• İstanbul 19 °C
  • Ankara 21 °C

Süleyman Kocabaş: “İtibarsızlaştırmalar”ın Anlam ve Amaçları Nelerdir?

Süleyman Kocabaş: “İtibarsızlaştırmalar”ın Anlam ve Amaçları Nelerdir?
Milli ve Dini Değerlerimize Nasıl Dokunuldu?

Milli ve Dini Değerlerimizi “İtibarsızlaştırma” Sürecinin Başlaması

Bir milleti meydana getiren  en önemli kültür unsurları, başka milletlerinkinden  farklı olan milli ve dini değerleridir. Bu değerler mecmuunun birer üye şubeleri dili, müziği, hukuk, sanatı, tarihi, imanı, inancı, ahlakıdır vb. Bunlara saldırarak “itibarsızlaştırmak” a başlamak, giderek bunların sahibi milleti yok etmek demektir. Zaten Filozof Aristo da bu sürece işaret etmek için “Bir milletin dili, hukuku ve musikisi o milletin  ruhudur. Bir milletin ruhunu  yok etmek için dili, hukuku ve musikisine dokununuz”  demiştir. Neden bunlardır? Çünkü, milli dil, bir milleti meydana getiren en başta gelen kültür unsurudur. Milli dil,  hainane dışı ve iç algı operasyonlarıyla  yok edildi mi, o dilin milleti de  yok edilmiş  olur. Bir milletin hukuku, milli kültürü, örf ve âdetlerinden doğar. Milli hukuk demek, “Milli kültürün etik unsurlarının yasal – kanuni hüviyet kazanması” demektir.  Müzik  ise,   “Milli dilin sazlı ve sözlü estetik hüviyet kazanması” dır. Bütün bunlar milli olur. Kendilerininki bunlardan  “aşağılık duygusu” na düşülmesi sonucu,  onları kendisinden üstün görüp, “hayranı” olunan milletlerin  hayatından  bunları “taklit” e kalkışmak, taklit eden milleti yaralamaya ve giderek  öldürmeye başlar.

     Maalesef, bizde bu “yaralanma” süreci, Osmanlı tarihinde  “Tanzimat  Dönemi” (1839 – 1876) ile başlamış, Cumhuriyet  tarihinde   ise, (1923 -……) atak yapmıştır. Günümüzün ünlü ve büyük düşünürü Sayın Yusuf Kaplan’ın tabiriyle “Tanzimat’la yönümüzü, Cumhuriyetle yörüngemizi, Başbakan  Turgut Özal Döneminde (1983 – 1993) ise ruhumuzu kaybettik” (Yeni Şafak,  14 Ocak 2022). Bu satırların yazarı benim kanaatime  göre ise, hâlâ yaşamakta olan, bütün saldırılar ve darbelere rağmen sağlamlıkları  sayesinde  bir türlü yıkılamayan “dilimiz, dinimiz ve ahlakımızın topyekun yıkılması, kaybedilmesi” ne sıra gelmiştir ve bunun süreci tâ 1980’li yılların başından beri “atak” yaparak adım adım mesafeler almaya devam etmektedir.

                                      Hukukumuz, Dilimiz ve Musikimize Nasıl Dokunuldu?

                       Hukukumuza Nasıl Dokunuldu ?  Veya Osmanlı’nın 5 Şubat 1856’da Yıkılışı 

             “Hukukumuza dokunuluş” süreci,  Tanzimat Döneminde başladı. Bu, bir tesadüfün eseri değildi. İslamiyet’in  doğuşundan beri, onu yok etmeye yönelik Haçlı saldırıları, artan  silahlı  saldırıların yanında,  “kültürel ve psikolojik saldırıları” yla da  19’uncu yüzyılda iyice ivme kazanmıştı. “Tesadüf değildi”, çünkü, adı geçen yüzyılın bütün Hristiyan Oryantalist müsteşrikleri,  Müslümanların Hristiyanların hakimiyetine alınabilmesi için onlara kendi “hukuk sistemleri ve yapılanmalarının kabul ettirilmesi” kararlarına  varmışlar ve “mücadele hedefleri” olarak uygulanması öğütleri vermeye   başlamışlardı. Bu müsteşriklerin kimler olduğunu ve tırnak  içinde neler söylediklerini Sayın   Prof. Dr. Hayrettin Karaman Yeni Şafak’taki bir köşe yazısında yazmıştı.  

       “Çökmekte olan Osmanlı’nın  Batılılaştırılarak kurtuluşu uğrunda” denilerek, 5 Şubat 1856’da ilan edilen “Islahat Fermanı” bu uğurda, 3 Kasım 1839’ da ilan edilen “Tanzimat Fermanı” na nazaran “Batılı örnekleri” rden olarak daha radikal yeniden yapılanmalar ve ıslahatları içeriyordu. Birinci maddesinde  “Avrupa  kültürüne önem verilecektir” yer alıyordu, diğer bütün maddelerinde ise, “hayat düzeni” ni yeniden tanzimden olarak  “Müslümanlar ve Hristiyanların birbirleriyle eşitlenmesi” ni ihtiva eden “hukuk reformları ve düzenlemeleri” teşkil ediyordu. Bu eşitlemede  esaslar ve ölçüler,  Avrupa hukuk anmayışı ve kanunlarını almak olacaktı.   “Hukukumuza dokunulması” açısından bunun tezahürleri kendisini 1860-1870’li yıllarda, bütün Fransız kanunlarının (Medeni Kanunu hariç) noktasına, virgülüne bile dokunmadan tam asılları gibi çevrilerek uygulamaya başlanmasıyla gösterdi.  Bu uygulamalarla biz de artık bunları bize dikte eden Avrupa’nın Büyük Devletleri tarafından bir “Avrupa Devleti” sayılmaya başlandık.  Bu dönemde “örfi ve şeriat hukuku anlayışları  ve kanunlarının kaldırılması” na cesaret edilemediği için Osmanlı “iki hukuklu” bir devlet ve toplum  haline geldi. Fransa, Osmanlı yurtlarını işgal etse ve mutlak sömürgesine alsa, herhalde buraları kendi kanunlarını getirerek idare ederdi. Olup bitenlerden anlaşılan, Fransa’nın bizi bizzat işgali ile sömürge yapmasına  artık ihtiyaç kalmamıştı. Zaten onun bütün kültür unsurları ve kanunlarını bizim elimizle “devlet ve vatanımızın kurtuluşu uğrunda” diyerek  bizler bizzat kendi irademizle  almıştık. Yine zaten de o  yılların daha arifesi yıllarda  Fransız İmparatoru I. Napolyon, “Benim kültürüm ve kelimelerimin girdiği bir memlekete askerlerimi sokmaya lüzum yoktur” dememiş miydi? Demişti. Bence, Osmanlı Devleti, o yıllarda Avrupa’da bir isim değişikliğinden olarak  da “Avrupa Devleti” sıfatını almakla, daha o zamanlar,  2 Kasım 1922’de “Saltanatın kaldırılması” ve 4 Mart 1924’de “Hilafetin kaldırılması” ile değil,  1853 – 1855 Kırım Harbi (I. Dünya veya Mini Dünya Harbi)  ve onun  dayatmacı “Siyaset Belgesi” 5 Şubat 1856’da Islahat Fermanı ilanı ve uygulamalarıyla yıkılmıştı. Zaten, o zamanın Müslümanları da bu fermanı, “bizim ölümümüz” olarak değerlendirmişler, olup bitenlerin görgü tanığı  Ahmet Cevdet Paşa da bunu, “Maruzat” ve “Tezakir” isimli kitaplarında açık açık yazmış, dile getirmişti. Daha o zamanlar yıkılan Osmanlı’nın  “resmi ve tarihi yıkılışı” nın adı” Cumhuriyet döneminde konulacak ve daha büyük boyutlarda ve “soyutlamalar” la  da “Avrupa’ya teslimiyet” le tescillenecektir.   

     Cumhuriyet döneminde  gelen “Devrimler süreci” nde “Topyekun Batılılaşmak – Sekülaristleşmek” te karara varılınca, “Bütün örfi ve Şeriat hukuku ve kanunları” nı  tam tasfiye ile  Avrupa kanunlarının alınmasına  yönelindi. Fransa, İtalya. İsviçre ve Almanya’dan yine noktası, virgülüne bile dokunulmadan kanunlar çevrilerek  uygulanmaya başlandı. Öyle ki “hukukta, kanunlarda Avrupa’ya teslimiyetin açık bir göstergesi” olarak,  TBMM’ne kabul edilmesi için gelen bu kanunların “gerekçeleri” ni açıklarken  Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt’un  sarf ettiği şu sözleri çok ilginç ve düşündürücü idi: “Avrupa’nın kanunları bizim de kanunlarımızdır. Noktasına, virgülüne dokunmadan alıp uygulayacağız”. Bu zihniyet hali, tam  bir “Sömürgecilik zihniyeti” olup, ancak “Sömürge ülkelerinde sömürgeciler tarafından söylenir ve uygulaması yapılır” dı. Belki de sömürgelerde bile yapılmazdı. “Dünyanın en büyük sömürge  ülkesi” denilen İngiltere, hal ve vaziyete göre bazı sömürge ülkeleri halkını kendisine bent etmek için onların  inanç, kültür ve hukuklarına hiç dokunmaz, gözüne kestirebildiklerine dokunur, onların her şeyini değiştirerek canlarına okur, sonuçta İngiliz –Yahudi medeniyetinin bir üyesi haline getirirdi.     İşte Osmanlı’dan Cumhuriyete hukukumuza yukarıda anlattığımız şekilde  dokunulmuştu

                 Dilimize Nasıl Dokunuldu? Veya Bugün “İngiliz  Ülkesi” Haline Bürünüşümüz

           “Dilimize dokunuluş” un hikayesinin,  1928 Harf İnkılabı ve 1932’de başlayan “Dil Devrimi” ile nasıl yaşandığını zaten  herkes yaşayarak görüyor. Birer “maziden, geçmişten koparma projeleri” olarak ortaya çıkan  alfabenin değiştirilmesi, hamasi ve kuru - sıkı bir ırkçılık ve milliyetçilik  duyguları yanında, “Batılılaşmak –Laikleşmek için Arap kültüründen kapmak için yaptık” dedikleri halde( İslamiyet  demekten çekindikleri  için  buna “Arap kültürü” ve hem de yanlış algılamasıyla tavır koymuşlardı)  sanki dünyada saf dil varmış gibi,   dilimizdeki  bütün Arapça ve Farsça kelimelerin atılarak yerlerine yepyeni bir dil yaratmak amaç ve emelinden   olarak  “Uydurukça Dil”  getirilmesi sonucu, mazisinden iyice koparılan Cumhuriyet nesillerinin milletimize nasıl yabancılaştırıldıklarını  zaten yine hepimiz yaşayarak  görüyoruz. Günümüzde ise, dilimiz “Uydurukça Dil’den  İngilizceye terfi” ile İngilizce  Türkiyenin “yeni dili” haline getirilmek isteniliyor.   Bunun en canlı ve bariz göstergesi, caddelerimizdeki işyerlerine Türkçe karşılıkları ola ola  İngilizceden  “isimler vermek hastalığı” sonucu,  ülkemiz baştan başa neredeyse tam bir İngiliz ülkesi görünümüne sokulması olmuş, bundan rahatsız  olanlarımız hep, “sanki bu vatan bizim değil; öz vatanımızda  garip ve öksüz hale geldik” sızlanmasında bulunmaya başlamışlardır.

Müziğimize Nasıl Dokunuldu?   Veya Bugün “Müziksiz Bir Millet” Haline Gelişimiz

        “Musikimize dokunuluş” un hikayesine gelince,  Cumhuriyet döneminde  kendi milli ve yerli  musikimize çok yanlış ve haksız  olarak  “Arap ve Bizans müziği” damgası vurularak, onun  müzik eğitiminden çıkarılması yanında, Tek Partili Dönemde (1923 – 1946)  bunun radyoda çalınmasının da yasaklanarak halkımızın  hiçbir şey anlamadığı  “dın, dın, çaça, maça…” diye  Batı müziğinin çalındığını da  herkes bilir.  Bu nasıl bir “dilde milliyetçilik anmayışı” dır ki, bu duygu ve emellerle kendi yerli müziğimizi “Arap –Bizans müziğidir”   diyerek dışlar, bırakırken, yine “Türk müziği olmayan” tanımlamasına  tamı tamına uygun bize bir diğer  yabancı “Avrupa Hristiyan ülkeleri müzikleri” ni içimize  sindirerek nasıl  alabildik? Dilde de böyle milliyetçilik olur mu? “Ben yaptım oldu” diyenlerce oldu ama, milletimizin  vicdanı ve kararlarında hiçbir zaman olmadı.   Bugün itibariyle  gelinen nokta da ise, pop müziği, caz müziği ve bulmam hangi Allah’ın belası, her yerde Amerikan ve Batı müziği anlam ve normlarında  müzikler  çalındığı halde (hem de dili de dinleyenlerin  tamamına yakınının hiçbir şey anlamadığı İngilizce vb. olduğu halde)  yeri-milli müziğimiz neredeyse tamamen ölmek (yalnızca, sınırlı da olsa TRT radyo ve ekranlarına sıkışıp kalmıştır)  üzeredir. İşte dünden bugünü müziğimize de böyle dokunulmuştur.     

                                       Sıra Din ve Ahlakımıza   Dokunulmaya  mı Geldi?

            “Dokunulma sırası” nın bunlara da geldiğini  zaten herkes yaşayarak görüyor. Bu dokunulma işi, işin esasına bakılırsa, Osmanlı döneminde “hafif yoğunluklu” olarak başlamış, Cumhuriyet döneminde ise, “Toplumuzu topyekun Batılılaştırmak – Laikleştirmek” ten olarak , “ivme” kazanmış ve “atak” yapmıştı. Batı’dan “Batılılaşmak” için “Laiklik” de ithal ediyorduk ama, bizdeki uygulaması hiç de Batı’dakine  benzemiyordu. Bunun tarifinden olarak,  “Din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması ” Avrupai tanımlaması yapılıyordu ama, bizde devlet dine sürekli müdahale ettiği ve hatta bunun gizli –açık  esası “İslamsızlaştırmak” a yönelik olduğu  halde, anayasa profesörlerimizden Ali Fuat Başgil’ in “Din ve Laiklik” isimli kitabında da dile getirdiği üzere, rejim yapılandırmalarından birisi de “Laiklik” olduğu halde, dünyada bunu “Ateistlik” olarak uygulayan iki devlet vardı. Birisi Sosyalist Rusya, diğeri Cumhuriyet Türkiyesi. (sayfa, 100) “Devrimler” yılları sürecinde CHP Genel Sekreteri  Recep Peker’in  verdiği  “İnkılap Tarihi” derslerinde   dile getirdiği şu sözleri her şeyi apaçık ortaya koyuyordu: “Dini  devletin hayatından çıkardığımız gibi, insan hayatından da çıkaracağız.  Din, insanın derisi dışına çıkmayacaktır.”  Yani din çok basit bir inanç sistemi olarak vicdanlara gömülecek, hapsedilecekti. O zamanların başbakanlarından Şükrü Saraçoğlu’na atfedilen  şu sözler de ilginç ve düşündürücüdür: “Bir 30 yıl daha vaktimiz olsaydı,  dini hayatımızdan  tamamen silecektik.” 1945’de “Demokrasiye  Geçiş” ile gelen “hürriyet, serbesti  havası” nda bu biraz tavsamıştı ama,    günümüz itibariyle gelinen noktada atak yapmaya başlayacaktı.  

                                           28 Şubat 1997 Postmodern Darbesiyle  Yaşanan Süreç

         Ana hatlarıyla “atak” yapma adı geçen darbeyle başladı. Ana emeli teması, “İrtica ile mücadele”  olan, bu darbeyle, özellikle de “şimdilik güçleri onlara yetiyor” denilerek,  resmiyette ve resmi kadrolaşma ve resmi devlet yapılanmasında kendisini gösterdi. Sanki Türkiye “dinsiz bir ülke” imiş gibi, İslami ritüellerden olarak namaz kılan, oruç tutan, hacca giden, İslami okullarda  okuyanlar,   eşlerinin  ve okullara giden kızlarının başı örtülü olanlar, cübbeliler- takkeliler ve hatta  laiklik ritüellerinden olarak içki  içmeyen, dans etmeyen vb. subaylar, bütün memurlar, çok yanlış bir algılama ile “düzeni ve vatanı yıkacak unsurlar” olarak görülüp, sırf bu sebeplerden “irticacı memurlar” olarak fişlenip, çoğu yargılanmaya bile tabi tutulmadan (subay tasfiyesinde olduğu gibi)  görevlerinden uzaklaştırıldılar. Darbe sürecinde öylesine  garip ve eksantrik haller yaşandı ki,  “akıllara durgunluk” verir. Bunlardan olarak, cebinde parası biraz “kabarık” olan Müslümanlara  “İslami sermayedar” olmaktan olarak dışlamadan “Yeşil Sermaye” adı verilirken, makarna, bisküvi vb.  üretenlere ise, “İrticacı Patronlar” adını verdiler.  Bütün bunlarla alışveriş yapılmaması için darbeci generaller  tarafından bildiriler  ve tamimler yayınlandı. “Mazlumun ahı aheste aheste çıkar” derler. “Çıktı” da, şimdi bunlardan 11 general, “Anayasayı zorla değiştirmek” suçundan,  bütün rütbeleri söküldüğü ve hakları ellerinden alındığı  halde cezalarını çekmek için Silivri Cezaevinde  yatıyorlar.

Karikatürist  Nuri Kurtcebe  Kur’an ‘a Hakaret Karikatüründen  Dolayı Müslümanlardan  Özür Dilemelidir

         28 Şubatla, toplumumuzu  tam bir “karabasan” havası sardı. Buna liderlik ve eşlik eden tekelci-kartelci komprador sermayenin  “gayri milli basın” ı da bu darbeden cesaret alarak,  nihai hedefin dini, İslam’ı itibarsızlaştırarak  toplumumuzu “İslamsızlaştırmak” gibi  gizli hedeflerini artık açık açık ifade etmeye başladı. Bunun bir göstergelerinden olarak, 28 Şubat  Darbesinin “yayın organlarından  birisi ve hatta başta geleni” denilen Cumhuriyet gazetesinin  karikatüristlerinden  Nuru Kurtcebe’nin çizdiği bir karikatür her şeyi apaçık   ortaya koyuyor, döküyordu. “Döküyordu” diyoruz.  Çünkü, çiziminde, Kur’an kursu  talebesi olduğu anlaşılan  bir gencin kafası “çöp sepeti” ne benzetilerek, kafatası çöp kapağı olarak açıldığı halde, bunun içine dökülmek için çizilen bir çöp kovasındaki  çöpler de  tamamen Arapça  harflerle Kur’an  ayetleri  izlenimi verdiği halde, gencin “çöp bidon kafatası” içine  bir imam kılıklı birisi tarafından, Kur’an’ ı  da itibarsızlaştırma ve gözden düşürmeye yönelik olarak karikatürün altında yazı olarak “Sessiz ve Derinden!...” yazıyordu. Bu karikatür düpedüz, iç ve dış algı operasyonlarından olarak “dini vurulmak istenen darbe” olup, nihai hedefi, Cumhuriyetin ilk yılarında başladığı halde “toplumumuzu İslamsızlaştırmak” amacı taşıyordu. Bütün olup bitenlerin “ %99’u Müslüman olan”  denilen bir ülke Türkiye’de yapılması, çok garip kaçıyor, hiç kimseden tepki gelmemesi, daha da garip oluyordu. Acaba, böyle bir karikatür  Avrupa‘da veya  Amerika’da İncil, İsrail’de Tevrat, Hindistan’da   tapınılan İnekler üzerinden  çizilse idi buralarda  nasıl  bir tepki ile karşılanırdı? Her halde bizdeki gibi “vurdumduymaz” veya “bana ne lazım” tavırlarıyla  karşılanmaz, çok şiddetli  tepkiler görür, gazete matbaası  yerle bir edilir, karikatüristi  “sen bizim dinimiz, inancımıza nasıl saygısızlık yaparsın” diyerek yakalanıp  linç edilirdi. Tabii ki, biz böyle olmasını istemeyiz. Daha demokrat ve medeni  protesto isteriz.      75 – 80  yıl önce İstiklal Harbimizi “vatanı kurtarmak” yanında   dini, camiyi,  ezanı, Kur’an’ ı  “korumak,  kurtarmak”  için de vermemiş miydik? Dedelerimiz,  bunun için şehit ve gazi  olmamışlar mıydı? Şimdi nasıl olmuştu da onların torunları bunlara saldırılar, saygısızlıklar  karşısında sessiz, sedasız kalabiliyorlardı? “Köprülerin altından hangi sular geçmişti”  de bu hale gelmişler, üzerlerine  “ölü” toprağı serpilmişti? O karikatürü çizen de “hangi milletten, hangi dinden, meşreptendi” acaba? Hakiki, samimi ve  akıl sahibi  bir Türk ve Müslüman evladı Mukaddes Kitabının  içindekilerini değersiz çöpe benzeterek  bir çöp bidonunun  içine “çöplük” e gitmek için  dökebilir,  bunu yapabilir miydi? Şimdi bu Kurtcebe nerede? Eğer yaşıyorsa  başta Müslüman Türk Milleti olmak üzere bütün İslam  dünyasından  özür dilemeye  çağırıyoruz.    Gerçekten de bütün bu olup bitenler karşısında  şapkamızı önümüze çıkartıp derin derin düşünülecek günlerdeyiz.

Yakın Zamanda Yaşanan İslam’ı –Müslümanları “İtibarsızlaştırmak” a Yönelik Bir Kısım Olup Bitenler

         Günümüz itibariyle geldiğimiz noktada ise, hem iktidarda olan AK Parti’yi ve hem de onun şahsında  gizli –açık “İslam’ı- Müslümanları  itibarsızlaştırmak  ve giderek  tasfiye”  ye yönelik  yakın zamanda yaşanan yapılanmaların bir kısmı, kısa  kısa  şöyledir:

          1-İslamın iman ve inanç esaslarını, Hz. Muhammed’i   karalamak ve itibarsızlaştırmaya  yönelik olarak yaşanan bazı olup bitenlerden  olarak:

                  a-Tanımlanmasından     “sanatçı” olarak  anılan Sezen Aksu’nun bir müziğinde  “Hz. Adem ve Havva cahillerdi” ifadesinin geçmesi , “İnsanların ilk ataları” olduğuna  inandığımız adı geçen ikiliyi, “itibarsızlaştırmaya” yönelik değerlendirmesi yanında, “Kur’an’da  anlatılanlar ve İslam’ın  düşünce yapısına aykırılıklar”   olarak değerlendirilmesiyle de  büyük tepki aldı.

        Tepkiye tepki geldi. Bu, genelde, geleneklerinde “İslami –dini  olan birçok şeyi  itibarsızlaştırma” bulunan çevrelerden geldi. Bu çevreler, Aksu’nun ifadelerinin doğru olup olmadığını  tartışmaktan ziyade onun “sanatçı kişiliği” ni ön plana çıkararak onun lehine savurmalar yaptılar.  Ona gösterilen tepkilerin, “bir ayrımcılık, bir linç  hareketi olduğu” ndan bahisle, bunların bir “saygın sanatçı” ya yapılamayacağı, onun “sanatçı kişiliğine saygı” gösterilmesi gerektiği üzerinde  durdular. Bütün bunlarla, sanatçı sanki hiç “hata” yapmazmış, yaptığı her şey doğru imiş gibi bir izlenim verilerek Aksu “dolaylı” olarak savunuldu.  

         “Sanatçı” kimliğini  ön plana çıkararak Aksu’yu savunanlardan birisi de  Sabah gazetesi köşe yazarı  Engin Ardıç oldu. Yazdıkları “gülünç” oldu ve   onu “teviller” le savurmaya  çalıştı. Neymiş efendim, Hz. Adem  babamız ve Hz. Havva anamız, Cennet’te Allah’ın onlara yasakladığı bir  ağacın meyvelerini, sonradan  unutup “bir cahillik” eseri yemeleri sonucu “cahiller” miş.  Aksu,  bunu kastetmiş (Sabah, 20 Ocak 2022) . Aksu, şiirini oluştururken bu anlatılanları bilmiyor muydu acaba?  Biliyorsa, bunun “masumiyet”  açıklamasını, bunun üzerinden  kendisinin yapması  ve özür dilemesi gerekirdi.    Sayın Ardıç’ın yaptığı “tevil” de tartışma  götürür olduğu halde,  Aksu’nun avukatlığına soyunması  şık olmamıştır.

         Zaten, Türkiye’nin en büyük çıkmazlarından birisi de işte yukarıda  sergilenen bu “sanatçı kimliği” ne  bir kullanım aracı olarak sarılmaktır.  Sanatçıların fetişleştirilerek (tabiat üstü varlık haline getirmek), onlara “dokunulmazlık” zırhı giydirip, onların ünleri, kazındıkları karizmalardan da faydalanmak suretiyle “itibarsızlaştırmaları” na bununlar üzerinden meşruluk kazandırmak zemini  her zaman ve sürekli aranır, yapılır olmuştur.  Günümüzde, bu sefer de bu iş  Sezen Aksu’nun “sanatçı kimliği” üzerinden  kurgulanmış, yapılmıştır.   Anlayacağınız “sanatçı olmak kariyeri ve dokunulmazlığı”  milletimizin  milli ve dini değerlerine dokunmanın ve bunları meşrulaştırmanın aracı olarak kullanılmıştır.

          Cumhurbaşkanımız  Sayın Recep Erdoğan da “Sezen Aksu Olayı”  ve benzerleri hakkında bir değerlendirme yaparken,  yıllardan  beri “sanat” ın ve “sanatçı” olmanın   milli, dini, ahlaki  değerlerimizi  yıkmak uğranda nasıl kullanıldığın dair de kendi görüşlerinden olarak 8 Ocak 2022’de şunları söylemişti: “Her türlü ahlaksızlığı sanat adı altında normalleştirme, hayatımızın tabii parçası haline getirme gayesini taşıyan bu saldırıya karşı imkanlarımızı daha güçlü bir şekilde  devreye almamız şarttır…  Günümüzde sıkça karşılaştığımız üzere  insan fıtratının  tıpkı eşrefi mahlukat (iyi insanlar topluluğu) gibi bir parçası olan  esfel - i safilin (yaptıkları kötülükler ve işledikleri günahlarla cehennemlik olan insanlar topluluğu) tarafına hitap eden sanat ürünlerinden aynı latif (iyi, hoş) duyguları hissedemezsiniz… Bu amacın masum,  hayırlı olmadığı da açıktır.  Her türlü sapıklığı, her türlü ahlaksızlığı, her türlü marjinalliği sanat adı altında  normalleştime,  hayatımızın tabii  bir parçası  gayesi taşıyan bu sinsi saldırıya  karşı kendi imkanlarımızı  daha güçlü şekilde devreye almamız şarttır.”

                b-Hem de bir üniversitede  hoca  birisinin “Hz. Meryem fahişe idi” sözünü sarf: Kur’an’ı Kerim’de bunun böyle olmadığına ait gerçekler bilini biline bu yalan ifadenin kullanılması yalnızca Müslümanları değil, Hristiyanları bile rencide etmiş, “Kur’an’ı itibarsızlaştırma ve  yalanlama” ya da yorumlanacak bu söz, Avrupa’da sarf edilse idi ne tepki alırdı acaba? Herhalde “başımız üstüne” denilmezdi.  Adı geçen kıtada Papa’nın “Aforoz etme geleneği” (Hristiyanlıkta dinden çıkarma geleneği)  devam etse idi bu üniversite öğretim üyesini  aforoz ederdi.

                c-CHP TBMM Grup Başkan Vekili, Özgür Özel’in, 30 Aralık 2021’de   TBMM’de partisi adına görüş belirtmek için yaptığı açıklamada ,  okul öncesi ana sınıfı öğrencilerinin Kur’an öğrenmeye  yönelik derslerini, Batılıların  kendi Ortaçağ’larını  tanımlamaktan olarak kullandıkları  “Ortaçağ Zihniyeti”  tanımlamasını, işin esasına bakılırsa,  “Karanlık  Batı Ortaçağı”  ile kıyaslanamayacak derecede bunu “Aydınlık İslam Ortaçağı” na da uyarlayarak,   yine bir “Kur’an –İslam  itibarsızlaştırılması” ndan olarak “Ortaçağ zihniyeti”  ifadesini kullanması akla, mantığa ve ilme aykırı  yeni bir hareket tarzı omdu.  Bunun daha geniş bir tahlilini, gazetemizde yayınlanan “Ortaçağ Kimin İçin Karanlık Kimin İçin Aydınlık Bir Çağdır?” isimli yazımda yapmış, yazımın sonunda  yaptıklarından dolayı Özel’den özür dilemesini istemiştim. Özür dilemesine rastlayamadım.   

                d- Korkusuz gazetesi köşe yazarlarından  Gün Zileli’nin 6 Mayıs 2021 tarihinde Peygamberimizi  hedef alan yazdıklarını, “Şuyu-u Vukuundan Beter” başlıklı protesto yazımda da bahsettiğim üzere,  Hz. Muhammed’in  Türkleri kötülediği ve hatta “onların öldürülmesi” gerektiğine  dair, kaynak olarak  gösterdiklerinin  doğru olup olmadıklarını ciddi olarak araştırmadan  sanki doğru imiş gibi yazdıklarıyla Peygamberimizin  Türk nesillerinin  gözünden  düşürülmesine yönelik “itibarsızlaştırmak” tan olarak, gizli –açık emellerin de olabileceğinden hareketle,   nesilleri bununla,  deizm ve  ardından ateizme saplanacak bir atmosferin içine sokulmak istenildiği izlenimi uyanmıştır.   Halbuki, kendileri birer tarih alanında  ilim adamları profesörlerimizden  Ahmet Taşağıl, Osman Turan, Zekeriya Beyaz, Zekeriya Kitapçı ve tarihçi yazar  İsmail Hami Danişmend yazdıkları kitaplarında  Hz. Muhammet’in  Türkleri öven birçok sözleri vardır. Protesto yazımda Zileli’den  bir “düzeltme yazısı” yazmasını istemiştim. Yazmadı.

       2-İslami resmi kuruluşlar, tarikatlar, cemaatler, hocalar, cami  cemaatinin ve başörtülü kadınlarımızın   “itibarsızlaştırılması” yapılanmalarında yaşananlardan olarak:

            a-Diyanet İşleri Başkanlığı ve Türkiye Diyanet Vakfı (TDV) resmi ve vakıf  kuruluşlarından olarak:  

                  I-Diyanet İşleri Başkanlığının “itibarsızlaştırılması” na  sayılabilecek genelde,   “bütçe yapılanmaları” sız sık gündeme getirilerek,  bunlara Hazine, Maliye’den yıllık bütçeleri için  ayrılan paraların çok yüksek olmasının sanki bir “hata” olduğu, birçok bakanlık ve kuruluş  bütçelerinin bunun çok altında kalmasının iyi olmadığı  üzerinde durulur.  Bununla ilgili haberlerden birisi Cumhuriyet gazetesinin 20 Ocak 2022 tarihli sayısında manşetten “Diyanet Saltanatı” haber başlığı ile verildi. Haberinde,  başta “Saray” olmak üzere, Diyanet’in 13.1 milyar lira olan 2022 yılı bütçesinin daha birçok kuruluşun bütçesinden fazla olduğu yer alıyordu.  Cumhuriyet  gazetesi benzeri gazeteler de bu tip haberleri yıl içinde sık sık yaparlar.   

               II-Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından hazırlanan cuma hutbelerinde  Müslümanların uyması gereken  “İslami gelenek” te olarak  faiz yasağı, içki yasağı  vb. yasaklarının dile getirilmesi , bir genelleme yapmaya yönelik, “insanların ve toplumun yaşam haklarını serbestçe kullanmasına  müdahale” masumiyyet –masuniyet  haber amaçlarından  olarak sürekli yer alır.  Basında sık sık görülen bu ve benzeri haberler,  kendilerinin konuları olmayan  ve kendilerini ilgilendirmeyen “din alanı” na “maksatlı” olarak müdahalelerinden  birisi olarak değerlendirilebilir. Bu yanı zamanda, yapılması gereken  “dini öğütler ve ahlak kaideleri” nin tebliğleri olarak Müslümanlara ulaştırılmasına  haksız  “yasakçı müdahale” olacağı  yanında, yerine getirirler veya getirmezler,  “Müslümanların kendi tercih haklarına” da müdahale olup, “dini hayat alanının daraltılması” na yönelik “maksatlı” olumsuzlukları da   içereceğinden, yapılan haberler genelde “iyi niyet” ten   uzak haberler olur. 

          Özellikle Diyanet İşleri Başkanlarını “itibarsızlaştırmak” tan ve daha da önemlisi,  “görev alanlarını daha da daraltmak veya pasifize  etmek amacı ve emelinden ” olarak da, başkanların verdikleri bazı beyanatlar, açıklamalar, vaazları, hareket tarzları, diğer bazı hazırladıkları hutbelerin içerikleri , yayınladıkları tamimler ve “protokol elemanları” olarak  başta hükümetler olarak çeşitli kuruluşların  “davetli”  toplantılarına  katılmalarını da “fırsat” bilinerek, o günkü iktidar olan bir parti ve lideri başbakanla “zoraki ve uygunsuz ” da olsa   “Diyanet İşleri Başkanı sanki halkın değil falan parti veya filan  liderinin memuru” ayrımcılık nitelendirmesi  yapılması  da doğru değildir. Özellikle bu daha çok AK Partinin 20 yıllık iktidarı zamanında yapıldı.  Başkanları, “politikaya bulaşmak veya bulaştırılmak” tan  olarak  “Saraydaki diktatör Erdoğan’ın  kontrolünde veya kurgulanmış memurları” genellemesini esas alan yine genelde  haksız itham ve suçlamalar haberleri ve yorumları başta gazeteler ve televizyonlar olmak üzere birçok medya organlarının “baş haberleri” nden olarak  sürekli verilmeye  devam edildi.

         Diyanet İşleri Başkanlığı ve Başkanlarının günümüzde  de iç ve dış algı operasyonlarıyla  “görevlerinde  pasifize” edilmesi olayı, bizi 1923 – 1946 zaman diliminde yaşanan benzer olup bitenleri hatırlattı.  O yıllarda, bizdeki  yaşanan yapılanma da  Komünist Rusya’daki yapılanmanın bir benzeri idi.  Ateizmi yaygınlaştırmayı “devlet, eğitim politikası” haline getiren Ateist Rusya, ülkesindeki bütün kiliseleri kapattığı  halde, yalnızca  Moskova’da  “Rus Ortodoks Patrikhanesi” ni açık bırakmıştı. Bu da “göstermelik, göz boyayıcı” olup,  Komünist Rusya’ya dışarıdan  gelenlere burası gösterilerek, “kurgulanmış maksatlı propaganda” dan olarak,  “Bakınız!... Bize hep dinsiz diyorlar; biz dinsiz değiliz; işte Patrikhanemiz açık” diyorlardı ama, içinde “tek kişilik” olarak oturtulan Rus Ortodoks Patriğinin görevi, sadece burada cemaatsiz “mum yakmak” tan ibareti.

        Ankara’da bizim Diyanet İşleri Başkanlığımız  ve Başkanının yapılanması  da   Rusya’daki bu yapılanmanın neredeyse aynısı idi.  Bunun böyle olduğu,  27 Kasım – 4 Aralık’ta 1947’de  Ankara’da yapılan CHP’nin, “100 yıllık tarihinde en demokratik kongresi oldu” denilen bu kongrede, “gerçekler” ve  “itiraflar” kabilinden  konuşmacı iller delegeleri  dile getirilmişlerdir. Yapılan konuşmalarda,   din ve Diyanet’e önem  verilmediğinden bahisle, Allahsızlığın, dinsizliğin ve  ahlaksızlığın  alıp yürüdüğü, yeni neslin  ne Allah ne Peygamber tanımadığı, anne, baba ve büyüklerine  itaat etmedikleri vb.  bütün bu olup bitenlerin Diyanet İşleri Başkanlığının da tam ve layıkıyla çalıştırılmadığı üzerinde durularak, “Oraya bir Diyanet İşleri Başkanı diye birisini oturtmuşuz, fakat hiçbir iş yapmayarak, kalemi bağlı olarak bırakmışız, boyunu teşbih çekmesine müsaade  etmişiz.” (CHP Seyhan milletvekili   Seyhan kurultay delegesi Sinan Tekelioğlu’nun konuşmasından,  CHP 7’inci  Kurultayı Tutanağı, s. 450)

         Günümüzdeki olup bitenlerden de anlaşıldığı üzere, “dini hayatı zayıflatmak ve giderek bitirmek” için  Diyanet İşleri  Başkanlığı ve Başkanları  da   Tek Parti Dönemindeki  gibi “pasife edilmek” isteniliyor.  

            III-TDV için de “neredeyse bir devlet kadar bütçesi var” denilerek, Afrika ve Asya’nın fakir ülkelerinde  kurbanlar kesip fakirlere dağıtması, Kur’an dağıtıp Kur’an kursları  düzenlemesi vb.  yanında,  buralarda  camiler yaptırıp halkın hizmetine sunması bile, onu haksız yere “itibarsızlaştırmak” ın bir âlete olarak kullanılıyor. Birçok Afrika ve Asya ülkesinde  Vatikan ve benzerlerinin  finanse ettiği bol paralarla halkı Hristiyan  yapmak için Misyonerler buralarda dünyalar kadar bütçeleriyle çok çeşitli ve büyük faaliyetler yaparlarken, bunlara hiç ses çıkarmayıp, birçok ülkede faaliyetlerini “bizim temsilcimiz” gibi yapan  TDV’na hücumların hiç kimseye bir faydası yoktur.

            IV-  İmam Hatip Okulları ve Kur’an Kurslarına  yönelik bazı değerlendirmelerin  iyi niyetli ve yapıcı değerlendirmeler  olmalarına  rağmen, genel yapılanmasıyla   “itibarsızlaştırmak” a yönelik yapılanmalar ve haberlerin varlığı  zaten yıllardan beri devam etmektedir.

          b-Sivil dini yapılanmalardan   olarak :

                  I-Tarihten günümüze toplum hayatımızda büyük ve faydalı fonksiyonları ve hizmetleri olan  “Tarikatlar” ve “Cemaatler” yapılanmalarına, yalın kılıç  kuşanır gibi, en ufak bir olayı bile bahane ve fırsat olarak görüp bunlara saldırarak, “itibarsızlaştırmak” tan öte “topyekun karalanmalar” ın yapılması,  gerçek anlamda neye ve kime hizmet etmektedir? Hataları varsa, elbette ki vardır,   bunlar denetlenip düzeltilebilir. “Pire için yorgan yakmak” ın âlemi yoktur. Saldırıya en son bir örnek olarak  Ocak 2022 ayının ortalarında  İzmir’de bir tıp öğrencisi Enes Kara’nın intiharının ardından bir de mektup bırakarak, bunda tarikatlar yanında ailesini de intiharından dolayı suçlu göstermesini fırsat bilen “dine alerjik” çevrelerimizin  bu en basit bir olayla bile “fırsat” olarak görüp,   bütün medya organlarında  sanki “kurgulanmış bir koro” eşliğinden , “Tarikatlar Kapatılsın ve  Cemaatler  Ortadan Kaldırılsın”  vb.  şeklinde ortak   manşetler atılarak, aynı “itibarsızlaştırma  ve tasfiye” ye yönelik  senaryoların devamı sağlanmıştır. Üstelik de Enes Kara için, “Ruh sağlığı ve ailesiyle problemleri olan birisi” denilen bunun tam teşekküllü bir “tarikat yurdu” nda kalmayıp, bir apartman içinde “tutulmuş birkaç öğrenci evi” den ibret  bir yer de kalması da dikkatlerden kaçmamıştır.

              II-Camilerdeki  namaz kılan müminlerin “itibarsızlaştırılması” na yönelik bir CHP’li üst düzey elemanının İzmir’deki  cami cemaatleri için “Bunların dini, imanı para, tespihlerini hep dolar dolar diye çekerler” demesi de şık olmamıştır.

             III-Kendileri zaten “İslam’a  alerjik  oldukları”  için namaz ibadetini de yerine getirmedikleri halde , “Ezan Meselesi” ni  kendilerinin  “ana meseleleri” nden ” den birisi haline getirerek, sık sık bunun üzerinde konuşmaya ve yazmaya devam etmişlerdir. Bütün istekleri, “Ezan’ın Arapça değil Türkçe okunması” dır.  Zaten, kendilerinin bu istekleri doğrultusunda Ezan, ,  1934 – 1950 zaman diliminde  Türkçe okunmuş, Arapça Ezan’a geri dönüş,   16 Haziran 1950’de Başbakan Adnan Menderes’in kararıyla olmuş, bunun onlar tarafından hazım edilememesi  sonucu,  “Devrimlere tepki” veya “Karşı Devrim” olarak değerlendirdikleri  bu olay, Menderes’i  devirmeye ve idam etmeye yönelik 27 Mayıs 1960 Darbesinin sebeplerinden birisi sayılmıştır.

       Günümüz itibariyle de, kendileri neredeyse  hiç namaz kılmadıkları halde,  ezan konusunda da “Müslümanlara sürekli  yüklenerek sonuçsuz sorunlarla  onları hırpalamak” ve “İslam dünyası birliğini bozmak” a yönelik olarak da “Türkçe Ezan” istemeye  devam etmektedirler.

              IV-Bir üniversitede  hoca birisi,  “Başörtülüler kamu kuruluşlarında çalıştırılmamalıdır” görüşleri sonucu, bir “inanç hürriyeti ve hak ihlali” sergiledi. CHP geleneğinden olarak da CHP eski milletvekili  ve eski Kültür  Bakanı Fikri Sağlar da (Genel Başkan Kılıçdaroğlu’nun “Parti olarak,  başörtülü kadın ve kızlarımızın  haksızlıklara uğramalarına ve mağduriyetlerine son verdik” demesine rağmen)    birkaç yıl önce, “Başörtülü yargıçları hazmedemiyorum;  bunların adliyelerde adaleti yerine getireceklerine  inanmıyorum” demesi de büyük tepki almıştı.

         Şimdilerde  de,  “Demokrasi, hak ve  hürriyetlerin ana vatanı Avrupa”  yaftası ve safsatasıyla  bize yutturulmaya çalışılan bu kıta ülkelerinde, başta Fransa olmak üzere birçok ülkede “Başörtülü kadın ve kızların  kamuda çalışmalarını yasaklama yasaları” nın parlamentolarda çıkarılmaya çalışıldığını öğrendik. Anlaşılan, Hristiyan Avrupa’nın zaten geleneğinde  var olan “İslamafobi” si (İslam düşmanlığı), bizim içimizdeki “Avrupa hayranları” na da bütün özenti  ve yapılanmalarıyla  yansımış, oradan taklitçilik eseri olarak  gelmiştir. Buna, “yerli işbirlikçilik” de diyebiliriz.

             V-Hocalara, hacılara vb. yönelik “itibarsızlaştırma” lar, zaten Cumhuriyet’le yaşıt olarak yıllardır sürüyor. Okullarda  öğrencilere hep, “Bizi hep   hocalar, hacılar geri bıraktı” telkinleri  ve propagandası  yapılır, “Dünya sarı öküzün boynuzundadır” ifadesi, yanlış ve maksatlı  yorumlanarak, hocalar ve hacıların “Dünyanın yuvarlak olduğuna inanmadıkları,  sarı öküz boynuzunu salladıkça   deprem olduğuna inandıkları” nı hep söylerdi. Halbuki, sözü edilen öküz, Türk köylüsünün zirai hayatında büyük  bir unsur oldu için söylenmişti.  O olmazsa hiçbir şey yapamaz, tarlasını süremez, tohumunu ekemez, harmanını göremez, evine taşımalarını yapamazdı vb. Öküz, onun başlı başına hayatının önemli ve vazgeçilmez bir vasıtası olduğu için “Dünya sarı öküzün boynuzunda” denilmişti.

          Özellikle  de Cumhuriyet gibi gazetelerde,  bu gazetelerin yıllanmış karikatüristleri  tarafından  hocalar, hacılar, onların kullandıkları cübbeleri, takkeleri, tespihleri, takunyaları, seccadeleri. çember sakalları vb.  ile çirkin  çirkin  karikatürize edilirlerdi. Bu karikatürler, toplanıp bir araya getirilirse,  her halde bir kitap olabilir kanaatindeyim. Birisi  bunu, dinî olan birçok şeyi “çizgi, çizim” ile  “itibarsızlaştırılması” na yönelik  “tarihimizde yaşanan ibret belgeleri” olarak  kazandırmak için yapmalıdır.  

       “İtibarsızlaştırmak, gözden düşürmekten” olarak din görevlileri hakkında sık sık  “yalan haberler” de çıkardı.    Geçmiş yıllarda malum gazetelerin bir haberinde, keçisi çalınan Denizli müftüsünün bu haberi, gazeteye  “Müftü Keçi  Çaldı” haber başlığı ile yansıtılmıştı.

         Ağırlıklı olarak hacıları yıpratmaktan olarak  da Hac farizasını yerine getirmek için Kabe’ye gidin bunlara yönelik olarak da “Paralarını I. Dünya Harbinde bize ihanet eden Araplara yediriyorlar” propagandasını yaparak, adı geçen farizanın yerine getirilmemesi telkin edilirdi.

      Daha neler, neler!....     

                                                Yaptıklarının Meyvelerini mi Topluyorlar?

         Çoğu, İslami olan her şeyi “itibarsızlaştırmaktan” da öte, veya bunu bir “araç” olarak kullanmak suretiyle  çeşitli iç ve dış algı operasyonlarıyla gizli – açık  toplumumuzu “İslamsızlaştırmak” a da yorumlanabilecek, bütün bunların bu emel doğrultusunda meyvelerinin daha fazla alınmaya başlandı şu  günlerde, KONDA  denilen bir anket kuruluşunun yaptığı “inanç anketi”” sonuçlarına bakılırsa, “yıkım” ın büyüklüğü  karşımıza apaçık  çıkmaktadır. Anket sonuçlarından olarak, , 2011 yılı ile 2022 yılı arasında  bir karşılaştırma yapılırken, 2011’de “inancım yok” diyenlerin oranı % 2 iken bunun 2022’de  % 6’ya çıktığı,  2011’de “ateistim” diyenlerin  oran % 2 iken bunun 2022’de  % 7’ ye yükseldiği ve  2011’de “dindar ve muhafazakarım” diyenlerin  % 27 olan oranının 2022’de  % 24’e düştüğü haberinde yer alıyordu.

          Bütün bu “itibarsızlaştırma” söylem ve eylemlerinin giderek ,“İslamsızlaştırmak” a terfi etmesi sonucu,  “ektiklerimizin meyvelerini topluyoruz” diye  seviniyorlardır. Şu gerçekler bilindikten  sonra hiç de sevinmesinler.  Yaptıklarıyla belki de “kimi hizmet ettikleri” nin farkında değildirler. Çünkü, İslamiyet  doğduğu günden beri,  Yahudi –Hristiyan Medeniyeti, “İslam ve medeniyetini mutlak surette yok etmek emeli” nden hiç vazgeçmiş değildir. Bu cümleden olarak  The Times of İsrael gazetesinin bir haberinde, İngiliz Yahudi Temsilciler Meclisi Başkan Yardımcısı ve  Yahudi Ulusal Fonu İngiliz Şube Saymanı Gary Mond’un  twittirinden şu görüşleri aktarılıyordu: “Biz (Yahudiler) liderlerimizin tüm medeniyetlerin, Batı –Doğu, Amerika, Rusya, İsrail , her neyse hepsi  İslam ile savaştayız.  Ve İslam tarihte kaybettiği gibi  yine kaybedecektir.”

        Bu gerçek de bilindikten sonra, yapılmak istenenlerin bilerek  veya bilmeyerek, Haçlı Misyoner  Hristiyanlığının Siyonist Yahudi ittifakıyla, milletimize  karşı olan bütün  mücadelelerinin  kime hizmet edip etmediğinin hesabı ve otokritiğini   Tanzimat’tan bugüne  tam ve doğru olarak  yaparak, iç ve dış hainana operasyonlara âlet ve onların içimizdeki yerli işbirlikçileri olmamaya çalışalım, özen gösterelim. 23 Ocak 2022

kocabassuleyman@gmail.com

 

Bu haber toplam 238 defa okunmuştur
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu habere henüz yorum eklenmemiştir.
Diğer Haberler
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim