- Hakkımızda
- TYB Ödülleri
- Genç Yazarlar Kurultayı
- Kitaplık
- Ahlâk Şûrası
- Yazar Okulu
- Mehmet Âkif Ersoy
- Türkçe Şûrası
- Milletlerarası Şehir Tarihi Yazarları Kongresi
- Yayınlar
- Söyleşi
- Şube Haberleri
- Salgın Edebiyatı
- Haberler
- Şiir Şölenleri
- Mesnevi Okumaları
- Kültür & Sanat Haberleri
- Kültür Kervanı
- Kırklar Meclisi
- Duyurular
- Biyografiler
27 Ekim 2025- İstanbul14°C▼
- Ankara21°C
- İzmir22°C
- Konya18°C
- Sakarya15°C
- Şanlıurfa20°C
- Trabzon22°C
- Gaziantep16°C
TYB AKADEMİ EĞİTİM, FELSEFESİ VE SORUNLARISAYISI'NDAN: İNSAN YETİŞTİRME MODELİMİZ, GELECEĞİMİZ VE EĞİTİM FELSEFEMİZ
TYB AKADEMİ Eğitim, Felsefesi ve Sorunları sayısından Sayı Editörü Prof. Dr. Necmettin Tozlu'nun İnsan Yetiştirme Modelimiz, Geleceğimiz ve Eğitim Felsefemiz başlıklı makalesi:

13 Ocak 2015 Salı 12:34
Giriş
Türkiye 1. Eğitim Felsefesi Kongresi açılış konuşmasında "İşe dışımızdaki dünyadan başlamak istiyorum" diyerek şu tespitleri yapmışım: UNESCO, UNICEF, UNDİ ve Dünya Bankasının katkılarıyla eğitim üzerine yapılan çalışmalarla ulaşılan sonuçlar hiç de iç açıcı değil. Bir kere hiç bir ülke tatmin edici, sıhhatli bir eğitim ve araştırma sistemi geliştirmiş değildir. Eğitimde sayısal artışa karşılık kalite sürekli düşmektedir. Finans sıkıntıları gittikçe artmakta ve ağırlaşmaktadır. Bilim ve teknolojide tam bir tekel kurulmuş, gelişmekte olan ülkeler diye tabir edilen ülkeler gittikçe fakirleşmekte, iç kargaşalara düşmektedirler. Dünyamız sadece bu tür problemlerle karşı karşıya değildir. Açlık, hastalık, işsizlik, cehalet, çevrelerin tahribi, insana saygının kayboluşu, insanların ezilişi, sömürülüşü, ırklarından, dinlerinden, anlayışlarından dolayı zulüm görmeleri ve savaş, çözümü oldukça güç problemler olarak sürekli üretilegelmektedir.
Savaş, bu korkunç makina sürekli işletilmektedir. "1945'ten 1992 yılına kadar önemli çapta 149 savaş patlak verdi ve 23 milyonu aşkın insan öldü"[1] Savaşan ülkeler madden, ruhen, ahlâken v.s. adeta çürümekte, güçten düşmektedirler. Meselâ "1995 yılının sonuna gelindiğinde silahlı çatışmalar Angola'da 30, Afganistan'da 17, Sri Lanka'da 11 ve Somali'de 7 yıldır sürüp gitmekteydi”[2] Savaş toplumları (savaşan) harabeye çevirmekte, tüm kaynaklarını tüketmektedir. Birçok ruhî ve psikolojik sapkınlıklara da sebep olmakta, evsizler, sürgünler, göçler ve uçsuz-bucaksız sefalet, insanî dram onun oluşturduğu tabloda yeşermektedir. Düşünün ki gözlerinizin önünde anneniz, babanız,... insanlar katledilmekte, tecavüze uğramakta, zulüm görmekteler. "Angola'da 1995'te bir araştırma çocukların %66'sının insanların öldürülüşlerini izlemiş, %91, cesetleri görmüş, %67'si de işkence, dayak ve yaralama olaylarına tanık olmuştur"[3] Aynı durum daha korkunç bir şekilde İslam coğrafyasında sürdürülmekte, bu coğrafya neredeyse Müslümandan temizlenmedir. 1994'te gelişmekte olan ülkelere 25.4 milyarlık silah satılır. En büyük silah satıcıları başta ABD, Fransa, Almanya, İngiltere ve Rusya'dır. İşin garibi tüm bu acılar gelişmekte olan ülkelere çektirilmektedir. Onlar bir sanayii çarkının dişlileri arasında ezilmekte, batının gücüne kan vermektedirler. "1960'larda [bu ülkelerin] toplam askeri harcamaları 27 milyar dolarken 1991'de 121 milyar dolara çıkar"[4] Direkt veya dolaylı olarak tüm bu tür ülkeler savaş dairesindedirler.
Şüphesiz bütün bunlar bir anlayışın sonucudur. Şuurlu bir benimsemenin mahsulüdür. Öyleyse bu anlayışa da kısaca değinmek zorundayız.
Batı düşüncesi uzun bir mayalanma ve içine katlanmadan sonra istilaya başlar. Önce ona sunulan kalıpçı, şahsileştirilmiş ve özünden soyutlanmış Hıristiyanî öğretiyi birçok yönden tahlil eder. Yetersizliğine hükmeder. İnsanı merkeze alır. Onun aşkına uzanan, açılımını tıkar. İnsanın Allah'la irtibatını keser. Aklı en yüce bir değer olarak görür. Bilgi de akıl ve duyularla sınırlandırılır. Kâinatta zaten bu akla uygun yaratılmıştır. Onunla anlaşılabilir. Bu yüzden kâinatta da herhangi bir sırra, olağanüstülüğe yer yoktur. Böylece modernizm profan bir dünya, içi boşaltılmış bir insan arz eder. İnsanın ihtiyaçları hep bu dünyayla sınırlıdır. O, kimseye karşı sorumlu da değildir. Kul da değildir. Belki tesadüfî olarak belli bir zaman ve yerde oluşmuştur. Görevi kendisinden başlayarak çevresine, tabiata, diğer insanlara hükmetmektir. Ahlâkî bir ilkeye sahip olmadığı, üstün prensiplere bağlı bulunmadığı, hattâ bu tür prensipleri reddettiği için yaptıklarından kimseye karşı sorumlu değildir. Zaten onun ilâhi olanla, kutsalla herhangi bir bağı da yoktur. Öyleyse o faaliyetlerinde, hemcinslerini sömürmede, menfaat sağlamada, gücüne güç katmakta serbesttir. İşte çağımızdaki bunalımı hazırlayan anlayış budur. Burada hakikate yer yoktur. İnsan hakikatten, güzelden koparılmış, dünyaya, eşyaya bağlanmıştır. O hep başarmak, fethetmek, yaşamak zorundadır. Bu, diğer insanların aleyhine, onların canları pahasına da olsa mutlaka böyle gerçekleştirilmelidir.
Batı'da kurumsallaşma da bu anlayış üzerine bina edildi. Kurumlar gücün, tahakkümün, sömürünün merkezileştirilişi olarak temellendirildi. "İnsanın böylece bütün yönleri bir kuruma havale edilmiş, fikrî, ruhî, zevkî vs. gibi alanları bir uzmanlar grubu eliyle organize edilip kâra tahvil edilmiştir. Böylece kitleyi teşkil eden fertlerin hayatları ablukaya alınır, düşünceleri dönüştürülür ve denetim güçlerinin kontrolüne verilir"[5]
Artık karşımızda ulvî ve insanî değerlere tutkun, hemcinsine acıyan, idealleri olan insan tipi yoktur. Gazali'nin deyimiyle "elbiseleri koyun postu, içleri kurt" olan yaratıklar vardır. Onlar hemcinslerine şifa değil hastalıktır. Bozulmuş, bunalmış, kendilerinde olmayan, benlikleri parçalanmış bir görünüm arz ederler. Günümüz dünyasındaki kargaşa, savaş, sömürü ve insanın ezilişi bu anlayışın, temsilcilerinin eseridir. Ve ilginci, belki de beklenilmeyeni, bu ateşin Batı'yı sarması düşüncesinin bir yanılgı, sanı olarak kalmamış olmasıdır. Çürüme önce Batı'da başladı. "21. yüzyıl sosyolojisinin yazıları çıkıyor artık. Hep corruption (kokuşma) sosyolojisinden bahsediyorlar... Bugün Amerika için önemli konu cinsi tahrik, saldırganlık"[6] Gerçekten Batı'da birçok düşünür çöküşün felsefesini, edebiyatını yapmakta, çeşitli yönleriyle tahlil etmekte, buna rağmen bunalıma dönüşen fert ve topluma ait açık ve kesin çözümler üretememektedir. Sorokin, "hülasa kültürümüz durmadan kendi çocuklarını yiyen Cronus gibidir" der. Garaudy, "bugün Batı dünyasında, özellikle Hristiyanlar arasında milyonlarca erkek ve kadın medeniyetlerinin iflasının ve çöktüğünün bilincine vardığını" ifade eder. Olanca gücüyle "eleştirel akılcılık"tan yana olan Popper bile farklı milletlerin kültür, dil, şiir, ekonomi, yasa, çocuk, hasta, düşkün, esirgeme, sevgi v.s. gibi dünyalarının Batı geleneğiyle aynileştirilmesine karşı çıkar. İşe daha derinden bakan düşünürler Batı sistemini nihilist, terörist bir sistem olarak nitelemekte, bu anlamda ona başkaldırmayı kutsamaktadırlar.[7]
Bütün Bunları Nasıl Yorumlamalıyız?
Bizim derdimiz bu noktada başlar. Kendimize güvenimizi yitirmişiz. Orijinal herhangi bir yapılanmaya gidemeyeceğimiz iliklerimize işlemiş. Tefekkürümüz, yapıcılığımız, icatlığımız taklit adına öldürülmüş. Lâle Devrinden beri dışımızdaki dünyayı anlamaya yönelik ciddi, düşünceye dayalı, orijinal bir mektep kuramamışız. Bütün gündemimiz taklide ayarlanmış: Batı’yı taklitle bir yerlere varılamayacağı bir türlü anlaşılamadığı gibi, bunu derinliğine vurgulayanlar neredeyse hain ilan edilir. Gerçekte Batı anlaşılmaz. Ona nüfuz edilmez. Sadece kolaya, taklide kaçılır. Hâlbuki Batı’nın zirveleri taklidin ve kendini inkârın bir intihar, yokluğa atılım olduğunu bilirler. Toynbee diyor ki: Bir toplum farklı bir uygarlığın kopyasını kendi ülkesinde üretmeye çalıştığı vakit, yaratıcılığını yitirir ve "iç proletarya" durumuna düşer. Bir toplumda aydınlar bu durumda ise daha üst kültürden, meselâ Batı'dan yük aktarma ve boşaltmadan ileri gidemezler. Yaratıcı gücün "proleterleşmesi" süreci aynı zamanda "dış proleterya"nın da ortaya çıkmasına neden olur. Bu da "kurtlukta düşeni yemek" fırsatını taşıyan dış komşulardır. Görülüyor ki, bir toplum taklit mekanizmasının çarklarına kapılırsa yaratıcılığını yitirir ve proleterleşir... Aslında Toynbee Türk toplumunu bu çizgide görmektedir. Ona göre [özellikle] Cumhuriyet dönemi keskin dönüşümler yapan ve baş döndürücü bir hızla Batı norm ve değerlerini taklit eden Herodian bir yapıya sahiptir. Bütün geçmişe ait değerlerini dışlayan ve kaderini Batı'yla birleştiren bir oluşum Türk batılılaşma modelinin ana felsefesini teşkil etmektedir"[8]
Gerçekte bir medeniyet bütün yapı, kurum, düşünce ve şartlarıyla aktarılamaz. Bu yüzden Baudrillard "Üçüncü dünya ülkeleri fantomlaşmış burjuvaziler ya da askeri diktatörlükler yoluyla Batılılaştırılmaya çalışılmıştır" der. O, ayrıca Batı'nın evrenselleştirilme düşüncesinin yanlışlığına da işaret eder. Çünkü bu, geliştirilebilecek biçimlerden sadece birisidir. Bu yüzden Batı'yla [eşit şartlar çerçevesinde] bir diyalog veya işbirliğinden söz etmekte mümkün değildir" inancını vurgular. Gerçekten de Batılı kendini ve diğer ülkeleri iyi tahlil eder. Onların yeraltı ve üstü zenginliklerini keşfeder. Bu konuda programlar yapar, dünyanın önemli merkezlerinde (özellikle İslâm ülkelerinde) ticaret kolonileri kurar. Sermaye birikimini erkenden teşekkül ettirir ve günümüz kapitalizmini oluşturur. Böylece "sanayilerinin çarkları hep diğer ülkelerin ürünleri üzerine kurulur ve işler. İşte Batı bu işleyişi sürdürebilmek için tüm batılı olmayan form ve şekilleri, sistemleri dönüştürür. Bu anlayıştan sonra dünyanın Batılı olmayan ülkeleri hiçbir zaman felâketlerden kurtulamazlar, istikrara kavuşamazlar. Bu ülkelerde askeri darbelerin sık sık vuku buluşu da bu yüzdendir. Ama kılıf ya demokrasinin kurtarılışı, ya rejimin yenilenişi ya da belirli ilke ve ülkülerin canlandırılışıdır. Ama şu su götürmez bir gerçektir: Darbeler istikrarsızlığın karakteristik bir göstergesidir ve bunlar gelişmekte olan ülkelere hastır. "1962-1975 yılları arasında tam 104 askeri darbe gerçekleştirilmiş dünyada. Bunların pek azı üçüncü dünyanın dışında vuku bulmuştur. 1958-1973 yılları arasında Benin (eski adı Dahomey)'de altı, Bolivya'da altı, Sudan'da beş darbe yapılmıştır. 1975'te her dört devletten birinde yönetim darbe ile işbaşına gelen askerlerin elindeydi"[9] Bütün bu yollarla başarı sağlanamazsa, bir yolla, her hangi bir bahaneyle söz konusu ülkeler istila edilir.
Darbeler kargaşanın, istikrarsızlığın, belirsizliğin, yabancılaşma ve sömürünün en güzel kılıfıdır. Bu tür ülkelerde yatırımlar yapılamaz. Hayatî projeler askıya alınır. Yetişen uzman personel ülkeyi terk eder. Yatırma gidecek paralar da kurtarıcılar adına yabancı bankalarda istif edilir. Ülke böylece darbecilerin veya onların bağlı bulundukları merkezlerin çiftliği durumuna düşer. İnsan hakları da bu yolla yok edilir, ülke ceberut bir faşizmin eline teslim edilir. Darbeler yabancı kaynaklara dayandıkça, devletler de yabancılaşır ve sömürge konumuna düşer. Aslında darbeyle iktidara gelmek psikolojik olarak gücü kutsar. İnsanlar zihinlerinde iktidarı güce, şiddete bağlarlar. Hukukta bu yolla çürütülür. Tüm meşru iktidarlar ve demokrasi de bu anlayışla temelden yokluğa mahkûm edilir. Böylece devlet insanların dünyasında bir heyula haline gelir.
Bütün bu düşünce ve stratejiler çerçevesinde gelişmiş veya gelişmekte olan ülkelerin eğitimi bir yönlendirme, yabancılaştırma, dahası şahsiyetsizleştirme eğitimdir. Aynı zamanda bu bir fakirleştirme ve cahilleştirme eğitimidir. Bir kere insanı şahsiyet yapmaya yönelik değildir. İrfana kapılarını açıcı da değildir. Gönle, içe dönük bir donanım sağlamadan mahrumdur. Buna felsefesi gereği karşıdır. Çoğu konularda verdiği diplomalar sanki bir cahilleştirme belgesidir. Çünkü bu ülke insanlarının (özellikle gelişmekte olan diye tabir edilen ülkeler için) eğitilmiş olanlarının birçoğu temelde ne olduğunu bilemez. Kendi köklerine düşmandır. Diline, dinine, tarihine dahası toptan kültürüne yabancıdır. Bunlar bir uyum manipülatörüne bağlanmış hep Batı'ya akmaktadırlar. Bu yüzden kendilerini, kapasitelerini, orijinalitelerini geliştiremezler. Farklı bir şemaya vücut veremezler. Bunlar kitleye katılıp sorgusuz-sualsiz bir itaat zincirine bağlanışlarının hikmetini de bilmezler. Kasten konumlarını algılamalarına mani oluşun ve cahil bırakılmanın muhasebesini de yapamazlar. Bu şartlar altında işleyen eğitim çarkı babayı-evlada, anneyi-kıza ve insanı kendine ve yurduna yabancılaştırmıştır.
Sömürgeci zihniyete sahip etkili güç odakları, bu çarkın dönüşümünü bugün gelişmekte olan ülkelerdeki eliti hazırlayarak sağlamaktadırlar. Bu elit tabakalar kendi ülkesinde her şeye hâkimdirler. Gelirden en büyük payı bunlar almaktadır. Batılı güçler geliştirdikleri taktiklerle bunu sağlar ve buna süreklilik kazandırırlar. Sömürgeci eğitim anlayışı demokratik batılılarca Hıristiyan olmayan toplumlarda sürekli uygulanagelen bir anlayıştır. Bunun önemli boyutlarını, taktiğini ve uygulanagelişini ayrı bir incelemede ele almak gerekir. Ancak şunu ifade etmek bir zarurettir: Sömürgeciler ülke şartlarına göre bakış açıları geliştirir bunu eğittikleri elite aşılarlar. Bu, İslâm ülkelerinde Müslüman toplulukları İslâm öncesine taşımayı amaçlar. Bu konuda sistematik bakış açıları kazandırılır. İslâm öncesi metinler, kahramanlar, kurumlar, yazılı vesikalar kutsal metinler, ırklar oluşturulur. Onlara bir iksir gibi sunulur. Amaç yerli kültürü ve şahsiyeti yok etmektir. O toplumu sömürü seviyesinde tutmaktır. Afrika'da yapılan budur. Hindistan'da yapılan budur. Ülkemizde de yapılan budur. Meselâ Osmanlı kültür ve toplum yapısı sermaye teşekkülüne müsait değildi. Mirî arazi sistemi sosyal adaleti sağlamada emsalsiz bir buluştu. Ama zenginliğe ve sermaye birikimine, yani Batılı formlara mani idi. Bu yüzden önce bu sistemi ayakta tutan dinamiklere saldırılır. Sistem baştan beri ifade edilenler çerçevesinde dönüştürülür. Bütün bunlardan dolayı Auguste Comte, yenilikleri (Tanzimat’ı) toplumsal yapımızın tabii bir gelişimi olarak görmez. Padişah'ın ve Reşid Paşa'nın gayretlerinin bir sonucu sayar. Dine karşı olduğunu vurgular. Bu yüzden de kendi düşüncelerinin ülkemizde kabul göreceğini, yayılacağını umar.
Gerçekten de yüzyıllarca süren bu dayatmalar yüzünden genelde baştan beri ifade edilen olumsuzluklar fazlasıyla bizde de yaşanır. Özelde ülkemizin can damarlarına saldırılır. Öyle ki Erol Güngör'ün ifadesiyle "Türk halkını bir arada ve ayakta tutan kıymet sistemleri ve ölçüleri yerlerine yenileri gelmemek üzere bir bir çökertilir"[10] Böylece kayıplarımız gittikçe büyür. Hayata bakışımız değişir. Artık bizim için de madde, menfaat ve nefsimiz yegâne ölçüler haline gelir. Sevgi, erdem ve hikmet, komşuluk, muavenet, hürriyet ve saygı, yani insanîlik hayatımızdan kovulur. Kültürü işleyen, geliştiren, irfana kapılarını açan kurumlar dünyamızdan silinir. Artık kişiliklere vücut veren anlayışlar tıkanır. Bu yüzden sıcak bir hayat oluşturma imkânımız suya düşer. Hiçbir eğitim kurumumuz bu temelleri açmaya, besleme ve geliştirmeye yönelik bir felsefe taşımaz. Taklit, Batı'ya uyarlanma esastır. Kendi benliğini dönüştürme bir idealdir. Bütün bunlar ancak bir sistem içerisinde gerçekleştirilebilir. Bu yüzden toptan Batılı sistemleri benimseme, onlarda erime bir zaruret olarak görülür. Öyleyse biz de daha çok üretip, daha çok tüketmeliyiz. Eşyada insaniliğimiz kaybolmalı. Kapital, mal ve bunların organizasyonu, teknolojik güç, rasyonelleşme, tüm bu güçlerin kutsanması bu sistemin bariz özellikleridir. Kapitale ve güçlü organizasyonlara dayalı kuruluşlar dünyanın her yerinde hükümrandırlar. Bunlar bizde de söz sahibidirler. İnsan bu açmazlara düşürülmüştür. O bu çarkın bir parçasıdır. Bu yüzden bunalımdadır, yabancılaşmıştır. Batı'da bu sağırlaşmanın "Gergedanlaşma"nın felsefî yorumları, tefsirleri yapılmasına rağmen, hatta bunlardan bir kısmı başkaldırıyı bile kutsamalarına rağmen, bizde bu inceliği ve bu gayri insanîleşmeyi deşen de çıkmamıştır. Meselâ Ivan Illich tüm kurumsallaşmalara insanı esir aldığı, onu köle konumuna indirdiği, düşünceden mahrum ettiği gerekçesiyle karşı çıkar. Gerçekten kurumlar kimin adına faaliyette iseler, araçlarla birlikte insanlara da bu güçlüler sahip olmaktadırlar. Yöneten, kapitali sağlayan ve tasarımı yapan, yani yönetici, teknokrat ve yatırımcı fert ve topluma yön vermekte, onları eğlence, reklam, turizm v.s. gibi araç ve yollarla da uysallaştırmakta, teslim almaktadırlar. Bütün bunlar iletişim araçlarıyla kavgasız-gürültüsüz yapılıvermektedir.
Geleceğe hâkim olmaya çalışan bir ülkenin aydınları tüm bu olumsuzlukları felsefesi ve temelleri itibariyle bilmek zorundadırlar. Yani günümüz dünyasının hangi güçler tarafından şekillendirilmekte, yönlendirilmekte olduğu mutlaka derinliğine bilinmelidir. Ayrıca bu dünyadaki değişme ve gelişmelerin her türlü statükocu, şabloncu ve tutucu anlayış ve şemaları çürüttüğü, geçersiz kaldığı da bilinmelidir. Bunların yanında ülkemize has insanımızı, kültürümüzü ve idealimizi etkileyen oluşumları da bilmeliyiz. Ekonomik ve siyasi gücümüz, teknoloji dünyasındaki yerimiz, kültürel, içtimaî ve dinî kuvvet, zaaf ve zenginliklerimiz mercek altına alınmalı. İdeallerimiz ve ulaşmamız gereken hedefler, kuracağımız dünya bütün bunlarla mukayeseli olarak tayin edilmelidir. Kabiliyetlerimiz, karşımıza çıkabilecek engeller, politik ve askerî yapılanma ve stratejilerimiz bize nasıl bir insan yetiştireceğimizi ilham eder.
Bugüne kadar bunların hesabı yapılmamıştır. Eğitim meselesi basit bir okuma-yazma meselesi olarak görülmüş, ona derinliğine nüfuz edilememiştir. Dünya ve ondaki oluşumlar, gelişmeler, kutuplaşmalar, belirli güçlerin bize bakışı, baştan beri sıralanan hususlar dikkate alınmadan gerçekçi ve geçerli bir eğitim sistemi kurulamayacağı gibi, var olmak ta mümkün değildir.
Öyleyse önce içerisinde bulunduğumuz toplumu, mevcut insanımızı, insan anlayışımızı, eğitimi, sistemi, tüm bunların bir sonucu olan yetiştirilen fertleri adamakıllı bir sorgulamadan geçirmeliyiz. Yenilenmenin, gelişmenin, yanlışa düşmemenin yolu budur. Sorgulama kâinata bakışımızı da duyarlı kılar. Uyuma ve uyutmayı da sarsar.
Kendisinden başlayarak çevresini, geçmişini, ilişkilerini ve tüm verilenleri sorgulama yetisi kazanmamış bir fert, bir otomat, bir uyurgezerdir. Hürriyet de bir şuur halidir. O da sorgulamayla kazanılır. Kısacası bugün hasretini çektiğimiz kişilik ve kişilikli toplum ancak bu yolla, sorgulama yoluyla var edilebilir. Eğitimden beklenen en temelli görev de budur.
İşte eğitim felsefemiz tüm bu şartlar çerçevesinde ele alınacaktır. Karşı karşıya olduğumuz iç ve dış problemlerin hallini sağlayacak bir sistem geliştirmeliyiz. Bu sistemin felsefesi sorgulamaya, kişilikli insan yetiştirmeye dayanacaktır. Bu felsefe Unesco eğitim kanadının da üzerinde durduğu gibi grupların, milletlerin, bölgesel ve millî kültür ve felsefelerin zenginliklerinden devşirilecek toplumsal yapımızın yenilenmesi yolunda kaynaklık yapacak din, dil ve tarih, topyekûn kültür değerlerine oturtulacaktır. Teslimiyetçi, taklitçi bir felsefe olmayacaktır. Her türlü dayatmacı zihniyete karşı koyacak bir enginlikte olacaktır. Dünyayı yapan, icatçı, yenilikçi ve insanîyetçi bir insan, kişilikli bir insandır. Tefekkürü olan bir insandır. Her türlü gelişme ve kalkınma da ancak bu tür bir insanla sağlanabilir. İşte eğitim felsefemiz böyle bir insan yetiştirecek bir yapıda olacaktır. Bu insan, kendi ülkesinin sınırlarına hapsedilmiş bir insan da olmayacaktır. Evrensele ulaşacak bir misyonun sahibi olacaktır. Bugün gücü elinde tutan devletlerin insanı hangi şartlar altında yetiştirilmektedir? Bunların yetişmiş oldukları kurumların donanımı nasıldır? Felsefeleri nedir? Evrenselliğe açık olan yeni insanın yetişme ortamı bu alanların bilgisiyle de donatılacaktır. Yeni felsefemizin vücut vereceği sistemimiz bir ilim tezi, bir medeniyet tezi, bir araştırma usulü ve bir üretim tarzı var edecek insanlar yetiştirecektir. Bu sistem ve bu felsefe aşkı, kendine güveni, Allah sevgisi ve korkusu, dahası "İdeali" olan insanlar yetiştirecektir. Bu yeni sistemin kapkaççı, köşe dönücü, sahtekâr ve aldatıcı tipler yetiştirmesi söz konusu olmayacaktır. Bu, başlangıçta en aza indirilerek, "ideal" verilerek, meselesi, endişesi olan insan yetiştirilmekle aşılacaktır. Bugün bunlar yapılamıyor. Okul, eğitim, sokak ve toplum bir hortum gibi insanı, insanîliği yutuyor. Çocuğun saflığını, fedakârlığını, temizliğini bozuyor. Kalbini boşaltıyor. İdeolojik ve sahte bir yapılanma geliştiriyor onda. İdeolojik aygıt ferdi kirletiyor. Onu bir araç olarak görüyor. Bu yüzden insanı istenilen şekle getirmeyi amaç sayıyor. Böylece insanı amacımıza hizmet eden bir ""nesne", bir "şey" haline getiriyor. Onun içten büyüyerek, gelişerek kendisi olma halini engelliyor. İç ve dış dünyası tamamen sakatlanıyor. Bütün bunların bir sonucu olarak toplum hasta, sapkın ve malûl tiplerle dolup taşıyor.
Ferdiyeti ezen, şahsiyeti engelleyen günümüz yetiştirme sistemlerine can veren bir diğer anlayış da korku temellidir. İnsan, araç olarak kabul edilince, onun daha çocukluktan itibaren bazı güçlerden korkması istenir. Böylece insanlar sürekli bir korku içerisinde yetiştirilir. Böyle bir korku imparatorluğu kurulur. Korkunun objesi o kadar önemli değildir. Bu daima bir semboldür. Gücün, elitin, karizmatik liderin v.s. bir sembolüdür. Bu, bazen polis, bazen asker, bazen bürokrasideki herhangi birisi yahut öğretmen, profesör, rektör vs.dir. Böylece "hürriyetle" yola çıkanlar hayatı bir korku labirentine tıkarlar.
Korku alçaltıcıdır. Çürütücüdür. Yok edicidir. Karakterdeki bütün çöküntülerin kaynağıdır. Hayatı da korku yıkmakta, haliyle bütün sapkın davranışların anası, üreticisi olmaktadır. Hile, ikiyüzlülük, yaltakçılık, alçaklık hep ondan kaynaklanıyor. Çağımızdaki militarist karakterler, zorbalıklar, kabalıklar modern psikolojinin doğrultusunda tahlil edilince [bunlar] gerçekte korkunun tezahürleri olarak belirir.[11]
Toprağımıza ve suyumuza böyle bir hava sinmiş. Bundan insanımızı nasıl kurtaracağız? "Hürriyet"in önemli bir çıkmazı bu sessiz karabasanda yatıyor ülkemizde. Bunu eğitimimiz, felsefemiz mutlaka aşmalıdır. Tabiatımızda yer etmiş her bir kötü alışkanlık, karşıtı bir iyiliğin kovucusu, engelleyicisidir. Korkusuz bir dünya kurmak eğitim felsefemizin ve eğitim düşüncemizin önemli bir yanıdır. Bu da zincirleme bir oluşu gerektirir. Nitekim İkbal, tek yapıcı korkunun bilgi ve sevgiye dayalı Allah korkusu olduğunu vurgular.
1553'lerde İstanbul'a gelen Alman elçilik heyetinin baskanı Busbecq'i düşündüren, endişelendiren bu sevgi ve korkunun vücut verdiği sitemdi. Busbecq, "Türkler'in mevcut sistemlerini kendi sistemlerimizle mukayese edince istikbalin başımıza getireceği felâketleri düşünüyor, titriyor ve âkîbetimizden korkuyordum" der. Sistem âdil, insanî ve nezihti. Büyük idealler üzerine bina edilmişti. Dünyayı anlayamama, yorumlayamama, Batı'yı hakkıyla tanıyamama, körü körüne taklit, içimizdeki benliği keşfedememe kendimize ait tüm değerlerimizi dünyamızdan sildi. Çağımız eğitim felsefecileri, eğitimin en önemli fonksiyonlarının başında, insan benliğinin anlaşılır kılınmasına yardım etmiş olmasını görürler. Nijerya'nın eski koloni yöneticilerinin ilginç tespitleri de bunu destekler. Yazarın kanaati de şudur: Başka insanların meselelerini onlar adına idare etmeye çalışarak harcadığı otuz beş yıldan öğrendiği bir ders varsa, o da insanların kendi kendilerini idare etmeyi, kendileri olmayı tercih etmiş olmalarıdır.[12]
Sonuç
O halde bizler, mevcudu koruyabilmek, yaşadığımız çağı anlayabilmek, etkili güçleri ve faaliyetlerini tahlil edebilecek insanlar yetiştirmek zorundayız. Bunun için önce kendimiz olacağız. Kendimize ait bir sisteme vücut vermenin zaruretini idrak edeceğiz. Bu yüzden yetiştireceğimiz insana temel teşkil edecek felsefe "değerler dünyamız"ın temeline oturtulacaktır. İnsana sevgi, hakkaniyet ve adaleti kazandıracak olan bu değerler dünyası çift kutuplu olacaktır. Çatışmaya meydan vermeden çağı ve bilimi de kucaklayıcı olacak, "değerler eğitimi ve öğretimi" yanında "bilim ve teknoloji öğretimi"ni ve "insanî bilimler öğretimi" alanlarını da kapsayacaktır. Ama bu bilim öğretimi nüfuz ettiğimiz bir bilim olacak, Russell'ın ifadesiyle sevgi ile sunulacaktır. Çünkü "sevgi olmadan bilim yıkıcı"dır. Modern çağı-baştan beri tahlil ettiğimiz üzere- karakterize eden "...belli başlı hususlar yıkım, çatışma ve adaletsizliktir. Yeniden yapılanmanın anlamı bu olguyu durdurmak ve önlemektir(Tozlu, 1995;16). Bunu, "...Türk maarifini vahiy gibi özgürleştirici ve bütünleştirici bir kaynaktan...."(Aydın, 1994;249-255) besleyerek başarabiliriz. İkbal de bu yüzden "Demagogların ve diktatörlerin ellerindeki korkunç kaynaklar karşısında, sadece uzun vadeli savunma; eğitimin insanî sistemidir. Bu da sevgi, sabır ve bilgelikle inşa edilmiş bir tavır alıştır." der. Yani "İnsandaki, Tanrı'yı keşfederek" bu yeni sistemin öngördüğü fertler yetiştirilebilir. Kişilik ve insanı yüce sorumluluklara hazırlayacak sistem, ancak bu tür felsefe ve değerlerin merkezîleştirilişi ile sağlanabilir. Ahlâkî ve duygusal dünyamızdaki eziklikler, kırıklıklar, çekingenlikler, saldırganlıklar, gaddarlıklar şüphesiz yapılan kötü eğitimlerin temel alınan yetersiz ve bulanık felsefelerin eseridir. Berrak, yenileştirici, arındırıcı ve ideal aşılayıcı bir kişilik ancak içimize ve tarihimize, kültürümüze dönmekle sağlanabilir. Biz bu yüzden çağa hâkîm olabilmek dahası kendimiz olabilmek için, özgün bir insanî modeli inşa etmek zorundayız. Geleceğimiz ve varoluşumuz buna bağlıdır. Aksi halde toprak ayaklarımız altından, ideallerimiz gözlerimiz önünden kayar ve silinir. Buna mani olmak, erdemli topluma ve şahsiyetli insana hayatiyet vermek bizleri böyle bir yetiştirme sistemini kurmaya mecbur etmektedir.
Kaynaklar
Anthony, O’Donnel, Education Society and Human Nature: An Introduction To The Philosophy of Education, London and Newyork, 1988
Aydın, M, “İnsan yetiştirme Düzenimiz ve Değer Eğitimi” Türkiye I. Eğitim Felsefesi Kongresi, Van, 1994
Baudrillard, Jean, Sessiz Yığınların Gölgesinde, (Çev: Oğuz Adanır), İstanbul, 1991.
Güngör, Erol, İslâm’ın Bugünkü Meseleleri, İstanbul, 1981
Güngör, Erol, Kültür Değişmesi ve Milliyetçilik, İstanbul, 1989
Harrıson, Pelisge, Üçüncü Dünyanın Batılılaştırılışı, (Çev: C. Cerit), İstanbul, 1991
İkbal, Muhammed Doğudan Esintiler, (Çev: N.A. Aslan), İstanbul, (1981).
Tozlu, Necmettin, İbn Tufeyl’in Eğitim Felsefesi, İstanbul, 1993
Tozlu, Necmettin “İvan İllich’in Okulsuz Toplumu veya Liberal Eğitim Anlayışının Radikal Eleştirisi Üzerine”, Felsefe Dünyası, Ankara, 1993
Türkdoğan, Orhan, "Milli Eğitim Sistemimizde Kimlik Arayışı", Türkiye 1. Eğitim Felsefesi Kongresi, Van, 1994
Unicef, Dünya Çocuklarının Durumu, 1996.
[1] Unicef, Dünya Çocuklarının Durumu, 1996;13
[2] A.g.e., 13
[3] A.g.e., 24
[4] A.g.e., 25
[5] Tozlu, 1993;18-21
[6] Türkdoğan, Orhan, "Milli Eğitim Sistemimizde Kimlik Arayışı", Türkiye 1. Eğitim Felsefesi Kongresi, 1994;140
[7] Baudrillard, Jean, Sessiz Yığınların Gölgesinde, (Çev: Oğuz Adanır), İstanbul, 1991;60
[8] A.g.e., 126
[9] Harrison, Pelisge, Üçüncü Dünyanın Batılılaştırılışı, (Çev: C. Cerit), İstanbul, 1991;291-292
[10] Güngör, 257
[11] İkbal, Muhammed Doğudan Esintiler, İstanbul, 1981; 171
[12] Anthony, O’Donnel, Education Society and Human Nature: An Introduction To The Philosophy of Education, 1988
- Geri
- Ana Sayfa
- Normal Görünüm
- © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.