Mustafa Özçelik: Derdimiz Dilimiz, Dilimiz Derdimiz

Mustafa Özçelik: Derdimiz Dilimiz, Dilimiz Derdimiz

“Bence iki şey mukaddestir: Din ve dil.”

Mehmet Âkif ERSOY

 

İlk dil kurultayının 1932 yılında yapıldığını düşünecek olursak Türkçe üzerindeki müdahalelerin hayli geçmişe uzanan bir tarihi olduğu görülecektir. 2022’yi esas aldığımızda ise bu sürenin nerdeyse bir asra yaklaştığı görülmektedir. Bu zaman zarfında dil neden en çok üzerinde tartıştığımız konu oldu? Bu soruya cevap bulabilmek için konuya şu üç temel soru çerçevesinde yaklaşmak gerekiyor: Dil devrimine neden ihtiyaç duyuldu? Bu devrimin başta gelen failleri kimlerdi? Neler yaptılar ve neticede neler oldu?

 

Bu sorulara cevap bulabilmek için ise konuya tarih sıralı olarak baktığımızda şunları söyleyebiliriz. İslamiyet dairesine girince bizden daha önce Müslüman olan Arap ve Farsların dillerinden kelimeler aldık. Bu anlaşılır hatta gerekli bir durumdu. Türkçede henüz karşılığı oluşmamış dinî kavramlar elbette alınacaktı. Diğer yandan dünyada saf bir dilden söz etmek mümkün değildi. Bir dil, kimi zaman ihtiyaçtan kimi zaman da özentiden başka dillerden kelimeler alırdı. İlki doğru diğeri yanlış bir tutumdu ama her dil böyle durumlarla karşılaşabilirdi. Ama bu durum ne olursa olsun dil, şayet tabii hâlinde bırakılır, müdahalelere uğramazsa benimsenenler kalır, diğerleri tutunamayıp unutulurdu.

 

Biz ikisini de yaşadık. Bu iki dilden ve daha az sayıda başka dillerden kelimeler alırken onlara istisnalar hariç kendi rengimizi katarak âdeta Türkçeleştirdik, Türkçe’nin kelimeleri hâline getirdik. Osmanlı dönemi kuruluş Türkçesi büyük ölçüde böyle idi. 15. Yüzyıldan itibaren ise özentiden kaynaklanan alımlar da oldu, kelime alımlarını terkip alımları takip etti ve bu durum Türkçenin aleyhine oldu. Dilin derde dönüşmesi de bir anlamda böyle başladı.

 

Bu gidişatın iyiye gitmediğini anladığımız Tanzimat döneminde -tabii bunda batıya yönelmenin de etkisi var- dil tartışma konumuz oldu. Makul başlayan tartışmalarda Servet-i Fünûn ve Fecr-i Âti dönemlerinde aşırılıklara gidildi. Doğu dillerinin yanı sıra batı dillerinden ihtiyaç olup olmamasına bakılmaksızın kelimeler alınmaya başlandı. Türkçede mutlak karşılığı olan kelimeler bile yerlerini özellikle Arapça, Farsça ve Fransızca olanlara bıraktı. Millî Edebiyat döneminde ise Yeni Lisan hareketi ile Türkçe’nin mevcut hâli ve istikbali konusunda olumlu gelişmeler meydana geldi. Aşırılıklar ve özenti alımlardan vazgeçilmeye başlandı. Ama yüzyıllardır Türkçeye mal olmuş kelimelere çok fazla dokunulmadı, Türkçede söylenildikleri gibi yazılması kararlaştırıldı. Arapça-Farsça gramer kurallarının kullanılmaması ve bu kurallarla yapılan terkiplerin kaldırılması ise son derece isabetli bir tutumdu. Böylece ortaya çok güçlü bir Türkçe çıktı. Mehmet Akif, Yahya Kemal, Ömer Seyfettin, Ahmet Rasim, Peyami Safa, Samiha Ayverdi, Necip Fazıl, Refik Halid, Yakup Kadri gibi yazarların kullandıkları bu dil ile dilimizin şaheserleri yazıldı. Böylece Türkçe 20. Asrın başlarında dünya dilleri arasında hem edebiyat hem ilim ve eğitim dili olarak bir zenginliğe kavuştu. Köprülü’nün dediği gibi “Asırlarca işlene işlene nihayet şu son kırk yıl içinde bugünkü Arapça ve Acemceden çok ileri, çok güzel ve çok zengin bir ilim ve edebiyat dili hâline geldi.”

 

İşte ne olduysa ondan sonra oldu. 1923’te kurulan yeni devlet, her alanda ve konuda batılı bir ülke hayal ediyordu. Böylece Batılılaşma resmiyet kazandı ve devletin temel politikası hâline getirildi. Tabii en büyük darbeyi dil yedi. Böylece dil yeniden derdimiz oldu. Bu yeni dönemde dil anlayışını Osmanlının son dönemindeki teşebbüslerden büyük ölçüde ayıran en belirgin farklılık ise dile ilmî bir mesele olarak değil, ideolojik bir konu ve bir medeniyet değiştirme aracı olarak bakılmasıydı. Yeni düzenin inşası dinden uzaklaşmakla gerçekleşebilecekti. Bunun için başka reformlar yapılsa bile ağırlık dile verilmeliydi. Madem batılı bir düzen kuracaktık öyleyse bir düşünce değişikliğine ihtiyaç vardı ve dil değişmeden düşünce değişmezdi. Bunun için de ilk iş olarak dilin öğrenilmesini sağlayan bir vasıta olan alfabe değişmeli ve yıllardır dilimizi zenginleştiren kelimeler Arapça-Farsça kökenli olduğu için kaldırılmalıydı. Amaç ise G. Lewis’in de dediği gibi, “Türkiye’nin İslami doğu ile bağlarını koparmak, hem içte hem de batı dünyasıyla iletişimi kolaylaştırmaktı.” Şayet bu teşebbüs dilin kelimelerine müdahale şekline dönüşmeseydi alfabe değişikliği bir anlamda anlaşılabilirdi ama öyle olmadı, adına Osmanlıca dedikleri aslında Osmanlı Türkçesi denmesi gereken dilimiz bir resmî darbeye maruz bırakılarak müdahaleye uğradı. 1930’lardan itibaren “Osmanlıcayı yeneceğiz, Türk dili özgür olacak. Böylece uygar bir ulus olacağız,” anlayışıyla dil üzerinde çalışmalar yapmak üzere dil kurultayları toplandı, arkasından dil cemiyeti kuruldu. Dilci özelliği taşımayan kişiler dile yön vermeye kalktılar. Eğitimden Arapça ve Farsça kaldırıldı. Bu dillerden gelen pek çok kelime yasaklandı. Yeni bir Türkçe inşasına girişildi. Hatta bir kılavuz kitapçık hazırlanarak nerden nereye gideceğimizin rotası çizildi. Yasaklı kelimelerin dilden atılmasıyla oluşan boşluk diğer Türk lehçelerinden alınan ve saf Türkçe denilen kelimelerle doldurulmaya çalışıldı. O da istenilen neticeyi vermeyince batı dillerinden kelimeler alınmaya başlandı. Gerekçesi de hazırdı. İş çıkmaza girince Güneş Dil Teorisi’yle bütün dillerin Türkçeden doğduğu görüşü ilmî bir teori olarak ortaya atıldı. Ortaya tuhaf kullanımlar çıkınca da bu defa da uydurma kelimelerle dili şekillendirme yolu tutuldu. Böylece Mehmet Doğan’ın ameliyat dediği bu operasyonla adına Öztürkçecilik, sadeleştirme denilen ama aslında tasfiyecilik ve uydurmacılık olan bir süreç başladı. Bu teşebbüs 1940’lardan itibaren öyle bir sonuç verdi ki yapılan tahribat dil devriminin ilk yıllarında yapılanları bile geçti. Zira o dönemde gidilen yolun yanlışlığı devletin yöneticileri tarafından anlaşılmış, mesela Güneş-Dil teorisinden vazgeçilmiş, tekrar yaşayan dile dönülmek istenmişti.

 

Ataç diye biri

 

Bu hikâye hayli uzundur. Failleri de çoktur. Bu anlamda Ahmet Cevat Emre’den Agop Dilaçar’a, İbrahim Necmi Dilmen’den M. Ali Ağakay’a, Ömer Asım Aksoy’a kadar pek çok isim sayabiliriz. Konuyla ilgili epeyce kitap da yazılmıştır. Teferruat için oralara müracaat edilebilir ama dil inkılabı denilince aklımıza gelecek iki kelime artık öncelikle “tasfiyecilik” ve “uydurmacılık” olacağı için bu iki konuyu Ataç ismine atıf yapmadan ele almak ise asla mümkün olmayacaktır. Bu yüzden önce kimdir bu Ataç? Bir dil uzmanı mı? Yoksa bir dil celladı mı? Bu sorulara cevap arayalım.

 

Ataç, “Karalama Defteri” kitabının kapağında yazılı otobiyografik nota göre 1898’de İstanbul’da doğmuş, 1909’da üç sınıflık ibtidai mektebinden çıkmıştır. Sonra bir iki okula gitmişse de hiçbirini bitirememiştir. (….) şairliğe, hikayeciliğe özenmişse de becerememiş işi eleştirmenliğe dökmüştür. Son yıllarda Türkçeyi -kendince- özleştirmeye çalışmaktadır.” Aslında onu ifade için bu kadarı yeterlidir ama bu bilgilere şunları da ekleyelim. Eğitim hayatını yarım bıraktıktan sonra İsviçre’ye gitmiş, Mütareke yıllarında İstanbul’a dönmüştür. Darülfünunda dışardan edebiyat derslerini takip etmiş, eğitimi, bilgi ve birikimi yeterli olmamasına rağmen siyasi tutumu önemli görüldüğü için edebiyat öğretmenliğine tayin edilmiştir. Sonra tercümanlık, yayın şefliği TDK Yayın Kolu Başkanlığı görevlerine getirilen Ataç, İnönü Türkiye’sinde baş tacı edilen isimlerin başında gelmiştir.

 

Bu ifadelerden de anlaşılacağı gibi karşımızda doğru dürüst bir eğitim görmemiş, şair, yazar olarak edebiyatta bir yer edinememiş, sonunda eleştirmenliğe soyunmuş, üstelik şahsiyet olarak hayli sıkıntılı bir isim vardır. Kendine tek mesele olarak dili almış gözükse bile Arapça ve Farsçaya düşmanlığı, Yunanca ve Latinceye hayranlığı dikkate alındığında aslında asıl derdinin biraz önce de söylediğimiz gibi dil değil, din olduğu görülecektir. Bunu da Ataç isminden yola çıkarak anlamak mümkündür. Biz ondan sadece Ataç diye bahsettik. Oysa nüfus cüzdanında soyadının önünde Mehmet Ali Nurullah isimleri yazılıdır. Fakat bu üç ismi İslami kökenli diye bizzat kendisi reddetmiş ve Ataç olarak bilinmeyi istemiştir. Aslında tek başına bu olay bile onun Türkçeye nasıl bile operasyon çektiğini tek başına göstermeye yeter. Çünkü onun derdi Türkçe değil, bu dilin tarih içinde kazandığı dinî muhteva ve Cumhuriyet öncesi kadim geçmişimizdir. Şüphesiz inancı onu ilgilendiren bir konudur. Ama din muhalefetini hatta düşmanlığını dil üzerinde gerçekleştirmek istediğini görmezden gelip onu bir Öztürkçe kahramanı (!) olarak görmek bizi yanıltıcı sonuçlara götürecektir.

 

Şimdi bu belirlemeyi yaptıktan sonra ne yapmıştır Ataç, neden yapmıştır ona bakalım. Onun 1940’lı yılların başında ilk derdi biraz önce de söylediğimiz gibi okullarımızda Latince ve Yunancanın müfredata dâhil edilmesi meselesidir. Öyle ki bu niyetini de gizlememiş “Latince ve Yunanca okullara konulursa Öztürkçe’ye gerek kalmaz, vazgeçerim,” demişti. Bu ifade bile onun Türklükle, Türkçeyle olumlu manada bir bağı kurulabilecek bir isim olmadığını göstermeye yeter.

 

Kelime katliamı

 

Ataç’ı bir dil uzmanı(!) olarak ünlendirecek saf Türkçeye gitme isteyişi o kadar ileri noktadadır ki kendi döneminde durumdan vazife çıkararak dil uzmanı olmamasına rağmen bu işe soyunmuş ama işi ilmî şekilde yapabilecek müktesebatta olmadığı için de deyim yerinde ise “uydurmacılığa”, en hafif tabirle “dil mucitliği”ne soyunmuştur. Bu konudaki yetersizliği hem kendi itirafı hem de çevresindekilerin ifadesi olarak bilinen bir konudur. O, bu işi dil sevgisinden (!) yapmak istediğini söylemektedir. Şimdi bu sevginin (!) kimi ifadeleri tekrar kullanma mecburiyeti doğsa bile Türkçeyi ne hâle getirdiğine bakalım.

 

Ataç, dil devriminin de başlangıçtaki politikasına bağlı olarak Türkçeden bütün yabancı kelimelerin tasfiyesini savunur. Ama yabancı dillerden anladığı Arapça ve Farsçadır. Tanpınar bu durumu, “İçinden çıktığımız doğu İslam medeniyeti ile ilişkimizin kalmaması için özleştirmeciliği zaruri gördü,” şeklinde izah eder. Mehmet Doğan da işin siyasi tarafına dikkat çekerek bu durumu “1950’lerde N. Ataç tek parti ideolojisinin amaçları doğrultusunda dilimizin dinî muhtevalı kelimelerine savaş açmıştır,” diyerek aynı görüşü paylaşır. Ataç’a göre dilimizde sadece Öztürkçe kelimeler yer almalıdır.

 

Bu ilmî ve gerçekçi olmayan tutum, arzu edilen sonucu doğurmaz. Zira bu tarz kelimelerin sayısı fazla değildir. Durum böyle olunca İslamlık önce döneme eğilir. Mevcut kelimelerin İslam öncesi karşılıklarının kullanılmasını söyler. Bu da çözüm olmayınca bu defa kelime uydurmaya başlar ki dil konusundaki başarısını(!) buna borçludur.

 

Ataç neler mi uydurur? Bu hayli uzun bir listedir. Bazılarını burada verelim: Eleştiri, sözcük, olasılık, koşul, yanıt, yapıt, esin, öykü… Diyeceksiniz ki bunları bugün de kullanıyoruz. Öyleyse Ataç doğru yoldadır. Bunu söylerken şunu da unutmamak gerekir. Ataç’ın uydurdukları ders kitaplarına, gazetelere, dergilere zorla sokulunca böyle bir kabullenmenin olması şaşırtıcı değildir. Zira bu uydurma kelimeleri kullanmayanların yazar, eğitimci olma şansları yoktur. Ya şunlara ne demeli? Bunları anlamak için ayrı bir sözlüğe ihtiyaç olduğundan parantez içinde hangi kelimenin yerine uydurulduğunu da söyleyelim. Betik (kitap), bediz (resim), yır (şiir) dörüt (sanat), yımızım (çirkin), bağlanç (din), yazak (kalem), yazın (edebiyat), tilcik (kelime)… Bütün bu ucube kullanışların gerekçesi ise kendi ifadesiyle uygarlık değiştirmekle ilgilidir. Bu konuda söylediği şudur: “Dil bir uygarlık olayıdır. Bir uygarlığın kurduğu dil, başka bir uygarlığın düşündüklerini söyleyemez, yetmez onu söylemeye. Bir ulus uygarlığını değiştirdi mi dilini de değiştirmek zorundadır.”

 

Ataç’a destek veren onu Türkçe’nin kahramanı (!) ilan edenler elbette ki batıcılar, kendilerini Kemalist olarak adlandırılanlar ve bazı solcular olmuştur. Zira onların da dinle, Türk-İslam Medeniyeti ile problemleri vardır ve bu durum Arapça-Farsça kelime karşıtlığı dolayısıyla dil üzerinden yürütülmektedir. Nedense aynı tavrı batı dillerinden dilimize giren kelimeler konusunda göstermemektedirler. Nazım Hikmet örneğinde olduğu gibi bazı solcular ise meselenin farkında olarak, “Dil reformunun resmî ve edebî dil ile halkın dili arasındaki uçurumu büyütmek amaçlı bir burjuva hareketi,” olarak değerlendirmişlerdir. Mesela Attilâ İlhan dil inkılabını Gazi’nin yaptığı iki büyük yanlıştan biri olarak görerek şöyle der: “Biz doğu-İslam kültürüne mensup olduğumuz için dilimizde Arapça-Farsça kelimelerin bulunmasını tabii karşılamak gerekir.” Yine sol dünya görüşüne sahip Can Yücel de özleştirme çabalarını dilin yoksullaşmasının sebebi olarak görür. Ona göre, “Bu hareket şiirde kelime hazinesinin azalmasına yol açmıştır.” Bunu teyiden Geothe’den aldığı bir cümle ile faciayı bütün açıklığı ile ortaya koyar. “Dil, orman gibidir. Ağaçlar çürür, orman kalır. Bizde ağaçları kesmeye kalktılar. Kahroluyorum yanlıştı.”

 

Ortada böyle bir durum da olmasına rağmen Ataç yolunu takip edenler arasına ilginçtir İslamcı olarak adlandırılan çevreler de katılmıştır. Mesela Nuri Pakdil de dil konusunda bütünüyle aynı şekilde olmasa bile Ataç’ın yolunu takip etmiştir. Bu neden böyle oldu? Öncelikle bu tutumun hissi bir sebebi vardır. Onun Hamle dergisinde çıkan Kurtuluş destanında “Mavi gözlü paşa”ya övgüler düzmesi Ataç’ın hoşuna gider ve Pakdil’i taltif eden cümleler kurar. Onun giderek iyi bir “eleştirmeci”, “iyi bir sanat düşünürü” olacağını söyler. Bu da hâkim edebiyat çevrelerinde yer edinmek isteyen Pakdil için önemli bir referans olur. İkili arasında böyle bir yakınlık olduğu için Pakdil, bir vefa borcu olarak Ataç’ın ölümünden üzüntü duyacak, onu Türkçeyi özleştiren bir kahraman olarak selamlayacaktır. Pakdil’de sonradan görülen ideolojik ayrışma bile ondaki Ataç sevgisini ve tutumunu ortadan kaldırmaz. Ama bir haksızlık yapmamak için söylemek gerekirse Pakdil’in Ataç’a göre kısmen daha makul olduğu düşünülebilir. Mesela İslam onun dilinde “yerli düşünce”, Kur’an “Mutlak öğreti” Hac, “toplantı”, Namaz “Beş vakit eylem”, Peygamber “ulu önder”, Batılılaşma “yabancılaşma” şekline dönüşür. Ama bunlar da başka bir sıkıntıyı ortaya çıkarır. Zira kavramlar bir başka dilde ifade edildiğinde anlam kaybına, değişimine uğramakta ve bağlamlarından uzaklaşmaktadır. Gözden kaçırılan budur. Diğer yandan aynı dönemlerde Türkçeyi gerçekten savunan Nihat Sami Banarlı, Faruk Kadri Timurtaş, Samiha Ayverdi, Cemil Meriç hatta Necip Fazıl, son dönemde D. Mehmet Doğan gibi isimler “sağcı”, “muhafazakâr” olarak vasıflandırılır. Bu tabii bir taltif değil, tenkit manasına gelmektedir. Bu yüzden “devrimci” sıfatını Kemalistler, solcular kadar Pakdil ve çevresindeki bazı isimler de benimserler. Böylece uyduma Türkçecilikte batıcı solcularla Pakdil ve çevresi aynı noktada buluşurlar. Mesela onunla birlikte dergi çıkaran arkadaşlarından biri hikâye kelimesine Ataç’a hürmeten âdeta savaş açmış, yerine öykü kelimesini yerleştirmek için mücadele etmiş ve bu uydurma kelime yerleşsin diye bu adla dergi çıkarmıştır. D. Mehmet Doğan bu durumu “Celladına öykünmek,” olarak adlandırır. Aslında bu ifade her şeyi özetlemektedir. Karşı çıktığını sandığımızın dilini kullanmak bir kahramanlık değil, celladına öykünmek ya da gönüllü esir olmak demektir.

 

Sonuç ne oldu?

 

Ataç’ın dili bir dönem benimsendi. Batıcı, Solcu Kemalist ve kimi yerlilik iddiasındaki yazarlar eserlerini bu kelimelerle yazmaya başladılar. Çoğu yayın organında bunlar kullanılarak yaygınlık kazanmaları sağlandı. Netice olarak halkın dili ile aydınların dili arasında bir uçurum oluştu. Ortaya çıkan sıkıntılar karşısında Öztürkçe sözlükler bile hazırlandı. Okullarda bu dil anlayışı öğretmenleri ikiye böldü. Birinin “imkân” dediğine diğeri “olanak”, birinin “edebiyat” dediğine diğeri “yazın” dedi. Kullanılan kelimelerden hareketle kişilere ideolojik kimlikler yüklendi. Dil bu kadar müdahaleyi kaldırmadığı için olan Türkçeye oldu. Kelime hazinesi azaldı. Ortaya güçlü edebiyat eserleri çıkmadı. Bu dille yetişen nesiller önceki dönemlerde yazılan eserleri okuyamaz hâle geldiler. Eğitim ve ilim dili ise tamamen İngilizcenin tesirinde kaldı. Bu durum, “Türkçe ilim dili olamaz,” noktasına kadar getirildi. Konuşma diliyle yazı dili arasında uçurum meydana geldi. Aynı durum farklı yerlerde yaşayan soydaşlarımızın diliyle de aramızın açılması gibi bir netice doğurdu.

 

İşte bütün bu sebeplerden dolayı derdimiz dilimiz, dilimiz derdimiz oldu. Uzun süredir bu dertle boğuşuyoruz. Ataç’ın ve takipçilerinin bu dil anlayışı yukarıda söylediğimiz çevrelerde devam ettiriliyor. Türkçede kelime hazinesi o kadar daraldı ki güzel dilimiz, böyle devam ederse hafızası boşatıldığı için “şey, yani, aynen” kelimelerinden ibaret bir dile dönüşecek gibi görünüyor. Doğan boşluk ise özellikle İngilizce kelimelerle doldurulmak isteniyor. İşin garibi Türkçeyi savundukları için “sağcı” olarak vasıflandırılan dergiler bile bu hastalıklı tutumu benimsemiş durumdalar. Mesela Türkçe konusunda hassas olan Ahmet Kabaklı Hoca’nın çıkardığı dergide bugün onun itiraz ettiği kelimeler görünmeye başladı. Çünkü edebî kanon bunu zorluyor. Diyelim yazdığınız hikâyeye öykü demezseniz metniniz dergilerde yer alamıyor. Akademi dünyası ise büsbütün Türkçe celladı oldu. “Eş-süremli bir okuma”, “hazzın mottosu”, “kavramsal ulam” benzeri kelimelerin yer aldığı yeni bir uydurma bir dil inşa ediyorlar. En vahim sayılması gereken bir konu da Türkçenin tamamen seküler bir dile dönüştürülmesi hadisesidir. Böylece yaşamaya devam eden kadim kelimeler bile anlam değişimine uğramaya başladı. Kısacası âmiyâne tabirle söyleyecek olursak Türkçenin başına gelen pişmiş tavuğun başına gelmedi.

 

Madem “Dilimiz kimliğimiz,” diyoruz. Öyleyse bu mesele üzerinde düşünmek, çareler araştırmak yazarından ilim insanına, siyasetçisinden eğitimcisine kadar hepimizin üzerine düşen bir vazifedir. Bunu halletmeden hiçbir alanda şahsiyetli bir tavır geliştirmemiz de mümkün olmayacaktır. Bu da en başta bir şuur meselesidir. Buna sahip olduğumuzda nelerin yapılması gerektiğini bulmak zor olmayacaktır.

Karabatak 64. Sayı, Eylül-Ekim 2022

 
 

Kaynaklar:

D.Mehmet Doğan, Türkçenin Cenaze Töreni, Ankara 2020

Geoffrey Lewis, Trajik Başarı Türk Dil Reformu, İstanbul 2019

Ömer Yalçınova, Nuri Pakdil mi Nurullah Ataç mı? www.dunyabizim.com/polemik

Mehmet Erdoğan, Bir Yazar Olarak Nuri Pakdil, Yörünge Haber, 15 Kasım 2019

Nurullah Ataç, Dergilerde, İstanbul, Ankara 1980

Nurullah Ataç, Karalama Defteri, İstanbul 1952

Veli Savaş Yelok/Yavuz Kartallıoğlu, Türkçenin Sözcük Dağarcığı, Türk Yurdu, Ankara Ekim 2006 sayı: 230

Bu haber toplam 271 defa okunmuştur
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu habere henüz yorum eklenmemiştir.
Diğer Haberler
  • DR. İsrafil Kuralay: Filistin’den insanlık dersleri07 Aralık 2023 Perşembe 11:48
  • Ufuk Coşkun: Gözetim, veri ve kontrol07 Aralık 2023 Perşembe 11:45
  • Ergün Diler: İnce hesap07 Aralık 2023 Perşembe 11:43
  • Mustafa Uzun: HAMAS ve Afrika Ulusal Kongresi (ANC) örneklerinden yola çıkarak terörizmi yeniden okumak07 Aralık 2023 Perşembe 11:40
  • Coşkun Başbuğ: Gazze katliamının şifreleri07 Aralık 2023 Perşembe 11:35
  • Mehmet Şerif Cebe: Tarihe değer vermek06 Aralık 2023 Çarşamba 13:59
  • Ergün Yıldırım: Orta öğretimde aile dersi06 Aralık 2023 Çarşamba 13:55
  • İsmail Güleç: TDV Bakü Türk Lisesi06 Aralık 2023 Çarşamba 13:51
  • Ali Haydar Haksal: Lütfi Doğan Hoca06 Aralık 2023 Çarşamba 13:47
  • Hüseyin Öztürk: Lütfi Doğan06 Aralık 2023 Çarşamba 13:44
  • Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
    Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim