Efendim hepimiz biliriz ki, ülkemizde kökü eskilere varan bir “eskicilik” mesleği vardır.
Sokaklardan “eskiler alıyoooom” diye besteli haykırışlarla geçen eskici esnafı, çocukların, ev hanımlarının yakın dostudur. Sıkı pazarlıklarla artık modası geçmiş bir damatlık elbise takımı, bir çocuk karyolası, bir kırık çini soba devredilir gider bazen. Gidenlerin ardından bakakalır satan kişi. Maldan ziyade hatıralarından ayrılmıştır. Geçip giden yılların hüznü çöker üzerine, elindeki paraya bile bakamaz, gözleri buğulanır ve eskicinin uzayıp giden sesinin ardından hemen kapıyı kapatır.
Eskicilerin çokluk birer çarşıları olur. Bu çarşıların müşterileri olur. Yıkanıp tamir edilmiş, ütülenmiş, son gürlüğünü yaşayan elbiseler asılı durur dört bir yanda. Ayakkabılara pençe yapılmıştır, pırıl pırıl boyalıdırlar. Bütün bu eşya alanların onurunu kırmayacak şekilde tazelenmiştir sanki.
Ama bazı mallar da vardır ki artık onu eskiciler bile almaz.
Ne kadar ucuza verirseniz verin, “Yaramaz abla” diyip bırakırlar. Eskicinin bile almayacağı bir kazağı, bir pantolonu gerisin geriye getirip dolaba koymak zül gelir ev kadınlarına. Hele bu “konfeksiyon” asrında. Yırtığın, yamalının görülmediği günlerde. Koyacak yer bulamazlar, her taraf dolup taşmış gibi olur, o eski ama bir türlü kıyılamayan şey sonunda çöpe atılır.
Gördüğüm “pazar” işte bu kabil mallardan oluşuyordu.
Sabahın çok erken saatleriydi.
Sanki her şey bir anda olup bitsin, kimseler görmesin diye bu erken saatlerde kurulmuştu.
Oldukça kalabalık toplanmıştı pazara. Satıcılar çokluk kadınlardı. Alıcılar da çokluk genç ameleler, ihtiyar kimsesiz kadınlar, uzak dağ köylerinden gelmiş çekingen tavırlı insanlar. 150 liraya gömlek, 50 liraya ayakkabı, 750 liraya takım elbise vardı.
Bütün tatil köylerinin “çok şükür” dolup taştığı, memlekette yokluk ve yoksulluğun olmadığı, “çok şükür” kuyrukların kalmadığını söyleyenler acaba bu pazarın sessiz sedasız, bir sabah kendiliğinden açılıverdiğini biliyorlar mı?
Sadece Topkapı’da, surların üzerinden, o tıkış tıkış yerde var olmak için didinen insanlardan ibaret değil bu kalabalıklar.
Erzincan gibi ülkenin küçük bir şehrinde de türemiş bulunuyor. Ne alırsan 500, ne alırsan 200, ne alırsan 50 liralık tezgâhları gezerken, bir anahtarlığa, bir tıraş makinasına, bir aynaya, tarağa, tornavidaya bakarken bütün bu pazarların, ne acılar taşıdığına, ne gözyaşları, ne hıçkırıklar taşıdığına şahit oluyorum sanki.
Artık surdan ineyim.
Şehre doğru giden biri “Vatan”, öteki “Millet” olan caddelerden birini tutayım.
Bakayım şehir kendi dışında, ama yine de burnunun ucunda, yani yakasına yapışmış duran bu feryatlardan ne kadar haberli?
Ne kadar mustarip...
Yazının devamı için:https://www.yenisafak.com/yazarlar/mustafa-kutlu/eskici-pazari-4767789






























Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.