı bir barış anlaşması imzalanır ve koridor karşılıklı egemenlik haklarına saygı çerçevesinde hayata geçerse, Ermenistan da ekonomik kazanç sağlayabilecek, bölgede izolasyondan kurtulabilecektir. Türkiye ise böyle bir senaryoda hem doğrudan Orta Asya’ya bağlanacak hem de Kafkasya’nın ticaret ve lojistik omurgasında söz sahibi olacaktır. Koridorun açılması, bölgesel bütünleşme ve refah açısından bir "kazan-kazan" örneği olabilir.
Risk tarafında ise birkaç kritik husus öne çıkmaktadır. Öncelikle, İran ve Rusya’nın koridora karşı tutumu belirsizlikler barındırmaktadır. İran, kendi topraklarını baypas eden bir transit yol oluşmasından rahatsızlığını gizlememektedir; Zengezur Koridoru’nun açılması halinde İran’ın bölgesel ticaretteki önemi azalacak ve Türkiye-Azerbaycan hattı güç kazanacaktır. Tahran yönetimi bunu engellemek için Ermenistan’a daha fazla yanaşabilir veya bölgedeki diğer kartlarını kullanabilir. Rusya açısından bakıldığında, ABD’nin gölgesinde gelişen bir koridor projesi, Moskova’nın Kafkasya’daki nüfuzunun aşınması anlamına gelir. Ukrayna savaşıyla dikkati dağılan ve zayıflayan Rusya, Ermenistan’ı tamamen Batı’ya kaptırmamak için süreci bozucu adımlar atabilir. Örneğin, Rus barış güçlerinin Karabağ’daki varlığı ve Ermenistan’daki askeri üs, Moskova’ya gerektiğinde durumu tırmandırma veya Erivan üzerinde baskı kurma imkânı tanıyor.
Zengezur Koridoru’nun uluslararası bir statü kazanması, Ankara açısından yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda egemenlik ve güvenlik boyutlarıyla da dikkatle yönetilmesi gereken bir süreçtir. Koridorun işleyişi üzerindeki tasarruf yetkisinin uzun vadeli imtiyazlarla Batılı konsorsiyumlara devri, Türkiye ve Azerbaycan’ın sahip oldukları coğrafi avantajı fiilen sınırlandırabilir. Böyle bir senaryoda, Orta Asya’ya açılan hat Türkiye için bir geçiş güzergâhı olmaktan ziyade, belirli siyasi koşullara ve dış baskılara bağlı bir pazarlık alanına dönüşebilir.
Daha kritik olan ise, ABD-Türkiye ilişkilerinde yaşanabilecek olası bir gerilimin, Washington’un Zengezur’daki mevcudiyetini sivil altyapı görünümünden askerî varlığa dönüştürme riskidir. Bu durum, hem Türkiye’nin Güney Kafkasya’daki stratejik derinliğini hem de Azerbaycan’ın güvenlik mimarisini doğrudan etkileyebilecek bir kırılma yaratabilir. Zengezur ’da kurulacak bir ABD öncülüğündeki bir Batı askeri üssü, fiilen Hazar–Doğu Akdeniz ekseninde yeni bir “denge dışı” caydırıcılık hattı anlamına gelir ki, bu da Ankara’nın Orta Koridor üzerindeki inisiyatifini zayıflatmakla kalmaz, telafisi zor bir güvenlik riski oluşturur.
Bu risklerin bertaraf edilmesi, Türkiye’nin sürece seyirci değil, geç kalınmakla birlikte yönlendirici aktör olarak katılmasıyla mümkündür. Ankara, Bakü ve Erivan nezdinde projenin “bölgesel sahipliğini” ısrarla vurgulamalı; böylece dış güçlerin projeyi kendi jeopolitik araçlarına dönüştürme ihtimalini asgariye indirmelidir. Bununla eşzamanlı olarak, Washington ve Moskova ve hatta Tahran ile yürütülecek çok katmanlı diplomasi, koridorun stratejik dengeleme işlevini korumanın anahtarı olacaktır.
Devlet akılcılığının gereği, fırsat ile risk arasındaki çizgiyi önceden görerek, her senaryoya uygun stratejik refleksleri hazır tutmaktır. Rasyonel bir Zengezur stratejisi, Türkiye’yi iki uçlu bir tercihe yani “Batı’nın trenine vagon olmak” ya da “değişime direnerek dışlanmak” şıklarına mahkûm etmeden, çok yönlü kazançları maksimize etmeyi hedeflemelidir. Bu yaklaşım, koridorun rekabet alanı olmaktan çıkıp, tüm bölgenin güvenliğine, ticaretine ve istikrarına hizmet eden bir iş birliği hattına dönüşmesini sağlayabilir.
Son kertede mesele, bir hattın kimin toprağından geçtiğinden ziyade, o hattın kimin stratejik aklından geçtiğidir. Türkiye, Zengezur’u yalnız bir jeoekonomik güzergâh olarak değil, egemenlik ile denge siyasetinin kesişim noktası olarak konumlandırmak zorundadır.
Orta Asya’ya Erişim Perspektifinden Kaybedilen Alanlar
Türkiye’nin Orta Asya’ya erişim ve etkisini artırma hedefi, Sovyetler ’in dağılmasından bu yana dış politikasının önemli bir parçasıdır. 1990’larda Turgut Özal’ın ortaya koyduğu vizyon ve devamında gelişen Türki Cumhuriyetler ile ilişkiler, büyük ümitlerle başlamıştı. Ancak aradan geçen otuz yılda, Türkiye’nin Orta Asya’daki varlığı ve nüfuzu beklentilerin gerisinde kaldı. Bunun birçok sebebi olmakla birlikte, coğrafi kısıtlar ve bölgesel engeller belirleyici olmuştur. Örneğin, günümüzde Türkiye’nin Orta Asya ülkeleriyle toplam ticaret hacmi potansiyelinin oldukça altında seyrediyorsa, bunda doğrudan kara bağlantısının ve özellikle demiryolu hatlarının yıllarca tesis edilememiş olmasının payı büyüktür. Özellikle Azerbaycan ile Türkiye arasındaki kara bağlantısının Ermenistan tarafından kesiliyor olması, Ankara’nın Orta Asya’ya uzanan ticaret ve ulaşım projelerini sekteye uğratan bir faktör olmuştur. 1993’ten itibaren Karabağ sorunu nedeniyle Türkiye-Ermenistan sınırının kapalı kalması, sadece Ermenistan’ı değil, Türkiye’nin doğuya açılım stratejisini de olumsuz etkilemiştir.
Karadeniz üzerinden Hazar’a, oradan Orta Asya’ya uzanan alternatif rotalar geliştirilse de (örneğin Bakü-Tiflis-Kars demiryolu gibi), Ermenistan üzerinden geçen en kısa yolun kapalı olması, yıllar içinde ciddi bir zaman ve fırsat kaybına yol açtı. Türkiye, İran üzerinden Orta Asya’ya ulaşmaya çalıştığında ise jeopolitik rekabet ve ambargolar gibi engellerle karşılaştı. Rusya’nın kuzeyden uyguladığı nüfuz ve Çin’in doğudan artan varlığı ise, Orta Asya’da Türkiye’ye sınırlı bir hareket alanı bıraktı. Bu bağlamda, Türkiye’nin Orta Asya perspektifinden kaybettiği alanları iki düzeyde ele almak mümkündür: birincisi somut fiziksel bağlantı ve ticaret yolları, ikincisi ise jeopolitik nüfuz ve kültürel etki alanı.
Somut bağlantı anlamında, Türkiye uzun süre Ermenistan ile sınırını kapalı tutarak kendisini Kafkasya’nın bu önemli geçidine kapamış oldu. Eğer geçmişte Ermenistan ile farklı bir ilişki geliştirilip Azerbaycan’ın da içinde bulunduğu bir senaryo ile sınır açık tutulabilseydi, belki de bugün Trans-Kafkasya güzergâhı çok daha etkin kullanılabilirdi. Ermenistan topraklarından geçecek bir demiryolu hattı, Türkiye’den Nahçıvan’a oradan Azerbaycan ve Orta Asya’ya kesintisiz uzanabilirdi. Bu sadece ekonomik kazanç değil, aynı zamanda bölgesel barış ve istikrar için de dönüştürücü bir rol oynayabilirdi. Oysa 1990’lar ve 2000’ler boyunca bu güzergâh âtıl kaldı; bölge ülkeleri alternatif yollarla yetinmek zorunda kaldı. Sonuç olarak Türkiye, Orta Asya’ya ulaşım projelerinde İran ve Rusya’ya bağımlı rotalara mahkûm oldu ve zaman zaman bu ülkelerin siyasi baskılarına maruz da kalabildi.
Jeopolitik nüfuz açısından bakıldığında da benzer bir kayıp söz konusudur. Türkiye, dil ve kültür ortaklığı bulunan Orta Asya Türk Cumhuriyetleri ile ilişkilerinde belli bir ilerleme kaydetse de bu ülkelerin karar alma süreçlerinde belirleyici bir aktör olma hedefine ulaşamadı. Rusya ve Çin’in gölgesindeki Orta Asya’da, Türkiye’nin ağırlığı çoğunlukla sembolik düzeyde kaldı. Örneğin, Türk Devletleri Teşkilatı çatısı altında çeşitli iş birliği mekanizmaları kurulsa da, bunlar büyük ölçüde ekonomik ve stratejik gerçekliğe dönüşmekte zorlandı. Bunun bir sebebi de coğrafi sürekliliğin olmamasıydı; Türkiye ile Orta Asya arasındaki kopukluk, iletişim ve etkileşim sıklığını sınırladı. Diplomatik ziyaretler ve kültürel programlar elbette sürdü, ancak malların, insanların ve enerjinin serbestçe aktığı somut bir bağlantı kurulamadı.
Geçmişte kaybedilen bu alanlar, Türkiye’nin bugün stratejik zamanlama ve rasyonel planlamayla geri kazanabileceği fırsatlara da işaret ediyor. Karabağ Savaşı sonrasında oluşan yeni düzende, Zengezur Koridoru gibi projeler hayata geçirilebilirse Türkiye, Orta Asya ile arasındaki fiziki engeli aşabilecek. Bu sadece Ankara’nın ticari menfaatlerine değil, aynı zamanda Orta Asya’nın çok yönlü bağlantı arayışlarına da hizmet edecek. Yine de burada kritik olan, devlet aklının geçmiş hatalardan ders alarak daha proaktif davranabilmesidir. Eğer Türkiye 1990’larda Ermenistan meselesine sadece duygusal ve tek boyutlu yaklaşmak yerine daha geniş bir jeopolitik vizyonla bakabilseydi, bugün bambaşka bir bölgesel mimariden bahsediyor olabilirdik. Önümüzdeki dönemde benzer bir fırsat penceresi aralanırken, bu kez zamanlamayı iyi değerlendirmek ve rasyonel adımlar atmak, Türkiye’nin kaderini tayin edebilecek bir etkiye sahip olacaktır. Jeopolitik bütünlüğe sahip bir perspektif, Türkiye’nin Kafkasya ile Orta Asya arasında gerçek bir köprü devlet konumuna erişmesini de kolaylaştıracaktır.
Zamanlama, Rasyonalite ve Devlet Aklı Arasında: Türkiye’nin Ermenistan Politikası Üzerine Bir Değerlendirme
Türkiye’nin Ermenistan politikası, dış politikada zamanlama ve rasyonalite konusunda önemli dersler barındırmaktadır. Geride kalan otuz yıla baktığımızda, Ankara’nın Erivan ile ilişkilerinde çoğunlukla duygusal reflekslerin ve iç politika mülahazalarının etkili olduğunu görüyoruz. 1990’larda Ermenistan bağımsızlığını kazandığında Türkiye onu tanıyan ilk ülkelerden biri olsa da Karabağ’daki gelişmeler nedeniyle kısa sürede sınır kapatma ve ilişkiyi askıya alma yoluna gidildi. Bu karar, Azerbaycan’la dayanışma açısından anlaşılabilir olsa da stratejik zamanlama bakımından tartışmalıdır. O dönemde Ermenistan ile diyalog kanallarının tamamen kapanması, Türkiye’nin daha sonra etki edebileceği pek çok konuda elini zayıflattı. Devlet aklı perspektifinden bakıldığında, köprüleri atmak yerine askıda tutmak veya koşullu angajman seçenekleri değerlendirilebilirdi. Fakat duygusal toplumsal baskı ve Karabağ’ın işgaline verilen haklı tepki, rasyonel seçeneklerin önünü kapattı.
2000’lerin sonunda gerçekleşen Zürih Protokolleri girişimi, Türkiye’nin zamanlama testinde bir başka önemli örnektir. 2009’da Türkiye ve Ermenistan arasında imzalanan protokoller, sınırın açılması ve diplomatik ilişkilerin tesisi için tarihi bir fırsat sunmuştu. Ancak bu girişim, Azerbaycan’ın sert tepkisi ve içeride yükselen milliyetçi eleştiriler nedeniyle askıya alındı ve sonunda hayata geçirilemedi. Burada zamanlama kadar, algı yönetimi eksikliğinin de rol oynadığı söylenebilir. Türkiye, protokolleri imzalarken Bakü’yü yeterince ikna edemediği gibi, kendi kamuoyunu da hazırlamakta yetersiz kaldı. Sonuçta, rasyonel temellere dayanan bu stratejik hamle, gerekli politik sabır gösterilemediği ve uygun diplomatik zemin oluşturulamadığı için başarısız oldu. Bu deneyim, dış politikada atılan adımların ne denli kırılgan olabileceğini ve devlet iradesinin süreklilik taşımasının önemini ortaya koymuştur.
Günümüzde ise Türkiye bir kez daha benzer bir testle karşı karşıya. Karabağ zaferi sonrasında Ermenistan ile normalleşme olasılığı belirmişken, bu kez de zamanlamanın doğru ayarlanması ve rasyonel bir stratejinin tutarlılıkla uygulanması gerekmektedir. Paşinyan liderliğindeki Ermenistan yönetimi, barış anlaşmasına istekli sinyaller verirken Türkiye’nin buna yanıtı gecikmemelidir. Zira jeopolitik fırsatlar, aynı zamanda riskleri de barındırır. Eğer Türkiye gereken adımları atmakta gecikirse boşluğu başkalarının doldurması muhtemeldir. Nitekim ABD ve AB, Azerbaycan-Ermenistan barış görüşmelerinde aktif rol almaya başlamışlardır. Türkiye’nin bu süreçte kenarda kalması, Kafkasya’daki etkinliğinin azalması riskini doğurabilir. Devlet aklı burada devreye girmeli ve uzun vadeli çıkarlar uğruna kısa vadeli siyasi rahatlıklar ikinci plana konulmalı, iç politikada Ermenistan’a yönelik sert söylemler bazen popülarite getirse de bunun bölgesel vizyon açısından maliyeti de dikkate alınmalıdır.
Rasyonalite testinin bir diğer boyutu, Türkiye’nin duygusal yaklaşımları terk etme kapasitesidir. Tarihsel husumet ve toplumsal önyargılar, dış politikada soğukkanlı kararlar alınmasını güçleştirebilir. Ancak gerçek devlet adamlığı, zor anlarda duyguları kontrol edip aklıselimle hareket edebilmektir. Türkiye, Ermenistan ile ilişkilerinde “ne kazanabiliriz” sorusunu objektif biçimde sormak durumundadır. Eğer kazanımlar, geçmişin yüklerinden ve güdülen intikam hissinden daha ağır basıyorsa, rasyonel tercih bu kazanımların peşine düşmek olmalıdır. Eleştirel bir gözle bakıldığında, Ankara’nın son yıllarda çevre ülkelerle normalleşme adımları (Mısır, Birleşik Arap Emirlikleri, Suudi Arabistan gibi) attığı bir dönemde, Ermenistan cephesinin de aynı ölçüde değerlendirilemediği görülmektedir. Oysa Karabağ sonrasında bu cephede de hareket alanı oluşmuştu. Devlet aklının tutarlılığı, tüm dış politika alanlarında benzer ilke ve menfaat hesaplarını gözetmeyi gerektirir.
Rasyonel Stratejinin İnşası; Çözüm ve Yeniden Yapılandırma
Türkiye ile Ermenistan arasındaki sorunların kalıcı şekilde çözümü, duygusal yaklaşımların ötesine geçip rasyonel bir strateji inşa etmeyi zorunlu kılmaktadır. Bu kapsamda, Ankara’nın kendini yeniden konumlandırması gereken birkaç temel alan bulunmaktadır. Öncelikle, tarihsel husumeti sona erdirmeye yönelik cesur adımlar atılmalıdır. Bu, geçmişi unutmak anlamına gelmez; aksine geçmişle yüzleşmeyi siyasi bir polemik konusu olmaktan çıkarıp tarihin emanetine emanet etmeyi gerektirir. Türkiye, 1915 olayları konusunda geçmişte önerdiği ortak tarih komisyonu fikrini canlandırabilir ve Ermenistan’la birlikte üçüncü taraf uzmanların da dahil olacağı bilimsel bir diyalog zemini oluşturabilir. Bu tür bir girişim, uluslararası alanda da Türkiye’nin iyi niyetini gösterecek ve Erivan’ın tarihsel adalet taleplerini yönetilebilir bir çerçeveye oturtacaktır. Devlet aklı, tarih gibi çetrefil bir konuda bile soğukkanlılığı ve çözüm odaklılığı elden bırakmamayı gerektirir. İkinci olarak, ekonomik ve diplomatik normalleşme eş zamanlı ilerlemelidir. Türkiye, Ermenistan ile ticari ve beşerî bağlarını artırarak güven inşasını pekiştirebilir. Sınırın kontrollü ve aşamalı bir şekilde açılması, iki halkın günlük hayatında somut bir iyileşme yaratacaktır. Ticaret hacminin büyümesi, ortak çıkarların oluşmasına ve siyasi ilişkilerin de yumuşamasına zemin hazırlar. Bu süreçte Azerbaycan’ın hassasiyetlerini gözetmek önemlidir; ancak Bakü’nün de uzun vadede Ermenistan’la barışın kendisine fayda getireceğini görmesi sağlanmalıdır. Üçlü iş birliği formatları (Türkiye-Azerbaycan-Ermenistan) veya dörtlü bölgesel platformlar (Rusya’nın da dahil olabileceği) önerilerek, Erivan’ın izole olmadığı bir güvenlik mimarisi tasarlanabilir. Örneğin, ortak altyapı projeleri ya da enerji nakil hatları gibi somut konularda iş birliği, taraflar arasında karşılıklı bağımlılık yaratarak çatışma riskini azaltacaktır. Zaten 2022 yılından itibaren özel temsilcilerin düzenli görüşmeler yapması, doğrudan uçak seferlerinin yeniden başlaması ve sınırın kısmen açılmasına dair mutabakat gibi önemli adımlar atılmıştır. Ancak bu girişimlerin somut neticeye dönüşmesi, kapsamlı bir barış anlaşması ve siyasi iradenin kararlılığına bağlıdır. Nitekim 2022 yazında varılan, kara sınırının üçüncü ülke vatandaşlarına ve diplomatik pasaport sahiplerine açılması yönündeki anlaşma hâlâ uygulama aşamasına geçememiştir. Bu durum, sürecin hâlâ ne kadar kırılgan olduğunu göstermektedir.
Öte yandan, Şubat 2023’te Türkiye’de meydana gelen büyük deprem felaketi sonrasında Ermenistan’ın gönderdiği insani yardım ve Alican sınır kapısının onlarca yıl sonra ilk kez açılması, insani zeminde de olsa önemli bir güven artırıcı hamle olmuştur. Yine Ermenistan Başbakanı Paşinyan’ın 2023 yılında Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın göreve başlama törenine katılması gibi jestler, en üst düzeyde diyaloğun tesisine katkı sunmuştur. Bu tür pozitif etkileşimlerin sürdürülmesi ve çoğaltılması, Türkiye’nin yeniden konumlanma çabalarına ivme kazandıracaktır.
Rasyonel stratejinin inşasında kritik bir boyut da uluslararası aktörlerle ilişkileri dengelemektir. ABD ve AB, Ermenistan’ın reform süreçlerine ve ekonomisine yatırım yaparken Türkiye ile Ermenistan arasındaki normalleşmeyi de teşvik etmektedir. Ankara, Batı ile ilişkilerindeki konjonktürel dalgalanmalardan bağımsız olarak, Ermenistan meselesinde yapıcı bir tutum sergileyerek hem Washington/Brüksel nezdinde olumlu puan kazanabilir hem de Erivan üzerinde Batı’nın nüfuzunu dengeleyebilir. Bu dengeleyici rol, Türkiye’nin bölgesel güç statüsünü pekiştirecektir. Diğer yandan Rusya ile açık diyalog sürdürmek de şarttır. Moskova’nın Kafkasya’daki çıkarları göz ardı edilerek yapılacak hamleler başarısızlığa mahkûm olabilir. Bu nedenle Türkiye, Ermenistan ile normalleşmenin Rusya’nın aleyhine olmayacağı ve aksine bölge istikrarına hizmet edeceği mesajını diplomatik kanallardan iletmelidir. Gerekirse, Rusya’nın endişelerini giderecek bazı adımlar (örneğin, bölgedeki formatlara Rusya’nın dahil edilmesi, askeri boyutta Rusya’yı rahatsız edecek girişimlerden kaçınılması gibi) atılarak, kazan-kazan bir durum ortaya konmalıdır.
Türkiye’nin yeniden konumlanması gereken bir diğer alan da kamu diplomasisi ve kültürel etkileşimdir. Halklar arasındaki önyargıları kırmak için öğrenci değişim programları, turizm, kültürel etkinlikler ve sivil toplum diyaloğu teşvik edilmelidir. Ermenistan halkı, Türkiye’yi sadece tarihten gelen olumsuzluklarla değil, bugünün Türkiye’sinin sunduğu imkânlarla da tanıma fırsatı bulmalıdır. Benzer şekilde, Türkiye kamuoyunda da Ermenistan’ın gerçekleri ve sıradan Ermeni insanların perspektifleri görünür kılınmalıdır. Bu, düşman imgelerinin yerini insani ve komşuluk değerlerinin almasına yardımcı olabilir. Unutulmamalıdır ki, uzun vadeli barışın temeli halklar arasındaki ilişkilerin normalleşmesidir; bunu sağlamak da devletlerin yumuşak güç unsurlarını devreye sokmasıyla mümkündür.
Ermenistan’ın azalan nüfusuna rağmen diaspora ağları, ülkenin en kalıcı güç çarpanı olarak varlığını sürdürmektedir. Bu diaspora, özellikle ABD ve Fransa gibi merkezlerde siyasal ve kültürel etki üretme kapasitesiyle, Türkiye ve Azerbaycan’ın manevra alanını daraltabilecek bir potansiyele sahiptir. Asıl mesele, bu etkinin Erivan üzerindeki yönlendirici gücünü kırmak ve Ermenistan’ı kendi çıkarlarına dayalı rasyonel bir bölgesel aktör haline getirmektir.
Bu da ancak Ermenistan’ın bölgesel ekonomiye, kültürel dolaşıma ve altyapı entegrasyonuna dâhil edilmesiyle mümkündür. Ekonomik bağımlılıklar arttıkça, diaspora söyleminin manevra alanı daralır; zira radikal bir hat üzerinde siyaset yürütmek, Ermenistan’ın iç refah dengesiyle çelişir hale gelir. Dolayısıyla Ankara ve Bakü için en etkili strateji, Ermenistan’ı dış baskıların bir aparatı olmaktan çıkarıp bölgesel refah sisteminin zorunlu bir bileşeni haline getirmektir.
Kısacası, diaspora etkisini bertaraf etmenin yolu onu doğrudan karşıya almak değil, etki zeminini dönüştürmek, ez cümle Ermenistan’ı barışın ekonomik rasyoneline bağlamaktır.
Sonuç: Zamanı Yöneten Akıl
Tarihsel tecrübeler, stratejik fırsatları zamanında değerlendiren devletlerin bölgesel dengeleri lehlerine çevirebildiğini göstermiştir. Türkiye’nin Ermenistan politikası, bir yönüyle “zamanı yönetme” becerisinin sınandığı bir satranç oyununa benzemektedir. Doğru hamleyi yanlış zamanda yapmak, oyunu kaybettirebileceği gibi; doğru zamanda yapılmayan hamleler de fırsatları kaçırmaya yol açar. Devlet aklı, işte bu yüzden zamanı yönetebilen, şartları doğru okuyup hamle sırasını iyi tayin eden akıldır. Bugün gelinen noktada, Ankara için tarihsel önyargıları geride bırakıp jeopolitik bütünlüğü gözeten bir vizyonla hareket etme zarureti bulunmaktadır. Karabağ zaferinin ardından açılan diplomatik fırsat penceresi, sonsuza dek açık kalmayabilir. Zaman faktörü, Türkiye lehine işleyen bir dost da olabilir, aleyhine dönen bir düşman da… Bunu belirleyecek olan, Türkiye’nin bugün alacağı kararlar ve uygulayacağı stratejilerdir.
Son tahlilde, rasyonalite, stratejik zamanlama, devlet aklı ve jeopolitik vizyon unsurlarını bir araya getiren bütüncül bir politika, Türkiye’ye Kafkasya’da kalıcı bir başarı getirebilir. Ermenistan ile normalleşme, yalnız iki ülke arasında husumetin giderilmesi anlamına gelmeyecek; aynı zamanda Orta Asya’dan Akdeniz’e uzanan geniş coğrafyada bir barış ve iş birliği kuşağı oluşturacaktır. Bu da Türkiye’nin hem güvenliğine hem de refahına doğrudan katkı yapacaktır. Elbette böylesi iddialı hedeflere ulaşmak kısa sürede kolay olmayacaktır, iniş çıkışlar yaşanacaktır. Ancak devlet iradesi, zorluklar karşısında istikrarla devam etmeyi ve gerektiğinde rotayı düzeltmeyi içerir.
Zamanı yöneten akıl, duyguların değil stratejinin rehberliğinde hareket eder. Türkiye, Ermenistan politikası dahil tüm diplomatik hamlelerinde geçmişin esiri olmadan geleceğin mimarı olmayı seçerse, globalde ve en azından bölgesinde oyun kurucu bir aktör olarak konumunu pekiştirecektir. Bu minvalde yapılacak her hamle, sadece bugünü değil yarını da düşünerek planlanmalıdır. Çünkü bugünün doğru zamanda atılmış adımları, yarının tarihi fırsatlarını gerçeğe dönüştürecektir. Türkiye’nin ihtiyacı olan da tam olarak böyle bir uzun vadeli bakış ve kararlılıktır. Zamanı yöneten akıl ile hareket eden bir dış politika, ülkeyi duygusal girdaplardan çıkarıp stratejik bir rotaya sokacak; böylece ulusal çıkarlar en üst düzeyde korunabilecektir. Özellikle bölgesinde kalıcı barış ve iş birliğinin tesisi de ancak bu vizyoner yaklaşım sayesinde mümkün olacaktır.
- Geri
- Ana Sayfa
- Normal Görünüm
- © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.