• İstanbul 14 °C
  • Ankara 15 °C

Prof. Dr. Mustafa Orçan: Toplumsal ve Kültürel Değerinin Aydını Olarak Mehmet Âkif Ersoy

Prof. Dr. Mustafa Orçan: Toplumsal ve Kültürel Değerinin Aydını Olarak Mehmet Âkif Ersoy
Mehmet Âkif Ersoy, Türkiye’nin yetiştirmiş olduğu münevverlerin/aydınların içinde kendi tipini ve türünü inşa eden üreten en özgün ve yerli aydınlardan biridir.

Yaşamış olduğu top­lumun sahip olduğu değerleri ekseninde, içinde büyüdüğü kültürün kendi doğallığı için­de onu sadece retorik olarak koruyarak değil, aynı zamanda duruşuyla şahsiyetiyle de yeni nesillere yaşayarak aktararak gençlere model olan bir aydındır. Bir aydın için gerekli olan sadece nitelikli eğitim alarak değil, bu niteliğini sahip olduğu değerler ve toplumu için de­ğerlendiren, milli olduğu kadar ve milletlerarası olayları da takip eden ve buna göre kültürel coğrafya bilincinin olması anlamlı ve önemlidir. Ersoy’un kültür ve medeniyet bilinci, en az sömürge bilincine karşı mücadele edecek kadar dinamik, samimi, dürüst, kararlı ve cesur idi. Onda bir medeniyet tasavvuru, toplum ve kültür bilinci, adalet ve hakikat arayışı vardı.

Mehmet Âkif’in böyle bir kimliğe, farklı bir karakterde ve yapıda bir aydın şahsiyetine sahip olmasında yaşadığı dönemin önemli bir etkisi vardır. Aslında her aydın, kendi yaşadığı dö­nemin, sürecin, olayların ve olguların bir yansıması ve ürünüdür diyebiliriz. Yaşadıkları dö­nemde ortaya çıkan olaylar ve bu olaylara karşı yaklaşımları ve tutumları, o ülkedeki aydınlar arasında farklılaşmaya ve bazen de ayrışmaya neden olur. Kendi aralarında fikir ayrılıkları, ideolojiler, örgütlenmeler olur. Ülkede çıkan olayların niteliği, büyüklüğü, riskleri ve tehlikesi ne kadar büyükse, aydınlar arasındaki ayrışmalar, farklı fikirler ve savrulmalarda o kadar bü­yük olacaktır. Tıpkı Mehmet Âkif’in yaşadığı dönemde Türkiye tarihinin en önemli olaylardan biri olan Osmanlı’nın çöküşünde olduğu gibi. Âkif bir taraftan Osmanlı’nın bizzat çöküşüne tanık olurken, diğer taraftan küçülerek kurulan yeni Türkiye devletine de tanıklık etmektey­di. Cumhuriyet kurulurken Âkif tam 50 yaşındaydı. Bu yüzden o gerçek anlamda bir “geçiş dönemi aydını”dır.

Geçiş dönemi aydınını diğer aydın tiplerinden ayıran önemli özelliklerin neler olduğuna ba­kıldığında, Osmanlıdan Cumhuriyete “geçiş döneminde yaşanan siyasal, kültürel, bireysel, sosyal, ekonomik, tarihi, ahlaki ve psikolojik tüm krizlerle muhatap olmuş bir aydındır: birey­sel buhran ve arayışlardan, toplumsal ve siyasal yalnızlık ve yabancılaşmaya kadar, çöküş ve umutsuzluktan, yenileniş ve umutlara kadar, kurtarma ve değişmelerden kurtulma ve huzu­ra kadar tüm benzerlik ve zıtlıklarıyla yaşanan duygu, düşünce ve tepkileri yoğun bir şekilde yaşayan aydındır. İstikrara özlem duyan, ama kurtarmaya hevesli sorumluluk yüklenmiş bir kütle olarak görür kendini.” (Orçan, 2006:64-65) diye tanım yapılabilir.

Aydınlar arasındaki farklılaşmaya ve ayrışmaya neden olan olay ise, “büyük ya da kritik kopuş”tur. Osmanlı’dan Cumhuriyete geçiş sadece siyasal ve yönetsel bir değişimi ifade et­mez, özellikle ilk dönemlerde uyguladığı politikalarla aynı zamanda bir medeniyet ve kültü­rel kopuşu da ifade etmektedir. (Orçan, 2006:65).

Toplumsal ve Kültürel Değerlerin Aydını

Geçiş dönemi aydınlarının en önemli özelliklerinin başında bunalımlı ve buhranlı bir dö­nemde yaşamaları ve gel-gitlere oldukça fazla maruz kalmalarıdır. Bu da muzaffer geçmişe sahip toplumun aydını olarak aydınlarımızı maziye olan özlemi artırmaktadır. Mazi ve ati arasına tutunanlar, arada sürüklenenler, kararsızlar ve sadece maziyi veya sadece atiyi dü­şünen aydınlarımız da vardır. Bu nedenle geçiş dönemi aydınlarını bir birinden farklılaştıran en önemli unsur, onların mazi ve ati hakkındaki düşünce ve yaklaşımları olmuştur. Bülbül şiirinde olduğu gibi Mehmet Âkif’in şiirlerinde de bu gel-gitleri, bunalımları, ümitsizliği ve ümidi iç içe geçmiş bir şekilde rahatlıkla görebiliriz (Ersoy, 435-436):

Bütün dünyaya küskündüm, dün akşam pek bunalmıştım:

Nihayet bir zaman kırlarda gezmiş, köyde kalmıştım.

Şehirden çıkmak isterken sular zaten kararmıştı;

Pek ıssız bir karanlık sonradan vadiyi sarmıştı.

Işık yok, yolcu yok, ses yok, bütün hilkat kesilmiş lâl...

Bu istiğrakı tek bir nefha olsun etmiyor ihlâl.

Muhitin hali “insaniyet”in timsalidir sandım;

Dönüp maziye tırmandım, ne hicranlar, neler andım!

Taşarken haşrolup beynimden artık bin müselsel yâd, Zalâmın sinesinden fışkıran memdûd bir feryad.

O müstağrak, o durgun vecdi nâgâh öyle coşturdu:

Ki vadiden bütün, yer yer, eninler çağlayıp durdu.

Ne muhrik nağmeler, ya Rab, ne mevcamevc demlerdi:

Ağaçlar, taşlar ürpermişti, güya Sur-ı mahşerdi!

-Eşin var âşiyanın var, baharın var ki beklerdin.

Kıyametler koparmak neydi ey bülbül, nedir derdin?

Necip Fazıl, Nazım Hikmet gibi genel olarak geçiş dönemi aydınlarımız özelde de Mehmet Âkif Ersoy, idealist aydınlardır. Ülkenin ve toplumun yaşamış olduğu sıkıntılardan dolayı Türkiye’de bilim adamlarından çok aydınlar ortaya çıkmış ve değer görmüşlerdir. Bu tablo yaşanan ortamın ürünüdür.

Mehmet Âkif, içinde yaşadığı topluma yabancılaşmamış ve tam tersine yabancılaşmaya kar­şı olan bir şahsiyettir. Halen din, ahlak, örf ve adetler gibi geleneksel değerlerden beslenen, kültürel duyarlılığı hassas ve özellikle hasta, yoksul, kimsesizlerle bizzat ilgilenen ve bu ya­şadıklarını yazıya dökerek yeni nesillerde sorumlu geleneğin yaşamasını sağlayan bir aydın olarak var olmuştur ve böyle bir tercihte bulunmuştur. Tanzimat romanlarında olduğu gibi ne belli bir sınıfa ya da kesime odaklanmış, “Yaban” romanında olduğu gibi ne de köylü ve eğitimsiz insanları olumsuz açıdan bakarak onları küçük düşürücü alaycı bir dil kullanmıştır. Bu yüzden toplumun duyarlılığı onun duyarlılığı olmuş ve bu nedenle toplumla bütünleşen nadir aydınlarımızın başında yer almaktadır.

Küfe, Hasta ve Seyfi Baba gibi şiirleri evrensel insani duyarlılığı yansıtan önemli temalı şi­irlerdir. Verem olan Seyfi Babayı ziyaret ettiği anı ve ortamı anlattığı şiirinde hasta ve yaşlı insanlarla yatıp kalkan ve onların acısını paylaşan bir kişiliktir Mehmet Âkif (Ersoy, 1987:63):

İhtiyar terliyedursun gömülüp yorganına...

Atarak ben de geniş bir kebe mangal yanına,

Başladım uyku teharrîsine, lâkin ne gezer!

Sızmışım bir aralık neyse yorulmuş da meğer.

Ortalık açmış, uyandım. Dedim, artık gideyim, Önce amma şu fakîr âdemi memnûn edeyim. Bir de baktım ki: Tek onluk bile yokmuş kesede; Mühürüm boynunu bükmüş duruyormuş sâde! O zaman koptu içimden şu tehassür ebedî: Ya hamiyyetsiz olaydım, ya param olsa idi!

“Kocakarı ve Ömer” şiirinde ise Hz. Ömer döneminde kimsesiz ve yoksul kadının aç durumda olan torunlarıyla geçen ve gerçek yaşanan bir hikâyeyi anlatır. Ve buradan bir yöneticinin halkına karşı nasıl davranması gerektiğini not eder (Ersoy, 83-84):

Ocak başında oturmuş bir ihtiyarca kadın.

“Açız! Açız!” diye feryâd eden çocuklarının,

Karıştırıp duruyorken pişen nevâlesini;

Çıkardı yuttuğu yaşlarda çırpınan sesini:

-Durunda yavrularım, işte şimdicek pişecek...

Fakat ne hâl ise bir türlü pişmiyordu yemek!

Çocukların yeniden başlamıştı nâleleri...

Selamı verdi Ömer, daldı âkıbet içeri.

Selamı aldı kadın pek beşuş bir yüzle.

-Bu yavrular niçin, ey teyze, ağlıyor, söyle?

-Bu gün ikinci gün, aç kaldılar...

-O halde, neden

Biraz yemek komuyorsun?

-Yemek mi? Çömleği sen,

Tirit mi zannediyorsun? İçinde sâde su var

Çakıl taşıyla beraber bütün zaman kaynar!

Ne çare! Belki susarlar, dedim. Ayıplamayın.

-Peki senin kocan, oğlun, ya kardeşin, ya dayın...

Tek erkeğin de mi yok?

-Hepsi öldü... Kimsem yok.

-Senin midir bu küçükler?

-Torunlarım.

  • Ne de çok!

Adam emîre gidip söylemez mi hâlini?

Ah!

Emîre öyle mi? Kahretsin an-karîb Allah!

Yakında râyet-i ikbâli ser-nigûn olsun...

Ömer, belâsını dünyâda isterim bulsun!

  • Ne yaptı, teyze, Ömer, böyle inkisâr edecek?
  • Ya ben yetim avuturken emîr uyur mu gerek?

Hz. Ömer’in bizzat tanık olduğu bu olayın hemen akabinde halife Ömer, bu yoksul kadına çuvalla erzak taşımak ister ve yanında bulunan Abbas ise, bu çuvalları Hz. Ömer’in değil ken­disinin taşıması için teklifte bulunur, fakat halife aşağıda geçen mısralardaki gibi bu teklifi reddeder (Ersoy, 1987:85).

Kadın ne söyledi, Abbas, işitmedin mi demin?

Yarın huzûr-i İlâhide, kimseler, Ömer’in

Şerîk-i haybeti olmaz, bugünlük olsa bile;

Evet, hilâfeti yüklenmiyeydi vaktiyle.

Kenâr-ı Dicle’de bir kurt aşırsa bir koyunu,

Gelir de adl-i İlâhî sorar Ömer’den onu!

Bir ihtiyar kan bî-kes kalır, Ömer mes’ûl!

Yetîmin, girye-i hüsrân alır, Ömer mes’ûl!

Nesil sorumluluğu yüksek, aile hayatına önem veren, tembellikten ve cehaletten korkan ve bunun için kaygı duyup bireylere çareler arayan, yol gösteren bir toplum rehberi gibi kendi­ni görür. Özellikle “Mahalle Kahvesi” ve “Meyhane” şiirlerinde olduğu gibi “Mahalle Kahvesi” şiirinde şarkın sonradan düştüğü tembellik mekânını, “Meyhane” şiiriyle de parçalanan, yok olan aile ve birey hayatını konu edinir. Aşağıda yer alan “Mahalle Kahvesi” şiirinde yeni nesil­le ecdadı arasında karşılaştırma yapar ve insan kalitesini, sinerjisini yok eden mekân olarak görür kahvehaneleri (Ersoy, 1987:102-103):

Mahalle kahvesi Şark’ın harîm-i kâtilidir

Tamam o eski batakhâneler mukâbilidir:

Zavallı ümmet-i merhûme ölmeden gömülür;

..

Kış uykusunda mı geçmişti ömrü ecdâdın?

Hayır, o nesl-i necîbin, o şanlı evlâdın

Damarlarında şehâmet yüzerdi kan yerine;

Yüreklerinde ölüm şevki vardı can yerine.

Fakat biz onlara âid ne varsa elde, yazık, Birer birer yıkarak kahvehâneler yaptık!

“Meyhane” şiirinde ise kocasını meyhanede bulan kadının, eviyle ve çocuğuyla ilgilenmeyen kocanın karşısında biçare kalmış annenin dramı sahneye konulur. Meyhaneden çıkmayan kocasının baba sorumluluğunu da kuşanmak zorunda kalan kadının çalışmak zorunda kal­ması ve buna rağmen sarhoş kocasının hakaretleriyle karşılaşması anlatılır. Burada Âkif olay örgüsüyle gündelik hayatın sosyolojisine, sokağa, caddeye, mahalleye girer, her kimse olayı yaşayanla birlikte (Ersoy, 1987: 34-35):

Çalışmadın, beni hep bunca yıl çalıştırdın;

O yavrucakları çıplak, sefil alıştırdın;

Bilir mahalleli kim, aldığın zamanda beni, Çehiz çimenle donatmıştı beybabam evini.

Ne oldu şimdi o eşya? Satıp kumarda yedin!

Evet, kumarda yedin, hem de karşılarda yedin!

Kahvehaneleri ve meyhaneleri; tembelliğin, yoksulluğun, sarhoşluğun ve suçun kaynağı ola­rak görür ve bu durumun ise toplumu, toplumun değerlerini zehirlediğini anlatmaya çalışır.

Benzer şekilde Mehmet Âkif, sadece dine değil, edep ve ahlaki öğretilere de en az dini öğre­tiler kadar önem veren bir aydındır. Hz. Muhammed’in “ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim” sözünü, yaşadığı dönemde ve toplumda hayatının en önemli parçası haline getiren bir isimdir. Akif de Peygamberin başlattığı iyi ve ahlaklı insan olma duyarlılığını ve bu ahlakı yaşadığı yüzyılda sürdürmeye kararlı biridir. “Ahlakımız Yükselmeli” şiirinde (Ersoy, 2014):

Sade bir sözdür fakat hikmetlerin en mücmeli:

Bir halas imkânı var: Ahlakımız yükselmeli,

Yoksa pek korkunç olur katmerleşip hüsranımız...

Çünkü hem dünya gider, hem din, eğer yapmazsanız.

diyerek din ve ahlakı iç içe gören, sadece dini ibadetleri ve ritüelleri yerine getirerek işin bitmeyeceğini, onu tamamlamak için ahlakın önemli olduğunu ve asıl çevreye örnekliğin ahlakla yaşamak olduğunu birçok şiirinde ifade etmeye çalışır.

Âkif’in şiirlerinde gündelik hayatın sosyolojisi ve resmi vardır, ama özellikle de günümüz sos­yal politika diliyle söyleyecek olursak “dezavantajlı gruplar” denilen yoksul, yaşlı, kimsesiz, öksüz, yetim, şehit ve hasta gibi insanlarla ve çevreyle ilgilenmiştir. Onun şiirlerinde sadece vatan, tarih özlemi, zaferler, sömürgeye karşı olmak değil; bunun yanı sıra, şehrin kıyılarında yaşama tutunmaya çalışan insanların ıstırapları, acıları ve çaresizlikleri de vardır. Bu nedenle Mehmet Akif bir açıdan baktığınızda istiklal ve vatan şairi, bir açıdan batığınızda toplum şairi, bir başka açıdan baktığınızda dini öğretiler ve ahlak şairi ya da fakir ve gurebanın şairi olarak karşımıza çıkar. Hayata ve yaşadığı topluma bir bütün olarak bakabilen ve gören nadir şairlerimiz arasında yerini alır. Ona göre vatana, topluma, kültüre ve yaşadığı çevreye karşı duyarlı olmamak “duygusuz olmak” demektir. Duygusuz olmak ise dünyanın sorunlu tutum­ları içinde yer alır (Ersoy, 2014):

Duygusuz olmak kadar dünyada lakin derd yok;

Öyle salgınmış ki me’lun: Kurtulan bir ferd yok!

Kendi sağlam... Hissi ölmüş, ruhu ölmüş milletin! İşte en korkuncu hüsranın, helakin, haybetin!

Sonuç

Mehmet Âkif Ersoy, Tanzimat döneminde doğup büyüyen ve hayatının büyük bir kısmını (50 yıl) Osmanlı döneminde geçiren ve yaklaşık 13 yılını ise Cumhuriyet döneminde yaşa­yan ve yeni devletin kuruluşuna şahitlik eden bir “geçiş dönemi” aydınıdır. Türkiye tarihinin tanığı, ülkenin, toplumun, kültürün, bireylerin yaşadığı dönüşümleri bizzat yaşayarak gö­ren ve yaşadıklarından hareketle de bunu yazıya aktararak günümüzde o günlerin dramatik olaylarıyla Türk insanını canlı ve diri tutmaya çalışan bir şair ve aydındır. Cemil Meriç’in aydın tarifinden hreketle O, “uyanık bir vicdan”, Şerif Mardin’in söylemiyle de gerektiğinde “kritik söylemi merkeze” almaktan çekinmeyen bir aydın olarak tarif edilebilir (Meriç, 1993:86; Mar­din, 1985:47).

Onu diğer aydınlardan ayıran önemli özelliklerinin başında, çok ciddi eğitim almış olmasına karşın, içinde yaşadığı toplumu küçümsemeden onların sorunlarıyla dertlenen ve çözüm arayan bir ozan gibi kendine rol biçen bir şair olmasıdır. Klasik eserleri orijinalinden oku­yacak kadar Fransızcayı, Kur’an-ı Kerimi tercüme edecek kadar Arapçayı, ayrıca Farsçayı da iyi derece bilen Mehmet Âkif, yaşadığı ülkenin değerleriyle çatışmaya girmeden ve ona sa­hip çıkarak 20. Yüzyıl Türkiye gençliğini kendi deyimiyle “asımlara” yol göstermeye çalışır. Muasırlaşmayı ayıklayarak destekler, dini de edep ve ahlak çerçevesinde zenginleştirerek geleceği tasarlamak ister. Hikâyemsi şiirlerinde gündelik hayatın sosyolojisini yapar; psiko- drama ve sosyo-drama yapar ve empatiyle sorunları tespit etmeye çalışır. Bütün bunları sa­nat kaygısından çok kendi doğallığı içinde samimiyetle ve hikmetle yapar. Bu bakımdan da gündelik hayatın dilini okuması, toplumun ve şahısların halini anlaması bakımından kendisi bir toplum filozofu, sürekli hikmeti arayan bir bilgeyi ve halkıyla iç içe olan bir ozanı çağrış­tırır. Onu 21. yüzyıl Türkiye’sinde ve çevre ülkelerde okunur ve kendisine başvurulur kılan şey, sadece Türkiye’nin Milli Marşı’nı yazması değil, yine onun kadar önemlisi bu şiirle bü­tünleşen şahsiyetidir. Tabi ki Milli Marş, duyguların, arzuların, kararlılığın ve şiirlerin doruğu ve şiirlerin özüdür.

Kaynaklar

ERSOY, M. A., (1987), Safahat, Ankara:Kültür ve Turizm Bakanlığı.

ERSOY M. A. (2014), Antoloji: http://www.antoloji.com/duygusuz-olmak-siiri/

İbn Haldun, (1988), Mukaddime, İstanbul: Dergah Yayınları.

MARDİN, Ş. (1985), “Tanzimat ve Aydınlar”, Tanzimat’tan Cumhuriyete Türkiye Ansiklopedisi, Cilt I, Sayı 2, İstanbul:İletişim Yayınları, ss 46-54.

MERİÇ, C. (1993), Sosyoloji Notları ve Konferanslar, Haz. Ü. Meriç, İstanbul:İletişim.

ORÇAN, M., 2006, “Geçiş Dönemi Aydınlarının ‘Çilesi’”, Tezkire Dergisi, sayı 45 (Ekim Kasım).

ŞEN, S., (1995), Türk Aydını ve Kimlik Sorunu, İstanbul:Bağlam Yayınları.

ÜLGENERr, S. F. (1983), Zihniyet, Aydınlar ve İzimler, Ankara:Mayaş Yayınları.

Özet

Mehmet Âkif Ersoy (1973-1936), Osmanlının son, Cumhuriyetinde ilk yıllarında yaşamış olan bir “geçiş dönemi aydını”dır. Bu aydın tipi, kendine özgü bir takım özellikler barındırmaktadır. En önemli özelliği bir bunalım ve kaos döneminin aydını olmasıdır. Toplumsal, kültürel ve siyasal bunalımların ve krizlerin yaşandığı bu dönem­de, toplumun ve geleceğin aklı olan bu aydın tipi, çevresinde bu krizden çıkmanın rehberi olarak görülmüş ve kendileri adına da bu anlamda sorumluluklar hissetmişlerdir. Bunalımı gidermenin yollarını aramışlar ve bir takım arayışlara girmişlerdir. Bu arayışlar neticesinde Osmanlı ve Türk aydını kendi içinde bir kırılma yaşamış ve farklı aydın tipleri ortaya çıkmıştır. Bu aynı zamanda, siyasal, ideolojik, toplumsal ve ekonomik bölünmeleri de beraberinde getirmiştir. Benzer şekilde toplumda ve aydınlarda devletsiz kalma korkusu yaşanmış ve bu korku aydınların kendi içinde yerli ve yabancı düşüncelerden etkilenmelerini, içinde yaşadıkları toplum ve kültürel değerlere olan yaklaşımlarını ve uygulamalarını ortaya çıkararak ideolojik bir dönemin başlaması­na neden olmuştur. Birçok aydın, toplumun ve kültürel değerlerin geçmişi ve geleceği arasında kalmış ve bir tercihte bulunmuştur. Fakat genelde bu tercihler arasında geçmiş kültür ve sistem, olumsuz özellikleriy­le ve “köhnemiş konak” ve “hasta adam” metaforuyla; bilinmeyen gelecek ise geçmişe nazaran daha olumlu metaforlarla anılmaktadır. Geçmişin önemli kültürel değerlerini tamamen olumsuzlamadan, hatta sosyolojik anlamda toplumda yaşanan anomik, sosyal ve kültürel değerlerdeki rotasız ve kimliksiz dönüşüm ve değiş­melerden dolayı bu tür toplumsal ve kültürel bunalımların ve buhranların yaşandığını ileri süren nadir aydın­lardan biri Mehmet Âkif Ersoy’dur.

Bu çalışmada, yerli ve özgün bir aydın olarak Mehmet Âkif’in Ersoy’un toplumsal ve kültürel değerlerle ilgili ileri sürdüğü görüşlerini, diğer aydınların topluma ve bu tür değerlere karşı koymuş olduğu mesafe karşı­sındaki duruşunu ve ortaya koymuş olduğu “aydın ruhu ve dinamizmini” ele almaya ve hangi aydın tipine girdiğini değerlendirmeye çalışacağız. Ersoy, 19. ve 20. yüzyılını heba eden Türk toplum ve devletinin 21. yüz­yılda yeniden doğuşunun ama sahip olduğu toplumsal ve kültürel değerleriyle yeniden varoluşunun yaklaşık yüzyıl önceden geleceği iklimlendiren ve filizlendiren bir aydın olarak ele alınacaktır. O “aşırı Batılılaşma” eği­limleri ve söylemi içinde İbn Haldun’un deyimiyle “sebebi asabiyetin” ve kültürel değerlerin gelecek toplumlar için büyük bir sermaye ve donanım olduğunu gören ve bu yönüyle de diğerlerinden ayrılan bir aydın olarak incelenmeye çalışılacaktır.

Anahtar Kavramlar: “Mehmet Âkif Ersoy”, “safahat”, “geçiş dönemi aydını” ve “toplumsal ve kültürel değerler”.

Gölgeler, 2014
TYB Vakfı Mehmed Âkif Araştırmaları Merkezi'nin düzenlediği bilgi şölenlerinin 6.sı. 
Bu haber toplam 588 defa okunmuştur
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu habere henüz yorum eklenmemiştir.
Diğer Haberler
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim