26 Nisan 2024
  • İstanbul19°C
  • Ankara26°C

‘ÜLKENİN EN SEÇKİN HOCALARINDAN DERSLER ALDIM’

Türk halk edebiyatının önde gelen isimlerinden Prof. Dr. Saim Sakaoğlu ile kültüre dair geniş bir perspektifte uzun bir söyleşi gerçekleştirdik.

‘Ülkenin En Seçkin Hocalarından Dersler Aldım’

02 Mayıs 2020 Cumartesi 10:17

Konuşan: YUSUF ALPASLAN ÖZDEMİR

 

Hocam, bize ailenizden, çocukluğunuzdan, nasıl bir ortamda yetiştiğinizden bahseder misiniz?

Doğduğum ev, dedemin vefatından sonra küçük halama kalan küçük bir ev… Yıkılıp yerine iki katli bir yenisi yapılıncaya kadar her gün girip çıktığım bir ev… Çünkü halamın iki oğlundan büyüğü olan Mehmet benden iki yaş büyük, küçüğü olan Kadir ise bir yaş küçük… Dedem vefat edince cici ninemle oturduğu  ev, hemen bir  kapı ötesindeki büyük  ev ikiye bölünmüş. Nispeten büyük olanı babama, öbür yarısı ise amcama kalmış. Bölününler arasında evlerimizin arkasındaki bahçe ve bağ da var. Ancak aramızda duvar yok, ince bir meris var. Amcamın dört çocuğunun sondan ikisi Saime de benden iki yaş büyük,  İsmail Sami ise bir yaş küçük. Kısacası ailece yaşıtım diyebileceğim oyun arkadaşlarım var. Özellikle bahçe ve  bağlarımız en güzel oyun alanları… Komşu yaşıtlarımı da hatırlarsak bol arkadaşlı bir çocukluğum geçti.

            Dedem Hasan Efendi, ninem Fatma Hanım’ın vefatından sonra Karkınlı Safiye Hanım ile evlenmiş, ben böyle bir olayı on yıllarca sonra öğrendim. Cici ninemi öz ninem olarak bildim. Evimizde bir hanım daha var: 1927 doğumlu ablam Hayriye Hanım… İşte onun gençliğe adım attığı dönemlerde ben evin tek çocuğuyum. Rahmetli annem Zeliha Hanım’ı da eklersek ben üç kuşaktan üç hanım elinde el bebek gül bebek büyütülmüşüm.

            Hâkimiyeti Milliye İlkokulu’na başladığım da (Eylül 1946) mahallemizde elektrik yoktu. Tabii böyle olunca da her eve birkaç tane de gaz lambası gerekiyor. Akşamları fitillerinin tutuşturulması, bazen kısılıp bazen açılması…. Yedi numara lamba camları daha çok ışık verirdi. Bir küçük numarası ise beş idi. Sabahları ise gecenin lambaları bir araya getirilir, camları silinirdi. Cam silmenin de kendine özgü yöntemleri vardı. İsteyen camın bir ağzını bir bezle kapatıp öbür ağzından nefesini üfürürdü. Böylece lamba camı daha kolay temizlenirdi. Bir de bir ucundaki özel bir delikten bir bezin geçirildiği 10-12 santimetrelik çubuklar olurdu, onlar da camın içinde dolaştırılır  ve temizlik işi biterdi. Ancak ara sıra yapılacak bir iş daha vardı: Lambanın haznesindeki gazyağının durumu nedir? Azalmışsa takviye yapılır, gecenin bir yarısında ışıksız kalınmanın önüne geçilirdi.

            Böyleydi benim çocukluğum, bahçesiyle, bağıyla, lambasıyla… Ninem ile annemin komşuya gittikleri günlerde ben ablamla kalır, onun sevgisiyle büyürdüm. O artık genç bir kızdı ve bizim çeyiz dediğimiz cihazını hazırlamaya çalışırdı. Ben de onun yanında uslu uslu otururdum. En büyük keyfim ablamın dikiş aşamasında kullanıp bitirdiği makaraların boş halleriyle oynamaktı. Onlardan kuleler yapar, devirir; yine yapar,  yine yıkardım. Ama her defasında yapılan kuleler arklı biçimlerde olurdu. O yılların sır perdesinin arkasına saklanmış nice hatıraların silik izleri  gün ışığına çıkarılacağı günleri beklemektedir.

 

Birçok insanın zevk olarak yöneldiği edebiyatı meslek ve uzmanlık olarak seçme amacınız nedir? Edebiyatın alanlarından da neden halk edebiyatı, sizi halk edebiyatına sevk eden amillerden bahseder misiniz?

Bizim gençlik yıllarımızda ülkemizde sadece yedi üniversite vardı: İstanbul Ü, İstanbul Teknik Ü, Ankara Ü, Orta Doğu Teknik Ü, Ege Ü, Karadeniz Teknik Ü ve Atatürk Ü.  Son iki üniversite çok yeniydi ve pek az tanınıyorlardı. O yıllarda üniversiteler hakkında bilgi verecek kurumlar ve gazete sayfaları da yoktu. Hele hele üniversiteye hazırlık kurslarını verecek dershaneler de yoktu. Herkes kendi çabasıyla, daha önce bir fakülteye girenlerin bilgilendirmesiyle üniversite hayallerinin peşine takılıyordu. Ancak Ankara’da Siyasal Bilgiler Fakültesi ile İstanbul’da İstanbul Teknik Üniversitesi çok popülerdi. Ankara Hukuk’un tercih sebeplerinin başında devam zorunluluğunun olmaması geliyordu. İşin zor tarafı ise ortak sınav sistemi olmadığı için her öğrenci üniversite üniversite koşuşturup sınavlara giriyor, gecelerini yollarda geçiriyordu.. Bizlerin tek avantajı Ege Üniversitesi’nin sınavlarının daha erken yapılması idi. Yukarıdaki listenin son iki sırası hakkında ise pek azımızın bilgisi vardı.

            Ben Ankara Üniversitesi’nin herhangi bir fakültesini kesinlikle düşünmemiştim. Niye olduğunu da bilemiyorum. Belki İstanbul Hukuk’a sınavsız kaydolduğum içindir. Önce 22 Eylül 1959 tarihinde trenle İzmir’e gidiyorum. Fuar bitmiş, İzmir tenhalaşmış… Bir gün önce üç beş arkadaşım da oraya gittiği için beni onlar karşılayıp han statüsündeki kaldıkları bir otele yerleştirdiler. Oysa orası basbayağı oteldi ve 175 kuruşa kalıyorum. İstanbul’a indiğimde Sirkeci’de kaldığım berbat bir otel ise beş lira idi.

            Neyse, Ege’de burslu bir fakültenin sınavına girdim ve sözlüsünü kaybettim. Başka bir okulu düşünmediğimden 30 Eylül gecesi bütün Konyalılar İstanbul’u fethe çıktık. Ertesi gün, yani kayıtların son günü,  belki 15 kadar aynı sınıftan arkadaşımız sınavsız öğrenci aldığı için İstanbul Hukuk’a kaydoluverdik. Hazır bir dilekçeyi doldurup, bir de 15 kuruşluk damga pulu ile bir kuruşluk Hava Kurumu pulunu yapıştırıp imzalayınca  öğrenci oluverdik: Numaram 6792…

            Aksaray taraflarında Mesihpaşa Caddesi üzerindeki sekiz on katlı bir binanın son katının öğrenci yurdu olduğunu öğrenince kapağı oraya atıyorum: Tuti Sitesi, son kat ve Sürmene-Araklı Öğrenci Yurdu.

            Hukuk’a çok hızlı başladım. Çok iyi çalışıyordum. Medeni Hukuk’a Hıfzı Veldet Velidedeoğlu (Ord. Prof.), Hukuk’a Giriş’e Abdalhak Kemal Yörük (Ord. Prof.), Anayasa’ya Hüseyin Naili Kubalı (Prof.), Roma’ya Türkan Rado (Prof.), İktisat’a da İktisat Fakültesi’nden Süleyman Barda (Doç.) giriyor. Seminer derslerimize ise çoğu doçent olan hocalarımız veriyordu.. Önce haftalar geçmeye başladı, sonra aylar… Yarıyıl tatili için Konya’ya dönüyorum. Bütün günüm, şimdi Devlet Tiyatrosu olarak kullanılan İl Halk Kütüphanesi’nde geçiyor. Derken ikinci yarıyıla giriyoruz.

            Bu arada, eskinin bir Osmanlı konağı olan ve Konyalılar Derneği’nin bir hizmeti olarak açılan, Beyazıt Yurdu’nda geçiyorum.  Aslında kayıtlı olarak kalmıyorum. O yıl okulu devam etmeyen bir arkadaşımın  (H. Y.) yatağında kalıyorum. Ödemeleri onun adına da ben yapıyorum. Zemin katında, mutfağın hemen ağzında, aynı zamanda yönetim odasının bitişiğindeki kocaman bir odada kalıyorum. Kimlerle mi? Ali Umucalılar (İTÜ, merhum), Aytekin Mesçi (Orman F), Şadi Adıgüzel (İktisat F), Cevdet Aydın (İşletme F), Sadrettin Gülsaçan (İktisat F), Eray Özdemir (İktisat F.), Cihan Çeter (Hukuk F),  Karamanlı Abidin  …… (Tıp F) ve Rıza Durakbaşı (GSA).

            Mart’ın ortaları mıydı, yoksa sonlarına doğru muydu, kesinlikle hatırlamıyorum. Sabah erkenden kalkıp okulun okuma odalarına gitmeyi aksatmaya başladım. Galiba dersler de aynı akıbetle karşı karşıya kalıyordu. Anladım ki ben bu okulu başarsam da sevemeyeceğim. Aslında burada, o yıllarda 60 yaşlarında olan ve okuryazarlığı olmayan annemin bir sesi kulağımda çınlamaya başlamıştı. Ben, arkadaşların topluca Hukuk’a kaydolmasıyla sürü psikolojisinin kurbanı (!) olmuştum. Merhume, benim Hukuk’ta okuduğumu öğrenince çok fena halde üzülmüşü. ‘Benim oğlum   …….  mı olacak?’ diye feryat etmişti. Galiba annemin ahı beni bu bahar başlangıcında yakalamıştı. Aslında okula da gidiyordum ama gönülsüz… Nihayet bir akşam bir karar aldım: Konuyu odamdaki arkadaşlarıma açacak ve bir karara varacaktık. Çoğunluğun katıldığı bir ayak divanı, yağmurlu bir İstanbul sabahında, Beyazıt Kulesi’nin hemen girişindeki boşlukta gerçekleştirildi. Çoğunluk, o alandaki okullarda okuduğu için bir araya gelebildik. Okulu en uzakta olmasına karşılık Mesçi de katılanlar arasında idi. Ben durumu anlattım. Bir arkadaşım gidişim farklı olduğunu anladığını fakat bu durumu kimseyle paylaşmadığını söyledi. Görüş alışverişi derken karara varıldı: bütün arkadaşlar istemeden okuyacağım bir fakültede olmanın bir anlam ifade etmeyeceğini dile getirdiler ve ben de kaydımı sildirinceye kadar Hukuk öğrencisi olmayı sürdürmeyi kararlaştırdım.

            Bu arada Üniversitedeki bütün fakülteleri de öğrenmiş oldum. Mesela Eczacılık ve Diş Hekimliği fakülte değilmiş, okulmuş. Gerçi dörder yıl eğitim veriyorlardı ama nedense bir süre daha okul olarak kaldılar. İşletme Fakültesi yoktu, ikinci Tıp Fakültesi de… Fen ve Edebiyat Fakülteleri yurdumuzun hemen yakınında olduğu için varlıklarından haberdar oldum. Ama işlevlerini tam olarak bilmiyorum. Fen zaten tipim (!) değil…

            Bizim bir de Aksaray Yurdu’muz vardı. Hayriye Tüccarı Caddesi’nin hemen başlarındaki bir apartman yurt haline getirilmişti. Bir cumartesi akşamı orada kalan arkadaşlarımı ziyarete gitmiştim. Aralarında  arkadaşlarımın da  bulunduğu birkaç yurt arkadaşı bir odada toplanmışlar, sohbet ediyorlar. Konular derslerden daha çok sinema… Odada bir de küçük bir radyo var. Bekledikleri saat gelirce radyoyu açtılar ve galiba Orhan Boran’ın sunduğu İpana 21 Puan Bilgi Yarışması’nı (böyle miydi acaba?) dinlemeye başladılar. Odadakilerin bazılarına göz aşinalığım var ise de tanımadıklarım da var. Bir yandan sorular cevaplandırılıyor, bir yandan da dedikodular tavan yapıyor. Derken bir sorunun cevabı aranırken biri bir hemşerinizden söz etti:

            “O olsa bilirdi, ne de olsa Edebiyat’ta okuyor.”

            Ve başlayan gırgırlar;

            “Yav sahi, o ne yapıyordur acaba? Pınar başlarında sevgilisine şiir mi yazıyor?”

            “Sahi, ne yapıyorlar acaba?”

            Sonradan öğreniyorum ki o arkadaş Coğrafya’da okuyormuş ama Boran’ın sorusu edebiyatla ilgiliymiş. Anladım ki bizimkiler o arkadaşı ne tam tanıyorlar, ne de seviyorlardı.

            İşte ben böyle bir fakültede okumayı göze alıyorum (!)

            Ertesi yıl Edebiyat Fakültesi’ne kaydımı yaptırıyorum. Coğrafya’nın dışındaki bütün bölümler bu yıl da imtihansız… Vallahi iki defa kaydoluyorum, ikisinde de elimi kolumu sallaya sallaya… Aylardan Ekim 1960… Numaram mı, 5742…

            Meğer Devletimiz, Fen ve Edebiyat Fakültelerinde okuyan başarılı öğrencileri parasız yatılı gibi okutuyormuş. Böyle bir durumu Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’ne başladıktan bir süre sonra öğreniyorum. Konya Yurdu’ndan göz aşinası olduğum Harun Tolasa bana bu durumu anlatınca ikinci yarıyılda açılan sınava girerek ben de Çapalı oluverdim. Oradaki numaram ise 325.

            Bitirme tezime Türk Dili alanın tek ordinaryüs profesörü olan Reşid Rahmeti Arat hocamla başlamıştım. Ancak yolun yarısını geçtiğim bir dönemde hocam hastalandı, iki defa hastaneye yatırıldı ise de sağlığına kavuşamadı. Onun ölümü üzerine tezimi Dr. Muharrem Ergin hocam  ile tamamladım. Bu gecikmeler benim diploma tarihimi Haziran 1964 yerine Şubat 1965’e taşıdı. Devlet adına okuduğumuz için bizi hemen Ankara’ya gönderdiler. Dört yıl yatılı okumamın sonucu olarak  öğretmenliğime de yatılı bir öğretmen okulunda başlamak istemiştim. Öğretmen Okulları Genel Müdürlüğü’ne ulaştım. Koridorda karşılaştığım bir arkadaşımdan genel müdürün bizim Konya Lisesi’nde iken müdürümüz olan Selman Erdem Bey olduğunu öğrendim. Arkadaşım biraz ilgilendi ama kötü bir haberle geldi: Edebiyat öğretmenleri öğretmen okullarına vermiyorlarmış! Bizim arkadaşta güzel haber çok… Meğer Orta Öğretim Genel Müdürü de, Selman Bey’den önceki müdürümüz İbrahim Cengiz Bey imiş. Ne oldu bilmem, bizim arkadaş biraz sonra beni bir odaya davet etti. Bir görevlinin elinde küçük bir torba vardı.

            “Saim Bey, buyurun, bu torbadaki üç yatılı liseden birini çekiniz.” deyivermesin mi?”

            Ne deniliyordu o güzelim Anadolu türküsünde… Kader torbasına  attım elimi…… Evet, ben de o küçük torbaya elimi daldırıp üç okul arasından birini çekeceğim. Üç kâğıdın olduğu bir torba karıştırılır mı? Karıştırdım işte. Evet, kâğıdı çekip ilgili görevliye verdim. O da kâğıtta yazılı olan lisenin adını okuyup bana verdi: Tokat Gaziosmanpaşa Lisesi…

            30 Mart 1965 tarihinde başladığım öğretmenlik görevimi 27 Eylül 1967 tarihine kadar sürdürdüm. Sonrası mı, Ver elini yepyeni bir hayat: Asistanlık. O yıllarda özellikle büyük şehirlerdeki asistanlıklar pek cazip değildi. Ücret son derece düşüktü. Meğer Atatürk Üniversitesi ile Karadeniz Teknik Üniversitesi’nin ücretleri farklı ödemelerle daha iyi şartlara taşınıyormuş. Bir de o yıllarda bir moda çapkınlığı vardı. Asistanlığı küçümseyenler, “Ne yani, hoca çantası mı taşıyacağım?”  diye özgürlüklerini (!) ilan ediyorlardı. Tilkinin yetişemediği üzümlere nasıl baktığını hatırlıyorsunuz her halde.

            Yeri gelmişken bu zeka özürlüsü çapkınlara bir hatıramı aktarıvereyim.  

          Prof. Dr. Kaya Bilgegil, Atatürk Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi’nin en ünlü hocalarındandı. Aramızdan ayrılalı 22 yıl olmuş. Heyhat yıllar da ne çabuk geçiyor.

            Eski öğrencileri ve dostları Prof. Bilgegil’i Erzurum’da anacaklardı. Balıkesir Üniversitesindeki yeğeni Yrd. Doç. Dr. Zöhre Bilgegil’le birlikte bizler o güzel günde Erzurum’da buluştuk… 23 Ekim 2009 Cuma günü, Türk Dil Kurumu ile Atatürk Üniversitesinin iş birliği ile bir anma toplantısı düzenlendi..

Bu arada, daha Erzurum’a inmemden itibaren bizlerle birlikte olan  araştırma görevlisi, doktora öğrencisi ve genç öğrenciler etrafımızda pervane misali dönüp duruyorlar. İçlerinden biri ise benim, içi kitap dolu çantamı hiç bana taşıtmıyor, “Ben taşıyayım hocam.” diyordu.

 Toplantı bitti, vedalaşmalar başladı. O delikanlıya da çok çok teşekkür etmeyi de ihmal   etmedim. Bu arada onun, bu teşekkürüme karşılık olarak verdiği cevap beni son derece duygulandırdı:

    “Estağfirullah hocam… Ne demek ‘Zahmet oldu.’ Ben, pazartesi günü, arkadaşlarıma ‘Saim Hocanın çantasını hep ben taşıdım.’ diye övüneceğim.”

           (“Son Erzurum Yolculuğumdan İki Hatıra”, Merhaba /Akademik Sayfalar,   9 (33), 16 Aralık 2009, 529-532)

          Yalnız geldiğim Tokat’tan iki kişi olarak ayrılıyorduk. Artova ilçesinin Çırdak köyü eşrafından Hacı Kâmil Gülel ile Pazar beldesi eşrafından Aşıroğlularının kızı Hayriye Hanım’ın 1947 doğumlu kızları Yurdanur Gülel Hanım da benimle Erzurum yollarına düşüyordu.

         Temmuz 1967 başında önce yabancı dil sınavına girdik. Kazanınca bilim sınavının yazılısına, daha sonra da mülakatına girdik. Sonuçların açıklanması epey gecikti. Yaz tatiline girildiği için benim gibi öğretmen olan adaylar görevlerine döndüler. Bir süre sonra başarılı bulunduğumu öğrendim. Artık iş, Rektörlüğün Millî Eğitim Bakanlığı’ndan zorunlu hizmet borcumun kendilerine aktarılmasını isteme işine kalmıştı.

         Nisan 1967 içinde yapılması kararlaştırılan sınavlar, bütün fakültelerin haziran mezunlarının da başvurabilmeleri için ertelenmişti. Bölümümüz için ilan edilen dört kişilik kadroya 35 kadar başvuru olmuş. Atatürk Üniversitesi’nin yeni mezunları gibi başka üniversitelerin yeni mezunları da Erzurum’a gelmişti. İşte kazananlar: Turgut Günay (DTCF mezunu, bir yıllık öğretmen), Saim Sakaoğlu, Ahmet Bican Ercilasın ve Nuri Yüce (İstanbul Üniversitesi’nin yeni mezunları), Turgut Günay (Atatürk Üniversitesi yeni mezunu).

         Dört kadroya beş kişi nasıl atanır? O dönemde Üniversitemiz Millî Eğitim Bakanlığı’na bağlı gibi idi. Eleman alım ilanları büyük gazetelere filan verilmez, farklı yöntemlerle duyurulurdu. Bu arada bizim fakültenin bazı dallarına ilan edilen kadrolara  başvuranlardan kazananların sayısı az olunca ilgili kurulların kararıyla o kadroların biri de bizim bölüme aktarılmış. Böylece İstanbul’dan üç, Ankara’dan bir asistanın yanına bir de ev sahibi eklenmişti. Hatırladığım kadarıyla aktarılan kadro Fransız Dili ve Edebiyatı Bölümü’ndenmiş. Bu kadro aktarılma işi ve beşinci kişinin alınması işinde  parmağı olanlar arasında Üniversitemizin yönetiminde söz sahibi olan bazı kişilerin adı geçmekteydi. Biz zan üzerine görüş belirtmek istemiyoruz.

         Erzurum mezunun alanı Eski Türk Edebiyatı olarak belirlenmiş. Bu arada Bölüm başkanımız Kaya Bilgegil geriye kalan  dört  dilciden birini Türk Halk Edebiyatına kaydırmak istiyor. Bu arada arkadaşlarımızdan birinin biraz Rusça bildiğinden yola çıkarak onu oraya aktarmak ister. Ancak o arkadaşın başka hayalleri vardır ve bu aktarma işine karşı bir tavır sergiler. Dışarıya pek yansımayan görüşler beni de rahatsız etmeye başlar. Ben, Harun arkadaşım aracılığıyla başkanımıza haber gönderirim ve derim ki;

         “Bilim yapacaksak arzu ettiğimiz her dalda yapabiliriz. Arzu edilirse ben halk edebiyatı asistanı olabilirim.”

         Benim isteğimin kabul edilmesi üzerine sular durulur. Ne acıdır ki olayın kahramanı olan arkadaş birkaç ay sonra 1426 sayılı Kanun’dan yararlanarak Avrupa’da doktora yapmak üzere üniversitemizden ayrılır. Ben ise, üniversite yıllarımda bir saat bile ders görmediğim bir dalın asistanı olurum.

         İlk aylarda başladığım Türk Dili asistanlığımı arkadaşlarıma emanet ederek yeni alanıma hızlı bir giriş yaptım. Önce alanın temel kitaplarını edinmek, sonra bu alandaki büyüklerimle tanışmak. Temel eserleri toplamak veya Atatürk Üniversitesi’nin gözbebeği olan Seyfettin Özege Bağış Kitaplığı’ndan yararlanmak benim için zor olmadı. Ancak alanımızda pek az hocamız vardı. Onlardan ilki olan Şükrü Elçin hocamız da doçent idi ve bir süre sonra profesörlüğe yükseltildi. Ancak bu alana emek vermiş başka kişiler de vardı. İlahiyat Fakültesi’nden Doç. Dr. Hikmet Tanyu, değişik kurumlarda görevli Hikmet Dizdaroğlu, Cahit Öztelli ki Konya Lisesi’nden öğretmenimdi, Dr. Hamit Zübeyr Koşay, Dr. Mehmet Tuğrul, Dr. M. Fahrettin Kırzıoğlu, DTCF’den İngiliz Dili ve Edebiyatı profesörü Ahmet Edip Uysal, Tahir Alangu, Kerim Yund, Cemil Cahit Güzelbey, vb. Ayrıca yeni bölümümün iki elemanından Muhan Bali birkaç aylık doktor, Bilge Palandöken ise tez hazırlama aşamasında idi.

         O yıllarda sayımız çok az olduğu için bazı kurumlar bizlere kitap desteği sağlıyordu. Mezun olduğum İstanbul Üniversitesi ile Türk Dil Kurumu bana koliler dolusu kitap armağan etmişti. Daha çok bölgeleriyle ilgili yayın yapan öğretmen veya memur olan büyüklerim isteklerime olumlu cevap vererek kitaplarını armağan ettiler. İşte onlardan birkaç ad: Kemal Özer (Gönen), Hasan Tahsin Okutan (Şebinkarahisar), Mehmet Saffet Devrim (üç ilimiz)...

Lise son sınıfta edebiyat öğretmenimiz Cahit Öztelli idi. Haftalık ders sayısı, kompozisyonla birlikte altı idi. Yani en sık görüştüğümüz hocamızdı. Sınıf arkadaşım Latif Çakıcı (merhum Prof. Dr.) ile sınıfımızda bir halk edebiyatı saati düzenlemiştik: 1 Aralık 1958.  O gün,  birkaç arkadaşımıza dağıttığımız konuları işlemiş, örnekler vermiştik. Bu olayı, günün programıyla birlikte yıllarca sonra küçük bir yazımda dile getirmiştim: Benim Halk Edebiyatçılığım.

Galiba benim halk edebiyatçılığımın temelleri o günlerde atılıyordu. Tabii çocukluk yıllarımın süzgecinden arta kalanlar da bu işin öncülerinden sayılabilir. Rahmetli cici ninemin anlattığı bir buçuk masal bile etkilemişti de tam olanını asistan olduktan sonra yayımlamıştım. Anlatmaya anlatmaya unuttuğu masalların bazılarının adlarını hatırlar, hatta bazılarının önemli kahramanlarını da dile getirir ama ne yazık ki tamamını bir türlü çıkaramazdı.

Çocukluğumun bir döneminde arkadaşlarımızla bir birimize masal anlatır, bilmece sorardık. Hatta birkaç mâni dörtlüğünden oluşan türküleri bile söylerdik Onlardan birini hatırlatmak isterim:

Köprünün altı diken / Yaktın beni gül iken

Allah de seni yaksın /  Üç günlük  gelin iken

Tarihe not düşmek ne kadar doğru, bilemem ama hatırlatmadan da geçmek istemiyorum. Bu dörtlüklerin ilk iki mısraları eli yüzü düzgün ifadelerden oluşurken son  iki mısraları biraz müstehcenliğe kaçardı. Bir de işin halk bilimi yönü olacaktı. O dönemin çocuk oyunlarının önemli bir bölümünü âdeta ezberlemiştim, zamanı gelince de değişim ortamlarda da yayımlamıştır,

           

Hangi hocalardan dersler aldınız, bu hocalarınızdan özellikle iç içe olduklarınız, etkilendikleriniz kimlerdi ve neden?

     O yıllarda ülkemizde iki Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünün olduğunu biliyordum. Meğer, yıllar sonra 21 yıl hocalığını yapacağım Atatürk Üniversitesi’nin bir benzer bölümü varmış. Zaten gözüm Ankara’da bile değil...

        Hocalarım ülkemizin en gözde hocaları idi. Onları, o yıllardaki unvanlarıyla ve bilim dallarıyla sıralayıvereyim;

1. Umumî Türk Dili (Ord. Prof. Dr. Reşid Rahmeti Arat, Doç. Dr. Ali Fehmi Karamanlıoğlu ve Dr. Muharrem Ergin)

2. Yeni Türk Dili (Prof. Dr. Tahsin Banguoğlu, Prof. Dr. Ahmet Caferoğlu, Prof. Dr. Sadettin Buluç, Doç. Dr. Faruk Kadri Timurtaş, Dr. Necmettin Hacıeminoğlu)

3. Eski Türk Edebiyatı (Prof. Dr. Ali Nihat Tarlan, Prof. Fahir İz, Doç. Dr. Abdülkadir Karahan)

4. Yeni Türk Edebiyatı (Prof. Ahmet Hamdi Tanpınar, Prof. Dr. Mehmet Kaplan, Doç. Dr. Ömer Faruk Akün)

Genç yaşta kaybettiğimiz Karamanlıoğlu’nun dışında alt unvanlı bütün hocalarım profesörlüğe yükseltilmişlerdi. Prof. Tanpınar ile Prof. İz’in doktoraları yoktu. Prof. Tanpınar ilk yılımızı okurken  ilk yarının sonunda vefat etmişti. Prof. Banguoğlu eski bir milletvekili ve millî eğitim bakanı idi ve bizden hemen sonra tekrar politikaya dönmüştü. O yıllarda asistan olanları sayıp da listeyi uzatmak istemiyorum. Hocalarımın hepsi aramızdan ayrılmıştır. En son kaybettiğimiz hocamız Prof. Dr. Ömer Faruk Akün idi: 05 Nisan 1926 - 02 Mayıs 2016 İstanbul.

Doğrudan hiçbir hocamdan etkilenmedim, ancak bazılarının özel durumlarını asla gözden ırak tutmadım. Prof. Arat  (1900 - 1964) ile bitirme tezimin üzerinde çalışırken bazen müdürlüğünü yaptığı Türkiyat Enstitüsü’nde, bazen de okuluma çok yakın olan evinde çalışırdık.

Yaşarken kıymeti bilinmiş şanslı değerlerimizdensiniz. Hakkınızda yayımlanmış armağan kitaplar, dergi özel sayıları ve dosyaları, hattatiyatro oyunu da var. Pek çok talebe yetiştirdiniz, gerçek manada hocaların hocasısınız. Bu konuda duygu ve düşüncelerinizi almak isteriz?

Hayatta kendilerinden  bir şeyler öğrendiğim hocalarımdan hiç birinin aramızda olmadıklarını söylemiştim. Hepsi Allah’ın rahmetine kavuştular. Ölüleri hayırla yad etmek istediğim için haklarında hiçbir olumsuz görüş belirtmeyeceğim. Başka yazılarım veya kitaplarımda bu konuya kıyısından köşesinden değinmiş olabilirim.

      Gelelim hocaların hocası olmam konusuna…  Uzun yıllardan beri Kayseri’de yayımını sürdüren bir dergimiz var: Ihlamur. Onun bir sayısında halk edebiyatı konusuna eğilmiş, şöyle bir görüşü dile getirmiştir:

            Türk halk edebiyatı araştırıcıları ile ilgili bir âşık kolu benzeri, bilim kolu oluşturmaya çalışıyorum. Arkadaşlarım (Bali, Palandöken / Seyidoğlu. Türkmen ve Günay) kariyerlerini göz önüne alarak farklı bir bilim kolu geliştirilebilir. Benim oluşturacağım bilim kolu zincirinin orta halkasına Saim Sakaoğlu’nu yerleştiriyorum. Bu halkanın merkezinin öncesi ve bir de sonrası vardır. Biz işe zincirin alt halkalarından başlamak istiyoruz.

1. Prof. Dr. Ali Berat Alptekin: Doktora ön çalışması ve doktoradan öğrencimdir.

2. Prof. Dr. Esma Şimşek: Lisanstan öğrencim, Prof. Alptekin’in yüksek lisans ve doktoradan öğrencisidir.

3. Doç. Dr. Ebru Şenocak: Prof. Şimşek’in lisans, yüksek lisans ve doktoradan öğrencisidir.

4. Dr. Feyziye Alsaç: Prof. Dr. Esma Şimşek ve Doç. Dr. Ebru Şenocak’ın lisanstan, Doç. Şenocak’ın yüksek lisans ve doktoradan öğrencisidir.

Acaba merkezde konuşlanan Prof. Sakaoğlu’nun geriye doğru öğretmenleri kimlerdir? Onları da kısaca hatırlayalım.

3. Prof. Dr. Mehmet Kaplan : Lisanstan iki yıl ve doktoradan hocamdır.

2. Prof. Ahmet Hamdi Tanpınar: Lisanstan bir yarı yıl hocamdır ve hocam Prof. Kaplan’ın hocasıdır

1. Ord. Prof. Dr. Mehmed Fuad Köprülü: Hocam Prof. Tanpınar’ın hocasıdır.

Böylece Ord. Köprülü’den başlayan bilim kolu Dr. Feyziye Alsaç’a kadar uzayıp gitmektedir. (Ihlamur, 89, Nisan 2020, 14-20)

Demek ki benim öğrencimin öğrencisinin öğrenci de doktorasını tamamlamış, bilim dünyasına adımını atmıştır. O halde ben söylediğiniz sıfatı çoktan hakketmiş oluyorum. Ama ulu orta ortaya çıkıp da, ‘Ben hocaların hocasıyım.’ deme gafletinde bulunmadım, bulunmak da istemem. Takdir bilim dünyasının, öğrencilerimin ve okuyucularımındır.

Elbette bu özellik güzel bir anlam zenginliğini de taşıyor. Hayatım boyunca hiçbir kişi, kurum veya kuruluşa, ‘Bana bir ödül verin…’ tarzında imada bile bulunmadım. Kaldı ki benim halk edebiyatı alanında bilinen bir özelliğim vardır. Karaca Oğlan adına verilecek olan ilk ödülü kabul etmemiştim. Aslında o ödüle layık olabilirdim ama o alanda benden önce çalışıp yolumuzu aydınlatan bir büyüğümüz vardı: Dr. Müjgân Cunbur. ‘Lütfen ona veriniz’ diyerek ödül verme işlemini  kabul ettim. O ödül sadece hayatta olanlara verildiği için başka adları anmamıştım.

Bana verilmesinin daha uygun olduğuna inandığım ödüllerin başkalarına verilmesi konusuna hiç girmemiş, değerlendirme veya seçici  kurulların kararlarına saygı duymuşumdur.

 

Saim hocam, emekli olmanıza rağmen halen çalışmalarınıza devam ettiğinizi, çeşitli kültürel etkinliklere gerek konuşmacı, gerekse dinleyici olarak katıldığınızı, pek çok kurum, kuruluş ve dermeğe üye olduğunuzu biliyoruz. Hatıralarınızı yazdığınızı da kendi adınıza açılan internet sitesindeki özgeçmişinizden biliyoruz. Hatıralarınızın yazma işi ne aşamada?

Bizde gelenektir, hatıralar kişilerin köşelerine çekilmesinden sonra veya ileri yaşlarında  yazılır. Edebiyatta da böyledir, siyasette de… Halit Ziya Uşaklıgil’in Kırk Yıl’ı, Celal Bayar’ın Ben de Yazdım’ı böyledir. Ben ise uzun yıllardan beri parça parça yazıyor, bazılarını kitap şekline getirirken bazılarını da makaleler boyutunda avutuyorum. Mesela, şu iki kitabımı  şanslarını iyi kullanmış:

      1. Benim İstanbulum / 1959-1965 (Konya 2018)

      2. Ben de Çocuktum (Konya 2020)

      Hemen hatırlatayım, ortaokul ve lise hatıralarım da kitap formatına kavuştu, basım sırasını bekliyor.

      İnternete aktarılmış, bir araya getirilip kitap şeklini almayı bekleyen o kadar çok hatıralarım var ki… Mesela görev yaptığım üniversitelerle ilgili olanlar… Katıldığım bilim toplantılarıyla ilgili hatıralar… Bu sonuncusunu bir Ankara dergisinde tefrika etmeye başladım bile         1957 yılında, daha lise öğrencisi iken tutmaya başladığım günlükler âdeta bir öncü oluverdi. 30 yıldan beri yurt içi ve yurt dışı bilim gezilerimin günlükleri dört defteri doldurdu. Merhum Âşık Dursun Cevlanî’nin (1900, Ağyar Köyü, Sarıkamış-Kars / 1975 - Ankara) dediği gibi, biz de ‘Daha daha nelerim var…’ diyebiliriz.

Şu an neler yapıyorsunuz, hangi konular üzerinde çalışıyorsunuz?

   Bu sorunuza cevap verebilmek için kendimi şöyle bir toparlamalıyım. ‘Önce bunları aklıma geliş sırasına göre sıralamalı, sonra da kes-yapıştır yöntemine göre yeniden sıraya koymalıyım’ diyeceğim ama o daha zor olacak. Onun için sadece önemli olanlarını sıralayıvereyim, yeter.

Akademik sayfalara Konya konulu kısa yazılar hazırlıyorum.

Her yıl en az iki meslektaşımla ilgili armağan kitaplarına makale yazıyorum. Bu yıl, genç yaşta kaybettiğimiz öğrencim Yrd. Doç. Dr. Himmet Biray ile halen Sivas’ta yaşayan Yrd. Doç. Dr. Doğan Kaya (e) için iki yazı.

Ankara’daki iki aylı Kültür Çağlayanı’na en az iki yazı.

Yine Ankara’da yayımlanan Kültür Ekseni ve Bilimsel Eksen dergilerine birer olmazsa bile birine bir yazı.

Henüz adını belirlemediğim dış ülkelere yaptığım yolculukların izlenimleri (sona yaklaşıldı)

Yarısını geçtiğim bazı kitaplarım… Sadece küçük ip uçları: Gül, Okay, Maddeler, vb.

Hepsi bitecek mi? Hayır, bitmesi gerekenler var, yola devam diyenler de var.

Zamanı nereden mi buluyorum? 13 Marttan itibaren evimde sürekli çalışıyorum. Olur da polis kardeşlerim görüverirler diye sitenin kapısından bile dışarı adımımı atmıyorum.

Bu arada hatırlatıvereyim, yukarıdaki listeden dört maddeyi siliverdim.

 

Hocam ilk göreviniz Tokat’ta lise öğretmenliği idi, çocuklarınızı okuttunuz, o günlerin eğitim öğretimi ile bugünü kıyaslarsanız neler söylersiniz?

     İki kızımı var: Halk Sağlığı Uzmanı Dr. Selcen Sakaoğlu-Manavgat (Erzurum, 05 Kasım 1969); İngiliz Dili Öğretmenliği bilim dalı uzmanı, Seren Sakaoğlu (Erzurum, 21 Temmuz 1976)

            Büyük kızımız Atatürk Üniversitesi’nde başladığı tıp eğitimini Selçuk Üniversitesi’nde tamamladı. Küçük kızımız ise ortaokul ikiden itibaren eğitim öğretimini Konya Lisesi ve Selçuk Üniversitesi Eğitim Fakültesi’nde tamamladı.

            Benim zamanımla kızlarımın zamanı her yönüyle farklı idi. Yok dershane imiş, yok efendim özel hocaymış konuları bizim zamanımızın aklına gelecek şeyler değildi. Biz de zamana uyup çocuklarımızın başarılı olmalarını sağlamaya çalıştık. Zamanımızda galiba ana okullarına bile öğrencileri seçerek alıyorlarmış!

Tokat Gaziosmanpaşa Lisesi’nde iken okuttuğumuz edebiyat kitaplarının yanında günümüzdekiler âdeta birer eğlence kitabı gibi… Nerede Nihat Sami Banarlı’nın yöntemi, nerede şimdiki cicili biçili kitapların yöntemi… Tabii arada  güzel  gelişmeler de var. Gerek ikinci kademe (5-8) Türkçe, gerekse üçüncü kademe (9-12) edebiyat kitaplarının çoğunda benim kitaplarımdan alınan metinler ders konusu olarak ele alınmaktadır. Tabii bu da benim için bir övünç kaynağıdır.

 

Sizce liselerimiz ve üniversitelerimizde edebiyatımız doğru bir şekilde anlatılıyor, öğretiliyor ve sevdiriliyor mu?

Bu sorunuzun çok uzun bir cevabı olmalı… Tamamını yazmaya ömrüm yetmez. Ord. Prof. Dr. Reşid Rahmeti Arat’ın veya Prof. Dr. Mehmet Kaplan’ın vaktiyle yerine getirdiği görevi şimdi intihalle veya kes-yapıştırmayla doktor olan büyük âlimler yerine getiriyor! Onların yetiştirdikleri de liselerde  benzer yollarla görev yapıyorlar.

      Günümüzün modası intihal merdiveni sahibi olmaktan geçiyor. Bu merdivenlerin fabrikasyon olarak üretilenleri bile piyasanın ihtiyacını karşılayamıyor. Şimdi moda, unvanını kitabına uydurarak elde ediver de nasıl elde edersen et! Doktor ol da, doçent ol da, profesör ol da nasıl olursan ol. Yeter ki bu unvanları ele geçir!

Şu habere birlikte göz atalım: 11.02.13 tarihli International Herald Tribune’a göre Almanya’da Eğitim Bakanı Annette Schavan, doktora tezinde intihal yaptığı iddia edilince derhal istifa etti. (s. 10) Bizde bu tür başarıları yakalanan kişiler istifa etmek zorunda kalsalardı kâğıt fabrikaları daha çok çalışmak zorunda kalacaklardı.

Ben bu işin üzerinde duran, bu sebeple de pek sevilmeyen bir hocayım. Şu iki yazımı örnek olarak hatırlatmak istiyorum:

 

 

“Eleştirinin Sefaleti ve İntihalin Zaferi”, Akpınar (Niğde), 4 (23), Eylül-Ekim 2009, 14-19

“Bilimde Aşırma Yöntemleri”, Akpınar, 5 (26),Mart-Nisan 2010.

İşin ilgi çekici yanı bu işi meslek edinenler üstleri ve arkadaşları tarafından korunmakta ve aklanmaktadırlar. Beni en çok üzen ise, bunlar arasında öğrencim ve yakın çalışma arkadaşlarımın da olmasıdır.

      Ülkemiz liselerinde ve üniversitelerinde çok iyi yetişmiş öğretim elemanlarımız var, ancak sayıları / oranları son derece azdır. Yanlış yollara sapıp unvan alanları koruma altına alan üst makamlar oldukça bilim gelişmez. Boğaziçi Üniversitesi’nin bir araştırma merkezinin yaptığı incelemeye göre yüksek lisanların  ve doktoraların şaibe oranları yüzde yirmi beşin üzerinde… Bu oran vakıf üniversitelerinde ise yüzde otuzu bulmaktadır. Hâlâ var mı bilmiyorum, bir zamanlar bir tezsiz yüksek lisans vardı. Derse gelmeyen öğrenci, gelse bile dersine gelmeyen hocaların yetiştireceği insandan hayır beklenebilir mi? Bu sözlerim 81 ilimizdeki, sayılarını bilemediğim üniversitelerin tamamına yakınında yaşanılan gerçeklerdir. NOKTA

Edebiyat dersleri nasıl olmalı, edebiyat sevgisi nasıl kazandırılmalı, nasıl bir yöntem izlenmeli?

Edebiyat derslerini edebiyat sevgisi olan öğretmenler vermelidir. Ancak onlar da çok iyi yetiştirilmiş öğretmenler olmalıdır. ‘Boş zamanları’nı kitap okumaya ayıran bir toplumuz. Geceleri yarı uykulu yarı uyanık olarak bir romanı sabaha kadar okuyup bitirerek ‘okuyucu’ olan bir toplumuz.

Edebiyat derslerinin nasıl işlenmesi konusuna gelince… Bir şeyler yazarım ama Talim Terbiye Kurulu  tarafından benimsenir mi? Veya kaç yarım yıl sonra beğenilmeyip piyasadan kaldırılır? Bu soruyu, halen görev başında olan başarılı meslektaşlarımın görüşlerini alarak deneyimli büyüklerinkilerle birlikte ele alıp değerlendirmeliyiz. Hem canım, biz taşralı hocaları kim dinler ki… Suyun başındaki bilginler dururken bizlere sadece işin dedikodusu kalır. Yerine gelmişken hatırlatıvereyim, Şimdiki Mllî Eğitim Bakanımız Prof. Dr. Ziya Selçuk Bey, benim Selçuk Üniversitesi Eğitim Fakültesi’nde dekan olduğum dönemde asistanım idi. Acaba ulaşabilecek miyiz? Sanmam, günümüz sorunları gündemi fazlasıyla içine alıveriyor.

Okuyucularımıza halk edebiyatı sahasının çerçevesini çizer misiniz?

Size güzel bir çerçeve çizmeye çalışayım. Eskilerin bir sözü vardır ki bu çerçeveyi onun ruhuna uygun olarak çizmeye çalışacağım. O sözde şöyle denilir: Etrâfını câmi, ağyârını mâni… Yani bir seyin sınırlarını veya konularını belirlerken ilgili olanların hepsini içine almalı ama ilgisiz olanları da dışarıda bırakmalıyız.  Elbette bu almak veya dışarıda bırakmak bir bilgi meselesidir, bir tecrübe konusudur, vb.

      Halk edebiyatını iki yakadan ele almak gerekir: Halkın ortaya koyduğu ürünler ve halk için ortaya konulan ürünler. Biz konumuz gereği sadece birinci dalı ele alacağız. Öbür dalın değerlendirilmesi  ayrı bir çalışmanın konusudur.

Evet nedir ‘Halkın ortaya koyduğu ürünler?’ Böyle bir soruyu Türk Dili

     ve Edebiyatı öğrenimi alan öğrencilere sorar ve maddeleri istersek  kabarık

     bir sayıya ulaşırız. Çünkü bizler bu sınırı keyfimize anlayışımıza göre

     belirleme arzusundayız.

            Bugünlere gelinceye kadar sayıları onu bulan temel eserlere maddeler

     yazmıştım. Bunlardan üç tanesinde de halk edebiyatı maddeleri tarafımdan

     hazırlanmıştır. İşte o üç önemli kaynak:

 

a. “Halk Edebiyatı”, İstanbul Ansiklopedisi, İstanbul 1995, C. 3, 515-517.

b. “Halk Edebiyatı / Türkiye”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi,

    İstanbul  1997, C. 15, 345-350.                                             aşık 332-37

        c. “Halk Edebiyatı”, Konya Ansiklopedisi, Konya, 2013, C. 5, 328-332.

 

Sınıflama şeklinde bir listeyi vermeden önce bazı gerekli açıklamaları burada dile getirmek istiyorum.

Çok farklı zamanlarda ve değişik kişiler tarafından benzeri sınıflamaların yapıldığını biliyoruz. İşi daha ötelere götürerek konumuzu antropoloji / insan bilimi alanının alt dalı olarak ele alanlar da olmuştur. Biz ise bu değerlendirmeleri yaparken daha çok üniversitelerimizde okutulan ve genel adı halk edebiyatı olan alanı göz önüne alırız. Hatta son zamanlarda bazı üniversitelerde yeni bir ana bilim dalı olarak okutulan halk bilimini  bile konunun dışında tutmak isteriz. Bunun sonucu olarak doğrudan halk bilimi alanının içine giren konuları sınıflamamızın dışında tutacağız.

Bir başka görüş de, halk edebiyatı adlı şemsiyenin  kanatlarını üçe ayırarak sunarlar: âşık edebiyatı,  tekke edebiyatı (tasavvufî halk edebiyatı), halk edebiyatı. Dikkat edilirse burada ana başlık ile alt başlıkların biri  aynı kelimelerle ifade edilmiştir. Böylece oluşabilecek kargaşa veya yanlış anlamayı önlemek için ana başlığa, yani şemsiyenin adına bir ek kelime getirebiliriz. Ne mi olabilir bu kelime? “Alimlere danışarak bir karara varabiliriz. Mesela, büyük halk  edebiyatı, ana halk edebiyatı veya kapsayıcı halk edebiyatı, vb. Bu üç yeni ad kalıcı olarak önerilmiş değildir. Bu alanlara emek verenlerin yeni adlar önermelerine yol açmak için örnek görüşler olarak sunulmuştur.

Âşık edebiyatı ile   tekke edebiyatı (tasavvufî  Türk halk edebiyatı)  belki bir ortak ad altında, mesela halk şiiri adı altında bir araya getirilebilir, çünkü o ürünleri ortaya koyan kişiler bellidir. Ancak halk edebiyatı alt dalında bir araya getirdiğimiz  ürünler de vaktiyle birileri tarafından ortaya konulmuş olsa bile günümüze gelinceye kadar sahipleri unutulup toplama mal edilmiş ürünler olarak kabul edilmelidir.

Son olarak Konya Ansiklopedisi’nde yer verdiğimiz sınıflamamız şöyle idi:

 

   I. Anlatma Esası Üzerine Kurulu Olanlar

     A. Masal

     B. Fıkra

     C. Efsane

 

  II. Halk Hikâyeleri

III. Manzum Olanlar

     A. Türkü

     B. Mâni

     C. Ninni

     Ç. Ağıt

     D. Tekerleme

     (E. Çocuk sevmeleri)

IV. Manzum ve Mensur Şekilleri Olanlar/Kalıplaşmış Olanlar

     A. Bilmece

     B. Atasözü

     C. Deyim

     Ç. Alkış

     D. Kargış

V. Seyirlik Oyunları

     A. Köy seyirlik oyunları

     B. Şehir seyirlik oyunları

         1. Karagöz/Türk gölge oyunu

         2. Orta oyunu

         3. Kukla

     C. Köy ve şehir seyirlik oyunlar

         1. Meddah hikâyeleri

 

NOT. İslâm Ansiklopedisi’nde sonda yer alan C maddesi kaldırılmış, orada yer verilen meddah hikâyeleri maddesi üst dala dördüncü madde olarak eklenmiştir.

 

            Olaya daha farklı bir açıdan bakmamız gerekirse yeni bir görüş ile devam edebiliriz. Böyle bir sınıflamaya V. Seyirlik Oyunları  başlığını almama yoluna da gidilebilir. ‘metin’ diyebileceğimiz sözlerin tamamına yakınının  sürekli olarak değiştiği, sözle birlikte hareketin de ön planda yer alığı bu dalı, belki de farklı bir yan dal olarak da ele alabiliriz.

            Son bir görüş: Acaba, başkalarının görüşlerini kabul etmek yerine kendilerinin özgün sınıflamalar ortaya koyduğu araştırıcılar bir araya gelip, belki de daha kalıcı olacağına inanacağımız bir sınıflama yapabilirler mi)

 

Günümüzde halk edebiyatı deyince neyi veya neleri anlamalıyız? Sizce neden halk edebiyatıyla ilgilenilmeli?

Sorunuzun ilk bölümü bir üst sorunun cevabı olarak verilmiş gibi… Biz sorunun ikinci bölüne eğilelim.

Kütüphanelerimizde ve koleksiyonlarda on binlerce yazma eser yer almaktadır. Belki içlerinde çok değerli olanları da vardır. Olmalıdır da. Ancak bunları iyi koruyabilirsek, çaldırmazsak, yangına, suya, böceklere karşı koruyabilirsek  yüzlerce yıl boyunca incelenme imkânını sağlamış oluruz.

      Ancak… Burada küçük bir hatıramı aktarmak isterim. 1969 yılının dört yaz ayını Gümüşhane ilimizin onlarca köyünü dolaşarak geçirmiştim. Amacım ilin  anlatmaya dayalı halk edebiyatı ürünlerinden masalları derlemekti. O günlerde mensubu bulunduğum Atatürk Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi’nin dekanı hemşerimiz Prof. Dr. Şaban Karataş Bey idi. Bana  sağladığı çok güzel imkânlarla başarılı bir derleme dönemi geçirdim, Erzurum’a döndüm.

      Çalışmalarımı değerlendirirken tezime aldığım, masal anlatıcılarıyla ilgili  şu üç beş cümleyi kültür tarihimize armağan ediyorum:

      Mavrangelli Binnaz (Çamlıköy / Gümüşhane): Ölü; çok güzel masal bilir ve güzel anlatırmış.

      Köstüroğlu Abdullah (Çayırköprü/Aydıntepe /Bayburt): Paşa Akbaba bize anlattığı masalların bazılarını, bu çok iyi masal anlatan şahıstan dinlediğini söyledi.

      Nezaket Güleç (Alıçlık / Bayburt) Ölü; oğulları, kızları, torunları ve yakınlarına çok masal anlatırmış, onlar da pek çok masalını naklettiler

      Miraç Yalçın (Eskikadı köyü / Kelkit / Gümüşhane) 10 yıl önce ölmüş. çok iyi hikâye anlatırmış, oğlu da ondan öğrenmiş. Miraç masalları para karşılığında öğrenirmiş. Masal başına bir kuruş verirmiş. (Gümüşhane Masalları, Ankara 1974, 98-99; 2. bs. Gümüşhane ve Bayburt Masalları, Ankara 2002, 78-79)

      Ve bir hatıra daha… Bu ilk büyük seferimden tam 26 yıl sonra tekrar yollara düştüm. Bayburt’un uğradığım bir köyünde sorduğum bir kaynak kişimizin öldüğünü söylediler. Ben ilk seferimde ne alabildiysem onu kurtarmış olduk.

      Mezar taşlarını konuşturamıyoruz ama iyi koruyabildiysek kütüphanelerdeki yazmaları istediğimiz zaman tekrar tekrar okuma şansına sahibiz.

      Erzurumlu Meddah Behçet Mahir’den bir daha dereme yapamayacağız ama vaktiyle hakkını vererek üç ayrı dönemde  anlattıklarını üç defa ayrı ayrı kaydedip kurtarmıştık.

      Sorumuzda ne demiştiniz: Sizce neden halk edebiyatıyla ilgilenilmeli? Neden mi? Bu alanla bugün ilgilenmezsek yarın çok geç olacaktır da ondan. Yukarıdaki ölmüş anlatıcıları  hatırlayanız. Sadece hatıraları kalmış, o kadar.

 

Bu alanda çalışacaklara hangikonuları önerirsiniz? Kamuoyuna teklifleriniz nelerdir?

Eskiler, ‘Aşk olmazsa meşk olmaz.’ demişler. Onun için biz kişilere üzerinde

 severek çalışacakları  konuları önereceğiz Eğer böyle bir çalışmayı bir hocanın gözetimi altında yapacaksanız onun da görüşünü almanız gerekebilir. Ancak bizde hocalar öğrencilerine gelecekte kendilerinin de kullanıp kitap, makale, hatta tez çıkarabilecekleri konuları dayatabilir. Bu olay Türk üniversitelerinde sıkça görülmektedir.

      Öğrencileri ikiye ayırarak olaya yaklaşabiliriz. Bunların çoğunluğu ilgili fakültelerin diploma için şart koştuğu bir tez hazırlamaktadır. Öbürü ise yüksek lisans ve doktora çalışmalarıdır. İlkinde bir konuyu üç beş öğrenciye bölüştürerek tezler tamamlatılır. Bir süre sonra siz onları birleştirerek kendiniz için bir eser hazırlayabilirsiniz. Tabii ciddi olarak incelenmeyen öğrenci tezlerinin bütün hatalarını da çalışmanızda yer vermiş olacaksınız. Lisansüstü çalışmalarınızda konuyu seçme hakkı ağırlıklı olarak sizdedir. Ama yine de tepelerden uygun şekilde öneriler gelebilir. Böyle hallerde irfanı hür nesillerin yetiştirilmesi baskı altına alınmaktadır.

 

 

Hocam destanlardan fıkralara; Ercişli Emrah’tan Bayburtlu Zihni’ye çok geniş bir yelpazede pek çok eseriniz, makaleniz var. Çalıştığınız konuların hepsi elbette çok kıymetli ama üzerinde çalıştığınız ad ve konulardan diğerlerine göre daha bir zevkle çalıştıklarınızı sorsam, bize hangi ad ya da adları verirsiniz?

Tehlikeli bir soru… Hani anne ve babalar  çocuklarını karşılarına alıp, ‘Hangimizi daha çok seviyorsun?’ diye sorarlar ya, işte o kadar tehlikeli… Ama ben eser ve konu seçiminde gerçekçi davranacağım. Doçentlik tezimi hazırlarken çok çalıştım, çok yoruldum ve güzel bir eser ortaya koydum. Sevindirici olan yanı şudur ki intihalciler / aşırganlar pek yanına yanaşamadılar. Çünkü böyle bir çalışma yapmak için  çok sağlam bir alt yapıya sahip olunması gerekir. Doktora çalışmamın başında  yer alan Giriş bölümü ise öylesine yağmalandı ki… Hemen hatırlatayım, bu çalışmamda ben inceleme konusu olarak 70 masalı ele almıştım. Benzer çalışmaların  tamamına yakını da 70 masal üzerinden yola çıkılmıştır. Bu özelliğinden ötürü onu da çok seviyorum..,  

Türk Gölge Oyunu Karagöz adlı eserimi bilenlerin sayısı pek azdır ama alanında en çok ilgi gören bir çalışmadır.

Biliyorum, şu veya bu esere sıra ne zaman gelecektir diye bekliyorsunuz. Anılanlar öncü eserlerdir ama  biri dışında, arkalarına takılanı pek göremedim. Küçük çaplı bir çalışma: Senin Aşkınla / Kadirlili Âşık Halil Karabulut. Pek çok âşıkla ilgili kitabın inceleme bölümleri benim yolumdan gidilerek hazırlandı. Bundan daha çok sevgi ölçüsü olabilir mi! Ve diyorum ki öbür kitaplarıma, ‘Hiç sizleri sevmesem konu olarak sizleri ele alır mıydım?’

Hocam, yanlış hatırlamıyorsam rahmetli Mehmet Kaplan hocamızın tavsiyeleriyle derleme faaliyetlerinde bulunmuş, hocalığınızda öğrencilerinize derleme faaliyetleri yaptırmıştınız? Bu konudaki kendi çalışmalarınızdan söz eder misiniz.

Prof. Dr. Mehmet Kaplan Bey benim İstanbul Üniversitesi’nden  hocamdır. İkinci ve üçüncü sınıflarda iki yıl derslerine girdim. Birkaç yıl sonra ise Atatürk Üniversitesi’nde asistan olunca, daha önce asistan olup da benim gibi Kaplan Bey’in öğrencileri olan Muhan Bali ve Bilge Palandöken gibi onun doktora öğrencisi oldum. Biz İstanbul’da hiç halk edebiyatı dersi görmemiştik. Derlemenin adını bile bilmiyorduk. Kaplan Bey 1959 yılında Erzurum’a gelip  dekan olunca bölgenin canlı kültür hayatını keşfeder. Bu keşiflerin sonucu olarak sıra ile eski öğrencilerini Erzurum’a yönlendirir. İlk halk edebiyatı asistanı Mehmet Akalın’dır. Ancak o Almanya’ya doktora için gönderilince ünlü dil bilgini Anne Maria von Gabain ile tanışır ve alanını değiştirir. Ben 1967’de asistan olduğumda Bali Bey birkaç aylık doktor idi. Bilge Hanım ise tezinin başlangıç aşamasında idi. Ben,  aynı dönemde dört arkadaşımla birlikte sınavı kazanmıştım. Benimle birlikte üç arkadaşım da dil alanını seçmişti. Bölüm bir arkadaşımızın halk edebiyatına geçmesini isteyince ilgili arkadaş ile bölüm arasında sıkıntı yaşanmaya başlamıştı. Bunun üzerine ben bölüm başkanımıza haber göndererek,  insanın istediği alanda daha keyifle çalışabileceği düşüncesiyle, halk edebiyatına geçerek bölümün sükunetini sağladım.

            Doktora konumun, bölge üniversitesi olmamız hasebiyle o bölgeden bir il ile ilgili olması istenilmişti. Nitekim ilk arkadaşlarımızın konuları da bölge ile ilgiliydi. 1969 yılının yaz aylarında  doktora konumla ilgili olarak ilk defa sahaya çıktım  ve Gümüşhane ilimizi dört ay boyunca taradım.

            İlerleyen yıllarda derlemelerimi daha çok bölgedeki illere yaptığımız geziler sırasında gerçekleşmişti. Ancak benim yöneldiğim asıl alan, öğrencileri derleme konusunda bilgilendirdikten sonra kendi yörelerinde derleme yapmaya yönlendirmek oldu. O kadar çok  güzel ödevler geldi ki… İşimi gücümü bırakıp yurdun dört yanından derlenen ürünlerin bazılarını yayımlanacak şekilde daktilo ediyor ve öğrencilerimin adıyla Konyalı büyüğümüz İhsan Hınçer’in Türk Folklor Araştırmaları dergisinde yayımlatıyordum. Öğrencilerin adlarını dergi sayfalarında görünce aşka geliyorlardı. Hatta bu öğrencilerimden biri olan Halim Seraslan Bey, daha sonraki yıllarda Selçuk Eğitim Fakültesinde profesörlüğe kadar yükselmişti.

            Başka bir yönlendirmem ise öğrencilerimizin bitirme tezlerinin konularıyla ilgili idi. Benimle tez yapmayı düşünen öğrencilerimi genellikle il, ilçe. bucak ve köyleriyle ilgili derleme yapmaya yönlendirdim. Esas başarım ise Konyalı öğrencilerle gerçekleşti. Öğrencim olan bütün Konyalı  gençleri öncelikle yaşadıkları yörenin halk edebiyatı ürünlerini derlemeye yönlendirdim. Türk dili alanında çalışmak isteyenleri ise yine Konya’mızın ağız özellikleri üzerinde çalışma yapmalarını istedim. Böylelikle çok zengin bir Konya konulu tez koleksiyonumuz oluştu.

            İlerleyen yıllarda fırsat buldukça derleme yaptım. Özellikle derleme yapılabilecek kaynak kişileri bulunca işimi o alana yönlendirdim.

Konya’ya geldikten bir süre sonra, aynı alanda Öğr. Gör. olarak çalışan eşim Yurdanur Hanım ile bir proje hazırladık.

 Meram Yöresi (Dere-Köyceğiz-Selver) Folklor Ürünleri, Konya, Proje Nu.: 89 / 167.

Proje  1994 yılında tamamlanmış ve 72 sayfa olarak teslim edilmiştir.

 

Günümüzde halkımız eskiden olduğu gibi masal, fıkra vb. halk edebiyatı ürünleri üretiyor, birbirine anlatıyor mu?

Halkımızın masal üretmesi söz konusu değildir. Ancak bazı okumuşlar daha çok çocuklar için masal yazıyorlar. Fıkra üretimine gelince… Vallahi bu konuda son derece yetenekli bir milletiz. Bir zamanlar Nasreddin Hoca adına bağlanarak anlatılan yeni üretim fıkralar şimdi yerini Temel fıkralarına  bırakıverdi.

Hoca adına bağlı olarak anlatılan yüzlerce fıkranın pek azı onun gerçek kimliğiyle uyuşmaktadır. Onun adına bağlanarak anlatılan fıkralar onun gerçek kimliğini zedelemekten başka bir işe yaramamaktadır. Kadılık yapan, çeşitli konularda kendisine danışılan, camide vaaz veren bir kişi adına bağlanarak anlatılan fıkraların pek çoğu özel olarak üretilmiş ve Hoca’yı aşağılamayı hedefleyen fıkralardır. Ancak bu Hoca fıkralarının arasına ona yakışmayan fıkraların sokuşturulmasının tarihi de çok eskidir. Kütüphanelerimizde saklanan onlarca yazmada  bunun yüzlerce örneğini görebilirsiniz. Bunun sebepleri arasında Hoca’yı toplum içinde küçük düşürmek, onu güldürse bile sevimsiz bir kişi kılığına sokmaktır. Yüzlerce yıl önce yazılan bir kitap bunun örneklerinin başlıcasıdır. Deli Birader adıyla da tanınan Mehmet Gazali’nin Dafiü’l- gumum rafiü’l humum adlı eseri rezilliği sebebiyle daha sonraki kopyalarında âdeta temizliğe (!) tabi tutulmuştur.

Ayrıca anlatacağı fıkranın Hoca adına bağlanmasının daha ilgi çekici olacağını düşünen başta aydınlarımız olmak üzere pek çok kişi başka fıkra tiplerine bağlı fıkraları hemencecik Hoca adına bağlayıvermektedir. Bu ve benzer yamamaları bazı Hoca uzmanları tabii karşılamakta, anlatıcılığın gereği olarak kabul etmektedir. Ama Hoca’ya yamanan fıkraların yüz kızartıcı olanlarını da hayatın gereği olarak kabul etmektedirler. Adına anarak sayfalarımızı kirletmek istemeyeceğim bir Hoca fıkraları tüccarı bu sevimsiz olayları Konya sokaklarında da görülebilecek olaylar olarak sunarken kafasının içindeki pisliği de boşaltmaya çalışmaktadır. Hoca’ya yakışmayan her fıkra çalınmış mal gibi hırsızlık ürünüdür, biline.

Temel’e gelince… Bir zamanlar her hafta 250 fıkralık Temel kitabı hediye eden büyük bir gazetemizin yaptığı iş  sadece satış sayısını artırmak amacına yönelikti. Bu belki okuyanların hoşuna gidiyordu ama Temel karakterini de yaralıyordu. Yaşayan Temel’e daha ne kadar ekleme fıkra bağlanır bilemiyorum. Ancak insanların gülme ihtiyacını karşılayan bu tipimizi de Hoca gibi yormayalım, yaralamayalım.

Hocam, eserlerinizden en ilgi çekenlerinden biri de 2003 yılında yayımlanan 101 Türk Efsanesi idi. Mesela  göz göze gelip birbirlerine yakın hisler besleyen  gelinle damadın taş kesildikleri bir efsane vardı.  Bu ve benzeri efsaneleri okuyup gerçek olup olmadıklarını  anlamak, izlerini görmek için bu efsanelerin yaşandığı yerlere gitmeyi düşünenleri de duymuştum. Bu kitabınızdan, kitaptaki efsanelerden kısaca söz eder misiniz?

Efsaneler yaşanılmadığı halde yaşanıldığına inanılan olaylardır. İnsanların bazı güzel duygularına cevap veren, onları rahatlatan olaylardır. Bu konuda rahatlatıcı bilgilere ulaşabilmek  için merhum hocamız Prof. D. Hikmet Tanyu’un taşlarla ilgili kitabına bir göz atmanız yetecektir.

      Efsane konusu üzerine eğildiğim günlerde toplayabildiğim bazı efsaneler ile ilgili olarak üç, hatta beş ayrı olayın bağlandığını görünce doğrusu şaşırmıştır. Mesela Meram-Dere arasındaki Kızlar Kayası bölgesiyle ilgili olarak anlatılan efsanelerin sayısı şimdilik beştir. Eğer hemşerilerimin üzülmeyeceğini bilsem ben en az iki üç örnek daha ekleyebilirim! Bir efsane uzmanı olarak başka yerlerde anlatılan ve taşların ruhuna uygun olan yeni olayları uydurmaktan daha kolay ne olabilir ki.

 

Prof. Dr. Muharrem Ergin, 'Dede Korkut Kitabı' adlı eserinin ön sözünde, 'Türk edebiyat tarihinin en büyük alimi Prof. Fuat Köprülü'nün derslerinde söylediği bir söz vardır: Bütün Türk edebiyatını terazinin bir gözüne, Dede Korkut'u öbür gözüne koysanız, yine Dede Korkut ağır basar' demektedir. Prof. Fuat Köprülü'nün bu görüşüne katılıyor musunuz?

Dede Korkud Kitabı gerçekten tam bir hazinedir. Son zamanlarda bulunan yeni bir nüshası/varyantı/yazması epey ilgi uyandırdı ve kısa zamanda birkaç araştırıcı tarafından yayımlanıverdi. 12 Ekim tarihinde Azerbaycan’ın başşehri Baku’da düzenlenen özel toplantıya ben de davetli idim. Gün boyu bilginler arasındaki karşılıklı görüş alışverişleri belki şimdilik tam bir sonuca ulaşamamışsa bile gelecekteki çalışmalar için ortam hazırlamıştır. Bu toplantı ile ilgili olarak 2019 yıllığımda şu bilgileri  vermiştim, oradan alıp sizlere de sunuyorum

. “Kitabi – Dədə Qorqud” dastanına həsr olunmuş Sovet-Türk kollokviumunun 30 illiyinə və  Dastanın yeni tapılmış “Salur Qazanın yeddi başlı əjdəhanı öldürməsi” adlı boyunun müzakirəsinə həsr olunmuş dəyirmi masa Toplantısı, Baku 12 Ekim 2019. Toplantı; Yunus Emre Enstitüsü, Azerbaycan Diller Üniversiteti, Tyurkologiye Dergisi ve Beynelhalk Türk Medeniyeti ve İrsi Fondu tarafından düzenlenmiştir.

      Merhum Köprülü’nün böyle bir sözü olduğunu değişik kaynaklarda okuyoruz. Bu konuda hocam Prof. Dr. Muharrem Ergin’in kitabında şöyle bir notun olduğu kaydedilir ki biz meraklılarına konuyu kendilerinin araştırmalarını önereceğiz;

“Türk edebiyatı tarihinin en büyük alimi Prof. Fuat Köprülü'nün, derslerinde söylediği bir söz vardır; Bütün Türk edebiyatını terazinin bir gözüne, Dede Korkut’u, öbür gözüne koysanız, yine Dede Korkut ağır basar. Dede Korkut Kitabının değerini ifade etmek için bundan daha güzel bir söz bulmak mümkün değildir.”

            Hemen şunu söylemeliyim ki Prof. Ergin Prof. Köprülü’nün öğrencisi olmamış ve onun derslerini dinlememiştir. Bu görüşü belki de eskilerden dinleyip dil getirmiştir.

Günümüzde öğrenciler bile eser hakkında pek az bilgiye sahipken bu rivayet diyebileceğiz sözleri pek iyi bilmektedirler. Önce, ‘Prof. Köprülü bu sözü nerede ve ne zaman söyledi?’ Acaba bu sözleri söylediğinde sınıfta bulunan öğrenciler kimlerdi? Bu sözün tarihi Vatikan nüshasının bulunmasından önce olmalıdır. Siyasi hayatından mahkeme  safhasına kadar olan dönemlerde onu sınıflarda göremiyoruz. Bu sözün hangi şaheserlerimizi bir çırpıda bir kenara koyduğunu da düşünmemiz gerekir. Hele bir düşününüz, ilk eserlerimiz olan anıtlar, dilimizi kurtaran Kaşgarlı’nın eseri, Has Hacib’in şaheseri, vb. nasıl değersizleştirilir. Evet, Dede Korkut Kitabı bir şaheserdir, bir büyük eserdir ama onu yüceltirken ona destek olan öbür eserlerimizi de küçümsemeyelim. Bu konudaki görüşümüz şöyledir: Evet, Dede Korkut Kitabı bir şaheserdir ama Türk Edebiyatında başka şah eserler de vardır. Onların hepsi bir araya gelince zengin bir Türk edebiyatı oluşacaktır.

Halk edebiyatı adına geçmişten günümüze, Konya’mızda ilk planda öne çıkan değerlerimiz, âşıklarımız, kültür adamlarımız kimlerdir?

Konu çok kapsamlı… Değerler deniliyor, âşıklar deniliyor, kültür adamlarımız deniliyor…Her halde değerlerimiz’den kastımız insanlarımız olmalıdır. Yazarlarımız, şairlerimiz, bilginlerimiz, vb. Bu konuda Sayın Av. Mehmet Ali Uz  tarafından hazırlanmış iki kitap vardrı;  öncelikle onlara bakılması, onların değerlendirilmesi gerekecektir. İşte o iki hazine:

      Konya Kültürüne Hizmet Edenler, Konya 2003.

     Konya Kültürüne Hizmet Edenler / Araştırmacı Yazarlar ve Kurumlar, Konya 2004.

Konya Büyükşehir Belediyesi’nce yayımlanan bu iki kitap hakkında ayrıntıya girmemize gerek yok. İlimizin önemli kitaplıklarında bulunan bu ciltlere kolayca ulaşılabilir. Burada kendilerine yer verilen kişilerin önce hayat hikâyeleri verilmiş, kitap ve makaleleri tanıtılmış, son olarak da her kişinin bir yazısına yer verilmiştir. Bu yönüyle eser aynı zamanda bir makaleler koleksiyonu havasını taşımaktadır. Ayrıca bu yazıların çoğunun  günümüzde kolayca ulaşamayacağımız  eski kaynaklardan alındığını da belirtmeliyiz.

      İlimize temelli gelişimden beri Konya üzerine pek çok çalışmam oldu. Bazen yazı sipariş edildi, bazen ben önce davrandım. Mesela Konya Ticaret Odası’nın aylık dergisiyle aynı adı taşıyan ve bir kitap hacmine ulaşan İpek Yolu dergisinin 2006 yılında yayımlanan IX. kitabında iki önemli maddem / yazım yer almaktadır:

      1. “Konya’da Âşık Edebiyatı”, 465-489.

     2. “Konya’da Halk Edebiyatı”, 415-452.

      Bu iki maddenin değiştirilmiş, gözden geçirilmiş ve genişletilmiş şekillerini Konya Ansiklopedisi’nde de görebiliriz. Bu iki maddeye  daha sonra bir kitabımda da, hem de örneklerini artırarak yer verilmiştir:

     Ansiklopedi Maddelerim: I / Konya Üzerine Maddeler, Konya 2016, s.14-29 ve 67-112.

      Bu son kitabımın bir özelliği de Konya ile ilgili pek çok maddeyi, Konya Ansiklopedisi’nin dışında bir araya getirmiş olmasıdır.

      Konya ile ilgili ilk yazımın  tarihi 1960’lı yılların başına rastlar. İşte o yazımın künyesi:

                        “Gelenekler: Konya Yemek Sofrasına Dair Notlar”, Türk Folklor Araştırmaları, 11 (230), Eylül 1968, 5055-5056.

                        Bu yazım öylesine ilgi gördü ki önce önemli yemek kitaplarına alındı, yemek toplantılarına davet edilmeme yol açtı, vb. Demek ki yayımlanalı 52 yıl olmuş. Oysa benim yazı hayatıma başlamamın tarihi 1957. Lise ve üniversite öğrercilik dönemlerim, lise edebiyat öğrertmenliğim ve Atatürk Üniversitesi’nde halk edebiyatı asistanı olarak yepyeni bir hayata başlamam. Hatırlatmak isterim ki bu alanımla ilgili ilk yazımın yer aldığı dergi, eskilerin çok iyi tanıyacağı Attar Oğlakçı’nın torunu  İhsan Hınçer’in yönettiği bir dergi idi. Daha önce yayımlanan makale ve bildirilerimin yer aldığı 27 klasörden oluşan bir arşivim var: Büyük Konya… Ancak benim böyle bir kitabı bastırmam mümkün olamayacağı gibi, bu yazıların bir bölümü ana kitabımızın bekleme aşamasında başka kitaplarımızın içine alınıverdiler. Kapı kapı dolaşıp, ‘Allah rızası ve Konalıların hatırı için…’ diye başlayan bir cümleden sonra avuç açacak halim yok ya… Nasıl olsa bir gün bizim kitaplara da sıra gelecek(!). Bana bu tarihi ay ve yıl olarak sormayın, sadece gününü söyleyebilirim: Çarşamba.

Günümüzde kültür ve sanata Konya insanının ilgisini nasıl değerlendiriyorsunuz, kültür ve sanat ortamımızı nasıl görüyorsunuz? Etkinlikleri yeterli buluyor musunuz, bu konularda önerileriniz var mıdır?

      Bir zamanlar cumartesi günleri bazen üç dört konferans veriliyordu. Saatleri mi? Âdeta sinema matineleri gibi: 11.00, 14. 00 (iki tane) ve 16.00. Benim bilmediğim veya davet edilmediğim bir 20.30 matinesi de olabilir.

      Her konferansı dinlemeye gidemiyorum. Böyle bir evden çıkış dört beş saatimi alıyor. Ama öyle konferanslar var ki onlara bir günümü bile feda edebilirim. Amacım salondaki koltuklardan birini doldurmak değil, verilecek bilgilerle dağarcığımı doldurmak. Her konunun da ilgimi çekemeyeceğini yüce takdirlerinize bırakıyorum.

Yerel gazetelerdeki haberler ve internete  verilen özel haberlerle bu tür konferanslardan haberdar oluyorum. Hatta masa üstünde adı yerel toplantılar olan  bir de klasörüm var. İnternete gelen haberleri orada topluyorum.

Evet, Konya’mızın canlı bir kültür ortamı var, var ama bir parçalanmışlık söz konusu… Arkadaşlar, Ankara’da bir 16.00 konferansı için YHT ile gidiyor ve o gece evime dönüyorum. Niye? Benim mutlaka dinlemem gereken bir konuşma.

Bir küçük hatıra… Daha emekli olmamışım. O gece ikinci öğretime dersim var. Ders bitiminden sonra çok sevdiğim ve devamlı öğrencilerimden olan bir hanım kızımız odama gelerek bir istekte bulundu:

“Hocam, haftaya dersinize gelemeyeceğim. İzninizi istiyorum.”

“Elbette vereceğim, biliyorum ki sen arkadaşlarından o dersin notlarını alacaksın. Eğer çok özel değilse gelememe sebebini söyleyebilirsen hemen ’Evet… ‘ diyeceğim.”

“Hocam ben xxxxx tamının taraftarıyım. O gece Avrupa’dan gelen bir takımla maçımız var. Ağabeyim iki bilet almış…”

Sözünü uzatmasına gerek var mı… İki hafta sonraki dersime geldiği zaman gözleri parlıyordu. Hem izinli olarak gittiği, hem de takımımızın o maçı kazandığı için.

Sözü burada bağlayalım da tadında kalsın.

 

21. Hocam bu güzel sohbet için size çok teşekkür ediyorum, eklemek ya da söylemek istediğiniz başka şeyler var mı? 

Olmaz olur mu? 41 yıl hocalık yapan, ortaokul öğrenciliğinden beri okuyan, lise öğrenciliğinden beri yazan seksen birlik bir hocanın söyleyecekleri elbette bunlar olamayacaktı. Ama  o güzel sözümüzle bitirelim: (Burayı tam üç defa yazdım, her defasında vaz geçtim. Sizler benim ne demek istediğimi çok iyi anlıyorsunuz efendim.) Sevgili Yusuf, ben de sana gönül dolusu sevgileri ve Kültür Atlası için de tebriklerimi bir kır çiçekleri demeti niyetiyle sunuyorum.

Yorumlar
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.