Hatırlanacağı üzere kimlik bir birey, toplum veya medeniyetin kendisine, çevresine ve dünyaya karşı bakış açısını şekillendiren, bu yapıyı bir bütün halinde algılamasını sağlayan ve tüm yaşama karşı bu algıya göre bir tavır almayı sağlayan en temel yapı taşı olarak nitelendirilebilir. Bu açıdan kimlik insanın kendisine, çevresine ve içerisinde yaşadığı dünyaya bakış açısını belirleyen en temel bileşenlerin bütününü temsil eder. O halde kimliğin bir anlamlandırma, idrak ve hatırlama sorunu olduğunu unutmamak gerekir.
Kadim dünyada insan, merkezin dışındaki boşluğu kapatan ve yerelliklerle anılan aidiyetler ağını kutsal metinlerin, geçmiş tecrübelerin, örf ve adetlerin içinden çıkarırdı. Bütünün parçası olmayı ifade eden bu aidiyetler, birey ve toplumları politik olandan kültürel olana kadar her safhada kuşatan ve içerden kavrayan hususiyetler idi. Plastik ve açık uçlu hususiyetlere yönelik bireysel iradeyle gerçekleşen katılım, devamında mensubiyetlere dönüşerek aidiyetleri kuvvetlendiriyordu. Oysa modern dönemle birlikte kimlikler kültürel hayatın dinamik, devingen ve akışkan zemininde bilinç olguları ve öznellik rejimleri tarafından oluşturulmaya başlandı. Benliğin inşası zemininde gerçekleşen söz konusu arayışın, kimlikler okyanusundaki bireysel konumlanmalara referans noktası haline geldiğini unutmamak gerekir.
Günümüzde kimlik, kimlikler okyanusunda bir yandan kültürel olarak kurguladığımız kategorileri, diğer yandan ihlal edici, aşındırıcı sınıflandırmaları temsil eder: Onlar bir açıdan deva diğer açıdan zehir anlamında olan pharmakon vari nitelemelerdir. Peki, ara’da ya da âraf’ta olan kimlikler neyi temsil eder? Onların bir taraftan belirsiz, tutarsız ve melez olanı temsil ettiği için “çürümeyi”; diğer taraftan ise durağan ve tekdüze olana karşı zenginleştirici “yeni kimlikler” ile “yeniliği” ürettiği ifade edilir. Her hâlükârda sorun kimliklerin tikellikleri ya da farklılıkları değil; siyasette merkezileşip-merkezileştirilmemeleri ya da politikaların diğer kimlikleri “keşfetmeye” nasıl izin vereceği meselesidir. Bu gerçeği aklımızda tutarak geçmişte de bizi tanıtanın kimlikler değil kişilikler olduğunu hatırlamamız gerekir. Söz gelimi Anadolu insanı olarak geçmişten bu yana farklı kimliklere sahip olsak da üst-belirlenim olarak bizi misafirperverlik, hoşgörülü olmak ve dürüstlükle nitelemişlerdir. Yine Ahi teşkilatları kimlik olarak iktisadi kurumlar olsa da üst-belirlenim olarak sıcaklığın ve samimiyetin merkezlerini temsil etmişlerdir.
Alt-belirleyiciler olarak kimliklerin değil üst belirlenim olarak kişiliklerin tezahür ettiği bir kurum olarak ehl-i tasavvuf, her türlü kimliklere rağmen kişilikleriyle tanınmışlardır. Sözgelimi Anadolu’da ya da Uzak doğuda İslam’ın yayılması sufilerin ya da dürüst tüccarların tavır ve tutumlarıyla gerçekleşmiştir. Yine ehl-i tasavvuf züht sahibi olmayı dünyadan uzaklaşmak şeklinde değil; emek ve çalışmaya saygı duyarak dünya nimetlerine mesafeli olmak olarak tezahür ettirmişlerdir. Tüm bu örnekler, daraltıcı, kısıtlayıcı hatta bazen ölümcül olabilen kimlikler yerine üst-belirlenim olan kişilikleri ön plana çıkarmanın daha doğru olduğunu göstermektedir.
Devamı: https://www.maarifinsesi.com/idrak-ve-kemal-yolculugu/
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.