• İstanbul 23 °C
  • Ankara 28 °C

Prof. Dr. Ramazan Kaplan: Safahat'ta Medeniyet Tasavvuru

Prof. Dr. Ramazan Kaplan: Safahat'ta Medeniyet Tasavvuru
Destan çapında bir hayatın düşünce ve hareket adamı merhum Mehmet Âkif (1873-1936)'i, vefatının 70.yıldönümü münasebetiyle anmak ve daha önemlisi anlamak amacıyla yurdumuzun çeşitli yerlerinde toplantılar düzenleniyor.

Giderek çök daha artan bir ilgi ve dikkatin merkezi hâline gelen Akif'i anlamak, gerçekte bugün hâlâ devam eden birtakım ciddî problemlerimizin sebeplerini de anlamak demektir.

Âkif söz konusu olduğunda, onun birbiriyle iç içe geçmiş üç yönü dikkatimizi çeker: Şahsiyeti, şairliği, düşünce ve eylem adamı oluşu. Denilebilir ki, Türk edebiyatında hususî hayatıyla şairliğini, şairliği ile düşünce ve eylem adamı kimliğini Âkif kadar bütünleştirmiş çok az şair vardır. Böyle olduğu içindir ki, bildirimizin esasını oluşturan "Safahatta Medeniyet Tasavvuru" konusu çok daha büyük önem kazanmaktadır. Çünkü kabul edelim ki bütün güçlüğüne rağmen Âkif'in şiirine benzer bir şiir vücuda getirmek mümkündür. Ancak, insan olarak Âkif gibi dosdoğru bir"şahsiyet abidesi"olmak, bu kimlikle düşünce ve sanatının somut bir örneği hâlinde yaşayabilmek Âkif çapındaki şahsiyetlere özgü bir ayrıcalıktır. Nitekim "Mehmet Âkif'in hayatı, eserlerinden de büyük bir şiirdir"1 demekle Hüseyin Cahit Yalçın, Âkif'in bu özelliğine işaret etmiştir.

Âkif'in, sanatıyla ulaşmak ya da gerçekleştirmek istediği hedefler, onun sanattan beklentisiyle yakından ilgilidir. Âkif'in çocukluk dönemi okumalarından başlayarak edebî düşünce ve kültüründe Sadi’nin büyük bir yerinin olduğu bilinmektedir. Firdevsî ile Sadi arasında yaptığı bir karşılaştırmada "Firdevsî'nin 60.000 beyti yok mu, şu müsteşriklerin göklere çıkardığı Firdevsî yok mu, onun bütün beyitleri, Sadi'nin küçücük bir hikâyesi kadar insanlığa hizmet etmemiştir. (...) Ben Sadi'den insanlığa hizmet etme yolunu öğrendim. (...) Bir Müslüman için insanlığa hizmet, mazlum ve esir islâmlara yardım etmekle, onları uyandırmakla başlar. Bunlar esirlikten kurtulmadıkça insanlık diye bir şeyin olabileceğine inanmak budalalık olur"2 diyen Âkif'e göre sanat, insanlığa hizmet etmenin bir yoludur ve bu amacı gerçekleştirdiği ölçüde değerlidir.

Yaşadığı toplumun, her türlü gerilikten kurtulması için mümkün olabilecek bütün ifade imkânlarını kullanan Âkif'in; düşünce yazıları, seyahatleri, dergiciliği, Mütareke ve Millî Mücadele yıllarındaki faaliyetleri ve başlı başına Safahat, hızla çöküşe doğru yol alan bir topluma yeniden medeniyet dünyasındaki yerini kazandırma düşüncesinin hareket noktası ve aynı zamanda sonucudur. Bu bağlamda doğrudan medeniyetle ilgili hususların yer aldığı mısralar bir yana, Safahatın kendisi bütün muhtevasıyla bir medeniyet tasavvurunun ürünüdür. Safahatta, günlük yaşayışın çok dikkatli ve kuvvetli gözlemlerle aktarılmış ayrıntılarının konu edildiği şiirler bile, bu sınırları aşan bir önem ve derinliğe sahiptirler."Mahalle Kahvesi"ve" Meyhane", yalnızca kendilerine adlarını veren mekânların şiiri olarak görülemeyeceği gibi; "Hasta", "Küfe", "Hasır" ve "Seyfi Baba" gibi daha pek çok şiirin işlevi, günlük hayatın herhangi bir görüntüsünü anlatmış olmalarıyla da sınırlandırılamaz. Bu şiirlerde, söz konusu mekânlar ve müdavimleri aracılığı ile adeta bir toplumun kanını emip, onu miskinlik ve tembelliğe mahkûm eden anlayış ve yaşama biçimleri eleştirilir. Âkif'in şiirinde, eleştiri konusu yapılan her ne varsa bunlar, medenileşmenin önündeki engellerdir. Başka bir ifadeyle toplumun kalkındırılıp ileriye götürülmesinin temel dinamiklerini bu eleştiri konuları arasında aramalıdır.

Safahatta, medeniyetle ilgili daha özel çerçevedeki görüşlerin yoğunluklu olarak Süleymarıiye Kürsüsünde ele alınmaya başlandığı görülür. "Rusya Türklerinden olup Türk ve Islâm dünyasını gezmiş, geriliğin sebeplerini incelemiş, (...) Müslüman halkın kalkınması için çalışmış olan (...) Abdürreşid İbrahim'i konuşturduğu Süleymarıiye Kürsüsünden itibaren"3 Âkif, bütün dikkatini "Hıristiyan âlemi karşısında İslâm âlemini kalkındırma ve onun parçalanmasını önleme"4 noktasında toplar. Âkif'e göre, medeniyetin kaynağı İslâmla özdeşleşen "Doğu"dur. Ancak "Doğu" kaynak olma gücünü neredeyse yitirmiştir. Çünkü "siyaset kokmuş"tur. "Kışla, idare, medrese, mektep" bozulmuştur. Halk, olup bitene kayıtsız, cehalet ve tembellik içinde yüzmektedir.5 İstanbul'da durum böyle olduğu gibi;

ibn-i Sînâları yüzlerce doğurmuş iklim (s.153)
iken, "ilmin kucağına tek bir çocuk vermeyecek kadar kısırlaşmış" Buhârâ ile; O rasadhâne-i dünyâ, o Semerkand bile (s.153)

ilimdeki bütün görkemli geçmişine rağmen hurafelere dalmış, ay tutulduğunda "şeytanı kovalım" diyerek binlerce kadın, kız ve erkeğin dümbelek çalma yolunu tutan Semerkand'da da tablo aynıdır. Avrupa'ya milletin parasıyla "fen getirmeleri" için öğrenime gönderilenlerin birçoğu ilim tahsil ederek dönmüş olmalarına rağmen; aralarındaki birkaç kişinin;

Bir selâmet yolu varmış. ..O d a neymiş: Mutlak,
Dini kökten kazımak, sonra, evet, Ruslaşmak!
O zaman iş bitecekmiş... O zaman kızlarımız
Şu tutundukları gâyet kaba, pek ma'nasız
Örtüden sıyrılacak... Sonra da erkeklerden,
Analık ilmini tahsil edecekmiş... Zâten,
Müslümanlar o sebepten bu sefalette imiş!
Ki kadın "sosyete" bilmezmiş, esârette imiş!
(s. 151—152)

tarzındaki düşünceleri, öbürlerinin de adını kirletmeye yetmiş, halkın batılı eğitimle aydınlara kuşkuyla bakmalarına neden olmuştur.

İlimdeki gerilik ve cehaletle birlikte, bozgunculuk da en az bunlar kadar yaygındır. Bu çevrede ahlâkın bozulmuş olduğunu söylemek yerine, sınırsız bir şekilde düşkün olduğunu söylemek çok daha doğru bir tespit olur. Edebiyatın da başlıca konusu "ya oğlan, ya karı"dır. Ancak, bu olumsuz tabloya rağmen, gençlikte bir gayret gözlenmektedir ve onun parlamasıyla toprak yeniden işlenerek binlerle fidanın beslenmesi mümkün olabilecektir.

Çin ve Mançurya'da din görenekten başka bir şey değildir. Gerçekte bu hastalık yalnızca Çin'de değil, bütün Islâm dünyasında salgın hâldedir. "Böyle gördük dedemizden" sözü, dince hiçbir değer ifade etmediği hâlde, dinin iyi bilinmeyişi yüzünden dinin esası gibi algılanmış ve insanların başlıca sığınağı olmuştur. Kur'an'dan hareketle dini anlamaya çalışmak yerine;

Lâfzı muhkem yalınız, anlaşılan, Kur'ân'ın:
Çünkü kaydında değil, hiçbirimiz ma'nânm.
Ya açar Nazma Celîl'in, bakarız yaprağına;
Yâhud üfler geçeriz bir ölünün toprağına.
(s. 155)

tutum ve anlayışı, neredeyse Müslüman halk arasında yaygın bir davranış hâlini almış,

inmemiştir hele Kur'ân, bunu hakkıyle bilin,
Ne mezarlıkta okunmak, ne de fal bakmak için!
(s.155)

gerçeği göz ardı edilmiştir.Abdürreşid İbrahim'in, Süleymaniye Kürsüsü'nde verdiği vaaz biçiminde düzenlenen manzumede Japonya ve Hindistan, evrensel anlamda değer üretmede benzer özellikler göstermeleriyle dikkati çekerler. Japonya, İslâm dininin feyizli ruhuna sahip olmakla birlikte, bu dinin görünüşteki adı Buda'dır. Japonların doğruluk, ahde vefa, sadakat, şefkat, güçsüzün hakkını koruma, çoğunu elde etmeye güçleri yettiği hâlde azla yetinme, başkasının ırz ve namusuna kötü gözle bakmamak ve toplumun çıkarlarını kişisel çıkarların üzerinde tutmak gibi gıpta edilecek daha birçok özellikleri vardır. Medeniyet Japonya'ya yalnız fen olarak ve izin verildiği ölçüde girebilmiştir.

Hindistan, huzurlarında Batıkların bile eğildiği ilim adamlarına sahiptir. Özellikle öğrenimlerini İngiltere'de yapan gençler, taklide özenmeksizin batının ilmini almışlar, millî duygularından hiçbir şey eksilmemiş olarak yurda dönmüşlerdir.

İstanbul'da ise Meşrutiyetin ilânından sonra tam bir başıboşluk hâli yaşanmaktadır. Keyfilik, düzensizlik, disiplinsizlik ve hürriyet adına her şeyi mubah gören bir anlayış toplumsal yapıyı etkisi altına almış, Avrupa hayranlığı;

Kadın, erkek koşuyor borç ederek Avrupa'ya...
Sapa düşmekte sizin şıklara, zannım, Asya!
Hakk'a tefviz ile üç tâne yetişmiş kızını;
Taşıyanlar bile varmış buradan baldızını,
Analık ilmi için Paris'e, yüksünmeyerek...
Yük ağır, ecri de nisbetle azim olsa gerek
(s.163)

denilecek kadar sınır tanımaz bir noktaya varmıştır. Aydınlarla halkın arası pek açıktır ve bu, toplumsal yapının çok önemli bir yarasıdır. Çünkü aydınlar milletin beyni, halk da vücududur. Eğer bir toplumun beynindeki duygular, vücuda ulaşmazsa hayatın ahengi durur ve felç rahatsızlığı ortaya çıkmaya başlar. Beyinle beden arasında uyum şarttır. Oysa "aydın geçinenlerin,

Medeniyette tealisi umûmen Şarkin
Yalınız bir yolu ta'kib ederek kâbildir;
Başka yollarda selâmet gözeten gafildir.
Bakarak hangi zeminden yürümüş AvrupalI,
Aynı izden sağa, yâhud sola hiç sapma malı.
Garbin efkârını mâl etmeli Şarkin beyni;
Duygular çıkmalı hep aynı kalıptan; yâni:
İçtimâi, edebi, hâsılı her mes'elede,
Garbi taklîd edemezsek, ne desek beyhude.
Bir de din kaydını kaldırmalı, zirâ o belâ,
Bütün esbâb-ı terakkimize engel hâlâ
(s.167)

gibi düşünceleri karşısında halk kuşkucu ve tepkilidir. Gelenek ve göreneklere sarılarak batının düşünce ve eserlerini düşman tanımak, yenilik adına vahiy inse kabul etmemek halkta, müzmin bir davranış biçimi hâlini almıştır. Aydınlar, halkı anlamaya çalışmak yerine, halkla aralarındaki açıyı giderek daha da açmışlar, böylece toplumsal yapıda birbirini tamamlaması gereken iki kesim birbirinden ayrışmıştır. Oysa aydınların, öncelikle ilerlemenin, her milletin ruh ve bünyesine göre değişen yönleri olduğunu anlamaları ve buna göre toplumlarının öncüsü olmaya çalışmaları gerekirdi. Bunun sonucu olarak halk aydınlarına güvenecek, aydınlarla halk arasındaki kopukluk ortadan kalkacak ve çeşitli tabakalarıyla bütün toplum aynı hedefe yönelmiş olacaklardır. Bu durumda ilerlemenin reçetesi de açıktır:

O kanaat de şudur: Sırr-ı terakkinizi siz, Başka yerlerde taharriye heveslenmeyiniz. Onu kendinde bulur yükselecek her millet; Çünkü her noktada taklîd ile sökmez hareket. Alınız İlmini Garb'ın, alınız san'atini; Veriniz hem de mesâinize son sür'atini. Çünkü kâbil değil artık yaşamak bunlarsız; Çünkü milliyeti yok, san’atın, ilmin; yalnız, (...) Bütün edvâr-ı terakkiyi yarıp geçmek için; Kendi "mâhiyyet-i rûhiyye"niz olsun kılavuz. Çünkü beyhûdedir ümmid-i selâmet onsuz. (s.172)

Safahatın pek çok yerinde, İslâm toplumlarının içinde bulunduğu olumsuzlukları dile getiren daha birçok örnek vardır. Esasen Âkif gibi, sanatını toplumun ve insanlığın hizmetinde araç gören bir edebî şahsiyetin başka türlü davranması da beklenemezdi, inanmış bir insan olarak Âkif, İslâm'ın bütün değerlerine gönülden bağlıydı ve yaşadığı toplumla birlikte Müslüman milletlerin içinde bulunduğu duruma, hele bunun suçunun dine yüklenmesine asla tahammül edemiyordu. Müslüman toplumlar geri kalmışlıklarının sebebini dinde değil, onun gerçek kimliğinden uzaklaşmada aramalı ve buna göre çareler üretmeliydiler. Bu konuda en büyük sorumluluk aydınlara düşüyordu. Çünkü onlar, ilerlemeyi, dolayısıyla medenileşmeyi sağlayacak olan her türlü hareket ve düşüncenin lokomotif gücü idiler. Önce onların, yaşanan sarsıntı karşısında yerli, bilinçli bir tavır geliştirmeleri gerekiyordu. Oysa Osmanlı toplumunda Tanzimat sonrasında, din ve halk karşısındaki konumu ile "aydınlar" toplumsal sarsıntının başlı başına öznesi olmuşlardı. Aydın halktan uzaktı. Hatta halktan uzaklaşma konusunda özel bir gayret içindeydi. Kısaca, aydın halkla iletişim kanallarını "Batılılaşma" ya da "Batıcılık" adına kapatmıştı. Âkif bu konuda, "Batıcılık"adına girişilen her türlü çaba, girişim ve düşünceyi şiddetle eleştirdi. Bu anlamda bir Batı'ya yöneliş, yağmurdan kaçarken doluya yakalanmaktan farksızdı. Üstelik felâketin faturası bireysel olarak değil, bütün milletçe ödenecek bir bedel demekti. Oysa anlaşılması ve farkına varılması gereken hakikat ve çare, bizzat Müslüman toplumun kendisinde mevcuttu. Onun için Âkif, dikkatini, doğrudan topluma çevirdi. Çünkü toplumu ayağa kaldırıp şahlandıracak ahlâkî, manevî ve İlmî dinamikler Müslüman milletlerde hep olmuş; bunlarla tarihin seyrinin değiştiği büyük dönemeçlere bu milletler pek çok defa tanık olmuştu

Âkif, Safahat'ta,Jürk toplumunun canlanıp kendine gelerek, medenî milletlerle yarışabilmesinin önündeki engelleri realist, hatta natüralist bir tarzda gözler önüne serer. Özel hayatında tam bir hatır gönül adamı olan Âkif, bu konuda acımasız ama yapıcı bir eleştiri adamıdır. Denebilir ki, gönülden sevdiği, medenî milletler arasında yer almak ne kelime; onları geçmesi uğrunda hiçbir fedakârlıktan kaçınmayan Âkif kadar yaşadığı toplumu her türlü geriliği ile eleştiren ikinci bir şair neredeyse yoktur.

Âkif'in nazarında medeniyette ilerlemek, maddî hazların araçlarını elde etmek anlamını asla taşımıyordu. Âkif medeniyette ilerlemeyi; kazandıkları başarılar dolayısıyla gittikçe mağrur ve zalim olmaya başlayan Batı karşısında bir varlık- yokluk sorunu olarak görüyor, bunun için hakkı üstün tutan dinamik bir toplum oluşturmanın peşinde koşuyordu.

Medenileşme konusunda son derece yüksek bir duyarlık, azim ve kararlılık sahibi olan Âkif, kavramsal çerçevedeki birkaç nitelemesinde medeniyete, olumsuz nitelikler yükler. Hakkın Sesleri'nde medeniyetten,

"Medeniyyet" denilen vahşete lanetler eder
(…)
Medeniyyet denilen maskara mahlûku görün:
(...)
'‘Medeniyyet!" size çoktan beridir diş biliyor;
Evvelâ parçalamak, sonra da yutmak diliyor. ( S .182 ,183 ,188 )
 
Âsim'da, Medeniyyet denilen kahbe, hakikat, yüzsüz. (s.388)
 
Nihayet "İstiklâl Marşı"nda; "Medeniyyet!" dediğin tek dişi kalmış canavar? (s.485)

biçiminde söz eden Âkif, bu ifadelerin yer aldığı metinlerin muhtevaları dikkate alındığında, hiç de haksız sayılmaz. "Medeniyet denilen veya dediğin" söz grubuyla yapılan bir medeniyet nitelemesi, gerçekten de sözü edilen olgunun evrensel anlamda bir değer taşamadığının göstergesidir. Bunun sonucu olarak ister medeniyet, ister teknolojik üstünlük olarak adlandırılsın, insan onurunu acımasızca ayaklar altına alan emperyalist vahşet anlamındaki her türlü olguya öncelikle Âkif'in karşı çıkması kadar tabiî bir şey olamaz. Fatih Kürsüsü'nde,

Bakın mücâhid olan Garb'a şimdi bir kerre:
Havaya hükmediyor kâni olmuyor da yere.
Dönün de âtıl olan Şark'ı seyredin: Ne geri!
Yakında kalmayacak yeryüzünde belki yeri!
Nedir şu bir sürü fenler, neder bu san'atler?
Nedir bu ilme tecellî eden hakikatler? (s.229)

diyerek Batının bilim ve tekniğini, çalışkanlığını örnek almada gerçekçi ve inandırıcı bir çabanın öncüsü olduğu gibi; bilimin somut göstergesi demek olan teknolojinin, insanlık dışı amaçlarla kullanılmasına karşı duruşu ile de Âkif, gerçek bir medeniyetin mahiyetini ortaya koymuştur.

Genellikle Süleymaniye Kürsüsünde1 ki metinler üzerinde yoğunlaşmış olan bildirimizde, buradaki metinlerden hareketle Safahattaki medeniyet tasavvurunun esasları şu noktalarda toplanabilir:

1-Âkif'in düşüncesinde, medeniyetin belirleyici unsuru dindir. Gerçek batılılaşma ya da medenileşme ile dinden uzaklaşma arasında hiçbir ilişki kurulamaz.

2-Medeniyeti kuran güç, çalışma azim ve gayretidir. Millet hayatında durmanın, beklemenin, eğlenmenin yeri yoktur. Gününü gün etme düşüncesi bir millet için büyük bir felâkettir ve çalışmayana hayat hakkı yoktur. Batı çalışma sayesinde ilerlemiş, bilim ve teknolojideki üstünlüğünü çok çalışarak elde etmiştir.

3-Medenî olmak, zamanın kıymetinin bilincine ermek ve zamana hükmetmesini bilmekle mümkündür.

4-Tembellik, miskinlik insan için de, toplum için de aşağılık bir durumdur.

5-Avrupa'nın nazarında yalnızca "kuvvet"in değeri vardır. Böyle bir gücün karşısında durabilmek için medenî toplum olmanın bütün gereklerini yerine getirmekten başka çare yoktur.

6-Bilim, akıl ve teknoloji dışı; kendi toplumumuzun kültür ve inanç dünyasıyla bağlarını koparmış, taklitçiliğe dayanan bir Avrupa ve batı hayranlığının medenileşmeyle hiçbir ilgisi yoktur. Çünkü medenî milletler arasında, kendi ruh dünyasının temel dinamiklerini dışlayıp, taklitçilikle ilerlemiş ve medenileşmiş bir millet örneği gösterilemez.

7-Aydınların, halkın inanç ve değerler dünyasından uzak olmaları, bir millet için düşünülebilecek en büyük felâkettir.

8-Kalkınma girişim ve hamlelerinde, her millet kendi bünyesine uygun yolu seçmek zorundadır. Bu konuda en büyük kılavuzluk aydınlara düşmektedir. Beyin gücü demek olan aydınların halka doğru yolu göstermesiyle halkın gücünün birleşmesi durumunda üstesinden gelinemeyecek hiçbir zorluk yoktur.

9-islâm dini ilerlemeye engel değildir. Eğer böyle olsaydı, tarihin pek çok dönemlerinde çok üstün örnekleri görülen İslâm medeniyetinden söz edilemezdi.

10- Medenileşmenin göstergesi olan bilim ve teknoloji, insanlık için bir zulüm aracı olmamalıdır.

11- Bir milletin tarihinde geçmişte elde edilen başarılar, güç ve övünç kaynağı olarak elbette önemli ve değerlidir. Ancak bunlara takılıp kalmanın sonu hüsrandır, içinde bulunduğumuz zamanı çok iyi değerlendirerek, yönümüzü geleceğe çevirmek, tutulacak en akıllıca yoldur.

12-Dinin özü ve esaslarıyla uyuşmayan geleneksel din, kader ve tevekkül anlayışı ve bunun toplum hayatındaki yansımaları; kalkınma, ilerleme ve medenileşmenin önündeki en büyük engellerdir.

13-Medenî olmak, her türlü olumsuzluğun kaynağı olan bilgisizliği yenmek ve ortadan kaldırmakla mümkündür.

14-Bir milletin, medenî bir toplum hâline geldiğinin en önemli göstergelerinden olan edebiyat ve sanatta asalet olmalıdır. Edebiyat ve sanat, insanlığa yararlı olmayı başlıca hedef almasıyla asalet ve değer kazanır.

15-Bilgisizlik ve taassuptan kurtulmanın tek çaresinin eğitim olduğu bilinmeli ve eğitim bu amacı gerçekleştirmeye hizmet edecek nitelikte yapılmalıdır.

16-Ehliyetsiz ve liyakatsiz kimselerin hak etmedikleri görevlere getirilmeleri, ilerleme ve medenileşmenin önündeki en büyük ayak bağıdır. Bu durumun yaygınlık kazanması hâlinde, toplumun hızla çöküşe sürüklenmesi kaçınılmazdır.

17-Hürriyet ortamının, medenileşmenin yolunu açacağı gerçeği göz ardı edilmemelidir.

18-Toplumda birlik fikrini ortadan kaldırıp anlaşmazlık ve bölünmeye yol açan kavmiyetçilikle ilerlemek, kalkınmak ve medenileşmek mümkün olamaz.

Son sözler olarak şunu kaydedelim ki, Âkif, medeniyet tasavvuruna ilişkin görüşlerinde, çok az Türk şairinde görülebilecek ölçülerde gerçekçi, eleştirel ve samimidir. Türkçenin bütün söyleyiş özellikleri ve imkânları ile beslenen son derece canlı, işlek ve renkli şiir diliyle; düşünce ve eylem adamı, idealist ve sanatkâr Âkif, milletinin sesi ve vicdanı olmuştur.

"Mehmet Âkif, Türkiye'de Modernleşme ve Gençlik" 70 yıl sonra Mehmet Akif bilgi şöleninde sunulan bildirilerinden oluşan TYB'nin 30. Mehmet Akif Ersoy Araştırmaları Merkezinin 1. kitabı. Mart 2007.

 
Bu haber toplam 1607 defa okunmuştur
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu habere henüz yorum eklenmemiştir.
Diğer Haberler
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim