• İstanbul 16 °C
  • Ankara 14 °C

Mustafa Atikebaş: Roma’ya Çıkan Yollar Yahut Tanpınar Etkisi

Mustafa Atikebaş: Roma’ya Çıkan Yollar Yahut Tanpınar Etkisi

-Bir gün elbet bana döneceklerdir-

 

Ahmet Hamdi Tanpınar hakkında – özellikle son yirmi yılda – o kadar çok konuşuldu, yazıldı ki meseleye üstünkörü bakan birisi açıkta hiçbir şey kalmadığını düşünebilir. Hatta gelinen noktada “yeter artık, Tanpınar’dan başka konu yok mu edebiyatımızda!” nev’inden sızlanmalara da şahit olmak mümkün. Edebiyatın bir yüzü daima geçmişe dönüktür. Ölümünün üzerinden altmış yıla yakın zaman geçtiği halde Tanpınar, kendinden önce ve sonra gelen ediplerin hepsinden daha canlıdır bugün; soluğu el’an hissedilir, kimileri gizlemeye çalışsa da! Fakat şunu unutmayalım ki o, geniş okur kitlesi için hâlâ yalnızca ismi bilinen bir ediptir. Onun tenkidi şair ve yazarlar arasında bir tür kapalı devre konuşması şeklindedir. Bizde yazarların genel okuyucunun ilgisine mazhar olabilmesi için ölümünün üzerinden yetmiş yıl geçmesi, yani telif haklarının ortadan kalkmasıyla birlikte ilgili-ilgisiz pek çok yayınevi tarafından ucuz baskılarla afişe edilmesi gerekir. Vakıa o durumda bile tanınmayabilir. Çünkü hazretin eseri gösteriş için koltuk altında taşınmaya elverişli olmadığı gibi muhtevası hakkında konuşmak için kahve eşliğindeki instagram fotoğraflarından ve kitap özeti sunan internet sitelerinden fazlasına ihtiyaç vardır.

Son tahlilde onun hakkında yapılan ve giderek çoğalan neşriyat sevindiricidir. Türk edebiyatı; akademisiyle, şair, yazar ve eleştirmeniyle onu anlama ve anlatma yolunda epeyce çaba sarf etmiştir. Bu kadirşinas zevatın isimlerini burada saymam mümkün değil. Elbette bütün eleştiriler olumlu değildir, bilakis gizliden gizliye işleyen bir “anti-tanpınar” olgusundan bile bahsedilebilir. Bir türlü anlam veremediğim bir kıskançlık ve kinle, güya zayıf noktasından; “kadınsızlık ve parasızlık” üzerinden onu bugün bile “kırtıpil” olarak nitelendirme kolaycılığı devam ediyor. Haklı eleştiri ise -benim de yazmamış olmasını dilediğim- 27 Mayıs ve sonrasındaki idamlar hakkındaki yazılarıdır. Belki de hak ettiğini düşündüğü halde elde edemediği bilinme/sevilme isteğinin bir tür dışavurumuydu bunlar, kim bilir!  Tolstoy günlüğünde, şöhret ve itibar arasında bir seçim yapmam gerekse şöhreti seçerim, der. Tanpınar da şöhreti seviyor, hiç olmazsa eseri hakkında yaşarken konuşulmasını istiyor. Acıklı olan şu ki, bırakalım başkalarını en yakın arkadaşları dahi eserine karşı alakasızdır. Peki, bütün bunlar ona ne hissettiriyordu? Cevabı 1 Haziran 1961 tarihli günlüğünde buluyoruz:

“Ne yaptım! Beş Şehir’le, okunmayan, bahsedilmeyen Beş Şehir’le bütün o hikâyeler, romanla Türk edebiyatının bütün bir tarafıyım!... Bu eserlerden memnun muyum? Orası başka. Fakat Abdullah Efendinin Rüyaları bilhassa birinci hikâye böyle tenkitsiz mi geçecekti? Huzur ki okuyanların hepsi sevdiler, üç makale ile, Yaz Yağmuru hiçbir akissiz mi geçecekti?

Bunların Türkiye’ye getirdiği hiçbir şey yok muydu! Türkiye’ye ve Türkçeye. Ya şiirlerim? Hâlâ hiç kimse “Deniz” manzumesinden bahsetmedi. “Deniz” manzumesi Türkçenin beş on manzumesinden biridir. Buna eminim. Buna makalelerimi de ilave edin. Hayır, ben adımı, küçük şöhretimi hak ettim ve çok ileriye geçtim. Fakat niçin bu kadar haksızlık? Bu işte eksiğim nedir!”

İşte Tanpınar! Kendinden emin ama kuşkulu; dışarıya açık fakat içine dönük. Daima diken üstünde, kararsız, sevgisiz, yarım bir adam; herkes ve hiç kimse gibi…

Tanpınar’ın ilk olarak ne zaman keşfedildiği hususunda net bir tarih belirlemek zor. Elbette herkes kayıtsız değildi ona karşı. Mesela Mehmet Kaplan, edebiyat fakültesinde Fuad Köprülü, Reşit Rahmeti Arat ve Ali Nihat Tarlan’dan ders aldığını, her birinden de fazlasıyla istifade ettiğini söylerken söz Tanpınar’a geldiğinde ‘beni kendisine hayran bıraktı’ demekten kendini alamıyor. Hâlbuki Tanpınar ne Köprülü kadar geniş mâlûmata sahip bir edebiyat tarihçisi, ne Tarlan kadar klasik şiir uzmanı, ne de Arat kadar dil bilginidir. Peki, onun cazibesi nereden geliyordu? Hiç kuşkusuz onu farklı kılan bütün bu sahalardaki bilgisinden ziyade sanatkâr kişiliğiydi. 19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi’nde özgünlüğün zirvesindedir. Herhangi bir nesir kitabı gibi zevkle okunabilir bu eser; çünkü sanatçılığını ilim adamlığının önüne koyma cesaretini gösterebilmiştir. Beş Şehir mi? Bu eşsiz şehrengizin bir benzeri henüz yazıl-a-madı. Denemeleri ise diyebilirim ki Türkçenin en lezzetli metinleridir. Huzur, ‘Boğaziçi Medeniyeti’nin en güzel aşk hikâyesidir. Ve nihayet bütün Türk edebiyatının en iyi romanını yazmak da ona nasip oldu: Saatleri Ayarlama Enstitüsü. 

Tanpınar öldüğünde ‘İkinci Yeni’ çıkışını çoktan yapmış, enikonu bilinir haldeydi. ‘Garip’ şiirinin, maziyle arasındaki köprüleri yıkan biçimsizliği, ölçüsüzlüğü ve mecazsızlığına ve şiiri bir tür propaganda aletine çeviren, sloganlaştıran “toplumcu gerçekçi” şiire karşı bir tepkiydi İkinci Yeni. Tanpınar’ın biçimci fakat kapalı; boşlukla yankılanan bu şiir için ne düşündüğünü bilmiyoruz. Günlüğünde, genç şairlerin pek çoğu ile ilgili bir şeyler yazmak isteyip de yazamadığından yakınıyor. Garip şiiri hakkında da derli toplu bir yazısına rastlamadım. Üniversitede talebeleri tarafından tutulan ders notlarında Orhan Veli’yi “edebiyatı şaka olarak kabul edenler” arasında sayıyor. Tuhaftır, bir röportajdaysa soru soranın ısrarla “böyle mısra olur mu?” sorusuna pekâlâ olur, diyor. ( meşhur “Yazık oldu Süleyman Efendiye” mısraı) Orhan Veli ve arkadaşlarının cesaretini takdir ediyor, yeni bir şeyler söyleme emellerini değerli buluyor fakat çok da ciddiye aldığı söylenemez. Hatta Sait Faik’i – ki hikâyeciliği ile mâruf – o günün gençlerine şair olarak örnek gösteriyor bir yerde. Yine de Orhan Veli,  Cahit Sıtkı ve Dıranas ile birlikte Tanpınar’ın sevdiği genç şairler listesine giriyor.

Onun asıl ilgilendiği mevzu şiirin sesidir ve o sesin kaybolmaya yüz tuttuğunun farkındadır. ‘Hece’ye ‘aruz’un sesini giydirmeye çalışıyordu. Çünkü kulaklarında aruzlu şiirin en iyileri çınlayıp durmaktadır; yeni edebiyatın en büyük şairine, Yahya Kemal’e talebe olmak lütfunu yaşadığı müddetçe hissetti Tanpınar.  Kendi ifadesiyle ‘şiir dilinin nesre doğru çöktüğünü’ daha o zaman görmüştür. Günümüz şairleri onun ve diğer hececi şairlerin değil, serbest veznin tarafını seçmiştir. Yine Tanpınar’ın öngördüğü gibi resmin şiir üzerindeki tesiri musikiye galebe çalmıştır. Şiirdeki takipçisinin azlığına karşılık romanda durum tam tersidir. İlle de bir kategoriye sokulacaksa essai-roman (deneme-roman) olarak isimlendirilebilecek romanlarında arka planda sürekli işleyen fikri yakalamak için Türk tarihinden Bergson’a, klasik müziğimizden Proust’a kadar geniş bir atıf kadrosuna muttali olmak lazımdır. Asıl zorluk ise lisandadır. Tanpınar’ın dili bugün genç edebiyatçılar için gurbetteki sevgili gibidir; hem yakın, hem çok uzak. O, nesir diline şiir ahengini katan adamdı. O yüzden günümüzde Tanpınar gibi roman yazmak, Türkçenin bahsettiğim estetiğinden mahrum romancılarımız için olsa olsa bir ‘kızılelma’dır.

Bütün yollar Roma’ya çıkar!

Bu sözdeki Roma bir ihtimal Nova-Roma olan İstanbul’dur, bilinmez. Bildiğimse yeni Türk edebiyatının meselelerinin bu büyük üslupçudan bağımsız tartışılmasının mümkün olmadığıdır. Tanpınar’ın edebiyatımız üzerindeki etkisi gelecekte, bugüne nispetle daha da belirgin hale gelecektir. 

Bu haber toplam 299 defa okunmuştur
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu habere henüz yorum eklenmemiştir.
Diğer Haberler
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim