• İstanbul 21 °C
  • Ankara 16 °C

Mustafa Atikebaş: Gül İle Bülbül -Nesir Üstüne-

Mustafa Atikebaş: Gül İle Bülbül -Nesir Üstüne-
– Günaydın sevgili Gül’üm;

Geçenki sohbetimiz üzerinde epey düşündüm. Açıkçası üzüldüm de. Acaba gönlünü incittim mi diye içim içimi kemirdi. Eskiden böyle anlaşmazlıklarımız olmazdı. Ufak tefek ayrılıkları da biz büyütmezdik. Vakıa, şiir netameli mevzudur; (bak, eski günlerdeki gibi konuştum!) Ne olsa tümüyle kişiseldir. Özneldir yani… İstiyorum ki bugün nesir hakkında konuşalım. O, hiç olmazsa nesnelliğiyle bizi birbirimize yakınlaştırır sanıyorum.

– Merhaba dertli Bülbül’üm;

Üzülmene mahal yok, maksadımız kirli çamaşırlarımızı ortaya dökmek olsa hep beraber üzülürdük. Hakikate giden nice yol var, biz dahi bu zorlu yollardan birine talip olup yürüyebiliyorsak ne mutlu. Aslolan yürümektir. ‘Eski günlerdeki gibi konuştum’ deyişinde ince bir alay sezdim. Hâlbuki eskimiş eskiye rağbet bitpazarında olur ancak, biz eskimemiş eskinin peşindeyiz. Sen ister klasik de, ister kadim, onlar eskimez. Hem yeniyi kurmak için ille de eskiyi yıkmaz fikri pek iptidâîdir. Bak, gelir gelmez beni Ziya Gökalp’in ‘günaydın’ınıyla selamladın, fena mı oldu? Rahmetli, bu kelimeyi icat ederken bu kadar sevileceğini düşünmüş müdür bilmem, ‘mefkûre’si öldü, bu yaşadı. ‘Tünaydın’ da onundur; ikiz kardeşler gibi düşün, biri doğarken ölür, diğeri senelerce yaşar. Hayat!

– Nesir hakkında konuşalım dedim, sen dilden bahsediyorsun.

            – İyi ya, nesir demek, dil demektir Bülbül’üm. Nesir istif işidir, fakat istif, zannedildiği gibi alelade yapılmaz. Onun esası da dildedir. Dilin imkânlarıyla olur. Şimdi ‘düzyazı’ diyorlar, nâsir de ‘düzyazan’ oluyor herhalde! Nâsir evvela lisânın inceliklerine muvâfık olarak kelimeleri toplar, istifler; sonra üslûbunca dağıtır onları kâğıda. Nâsir, saçan demektir aynı zamanda. Senin az evvel yaptığın gibi şimdinin ‘düzyazan’ları da -sel, -sal’lı kelimeleri dilediklerince sayfalara saçıyorlar; böyle yaparak yazılarına ne idüğü belirsiz bir akademik çeşni verdikleri zehabına kapılıyorlar, yazık.

– Amma yaptın Gül’üm, ya ne diyecektim? Özbeöz kelimelerimize mi laf ediyorsun şimdi de! Unutma ki dilimizin dağarcığı bu sayede gelişiyor. Hem sondan eklemeli olan dilimizde yeni ekler bulup onlarla yeni kelimeler meydana getirmek fena mı?

            – Hâşâ, Özbeöz kelimeden bahseden kim Bülbül’üm! Ben ‘kişi’den değil, sonundaki ekten bahsediyorum. O eki Fransızcadan aldık; hem ilk hali -el idi, ne olduysa sonra -sel oluverdi.

            – Ne olmuş! Daha önce de ‘şahsî’ diyorduk, onun sonundaki ‘î’ de Acemceden gelmedi mi? Arabî, Fârisî olunca bizden, Frenkçe olunca yabancı öyle mi?

             – A Bülbül’üm, bu yaptığına safsata denir. Evvelce eski Yunanın sofistleri yapardı.

            – Buyur, şimdi de boş konuşan olduk!

            – Yine yanlış anladın; safsata halk arasında boş söz demektir, esasında hatalı mantık yürütmeye denir, onu kastettim. Elbette yabancı diller arasında ayrım yapmıyorum. Hem sade Fransızcadan değil, Garp dillerinin hemen hepsinden sayısız kelime aldık, bunda beis yok. Dilimizin özleşmesine ben de taraftarım, yeter ki tabiî yoldan olsun. Senin gözden kaçırdığın şeyi izah edeyim. Türkçemizin müstesna özelliklerinden biri isim tamlamalarıdır. Geçmişte tamlamalarımızı Farisî kurallarıyla yapıyor, yani tepetaklak ediyorduk. Misal, eskiden ‘şahs-ı sâlis’ diyorduk, şimdi ‘üçüncü şahıs’ diyoruz. Demek ki dilimiz zamanla kendi içinde ayıklanıyor, peyderpey doğru yola giriyor. Şimdi sen ‘kişisel’ demekle aynı hataya tekrar düşüyorsun. Biz ‘kişi’ deriz, ‘kişilik’ de deriz. ‘Şahıs’ deriz, ‘şahsî’ de deriz. Ne zaman ki iş tamlama yapmaya gelir, o zaman da ‘kişi hakkı’ deriz. Senin -sel geldiğinde, yani ‘kişisel hak’ olduğunda bu tamlama Türkçe değil, Frenkçe oluyor. Buna aynı yerden iki kere ısırılmak denmez mi!

            – Neyse, biz nesre dönelim. Hatırlıyor musun, bir keresinde bana Yahya Kemal’in bir sözünü söylemiştin. “Nesrimiz ve resmimiz olsaydı çok daha başka bir millet olurduk” demiş ya üstad; sahiden nesrimizin durumu böyle midir?

            – Nasıl unuturum, ben söylemiştim, doğru.  Açık Deniz şairi, Mohaç’ı andığı bir gün söylemişti o cümleyi. Büyük adamların sözlerini bazı işporta edebiyatçılarının lakırdısından ayırmak lazım gelir. Nesrimiz de resmimiz de ( perspektif olarak modern resimden başka da olsa) vardır. Yahya Kemal gibi şairin azla yetinmesini beklemek safdillik olur. Mohaç’ı gördün mü hiç?

            – Evet, yakınlarda hem de. Yemyeşil bir ova. Hatta Sultan Süleyman’nin muharebeyi takip ettiği rivayet edilen tepeyi de gördüm. Az ilerde, iç organlarını bıraktığı Zigetvar’daki camisini de hatırlıyorum. İyi ama bunların nesirle ilgisi nedir, çözemedim a Gül’üm!

            – O, muhteşem zaferin mücessem halini görmek ve hissetmek istiyordu. Cenk meydanının kılıç seslerini işitmek, yaşamın ve ölümün kıyısında süren o iki saati hem bir tabloda müşâhede etmek, hem bir romanın sahifeleri arasında gururla okumak… İstediği resim ve nesir buydu.

             – Nesrin vazifesi bu mudur sence? Şiirimiz coşkunluğuyla hislerimizi besliyor; nesrin daha çok zihnimizi beslemesi gerekmez mi?

            – Elbette; fakat nesir bundan fazlasıdır. Büyük nesir fikirle hissin imtizacından doğuyor. Şiir bir şimşek çakması ise, nesir kusursuz bir fırtınadır. Dalga dalga büyür, kuvvetlenir; nihayet dindiğinde hem aklımız hem gönlümüz şâd olur. Mevlâna, Goethe, Shakespeare, Dante gibileri nesrin bu imtizacını buldukları için büyüktürler.

            – Hep geçmişten misal veriyorsun. Yirminci asır için ne dersin?

            – Öyle ya, Yûnus’un bile beğenilmediği çağdayız! Mütemadiyen ilerlediğimizi, geliştiğimizi vehmettiğimiz bir çağda mâzîden bahsetmenin, onu sevmenin eski kafalılık ve hamaset sayılmasına şaşmamalı. Hâlbuki ben mâzîde yaşamak isteyenlerden değilim, mâzî bende yaşasın istiyorum. Yirminci asır bize Refik Hâlid’i, Peyami Safa’yı, Cemil Meriç’i, Kemal Tahir’i, Oğuz Atay’ı ve tabii ki Tanpınar’ı hediye etmiştir; nesrimizin altın çocuklarını… 

            – Nesir deyince akla roman geliyor; bir de hikâye. Hakikatte bunlardan mı ibaret nesir?

            – Hiç olur mu? Tarih, hiciv ve methiye, tenkit, nutuk, mektup, hatırat ve daha pek çok nevi nesirdir. Nesri, görmüş geçirmiş bir anneye benzetiyorum. Handiyse şiir dışındaki bütün neviler onun çocuğudur. Hani, Anadolu’da tekne kazıntısı deriz ya, işte roman bu annenin son çocuğudur. Hâliyle en körpe, fakat cevval olanı o’dur. Son iki asır bu ele avuca sığmaz çocuğun harikalarıyla dolu.

             – Yine akşamı ettik a Gül’üm. Bu defa münakaşa etmediğimize memnunum. Bilirsin ben şiirin ve mûsıkînin çocuğuyum, nesirle alâkam azdır. Sana hisli bir mektup yazmıştım, onu okumak istiyordum lakin vakit geç oldu, inşallah başka sefere… Sağlıcakla kalasın Gül’üm.

             – Sevgiliye yazılmış mektup yüksek sesle okunur mu be şaşkın Bülbül, sen ver mektubu; haydi güle güle… Aman, kargalara dikkat et, haset ettiklerini biliyorsun.

Bu haber toplam 121 defa okunmuştur
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu habere henüz yorum eklenmemiştir.
Diğer Haberler
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim