Gerçekten bu böyle midir? İyiler ölmez mi? Hatta evliya olsalar da olmasalar da aramızda mı yaşarlar?
2003 yılı Eylül ayının sonlarına doğru Cağaloğlu’na gittim. İstanbul Valiliğinin az aşağısında, Ankara Caddesi üzerindeki bir iş hanında bulunan Dergâh Yayınları’nın kapısını çaldım. Kapıyı kitaplarından tanıdığım Mustafa Kutlu açtı. Aman Allah’ım, ne saadet! Zaten maksat bu değil miydi? Fakülte yıllarından beri Gönül İşi, Yokuşa Akan Sular, Yoksulluk İçimizde, Ya Tahammül Ya Sefer, Bu Böyledir, Sır, Arka Kapak Yazıları, Uzun Hikâye, Beyhude Ömrüm, Mavi Kuş gibi pek çok kitabını severek okuduğum usta hikâyeci Mustafa Kutlu karşımda duruyordu. Randevu falan da yoktu.
Selam verdim, kendimi tanıttım, görüşmek istediğimi söyledim. Üstat, hüsnükabul göstererek beni içeriye buyur etti. Yanlış hatırlamıyorsam, üst katlarda, biraz da terası andıran geniş ve kapalı bir mekânda, büyükçe bir toplantı masasının etrafında karşılıklı oturduk. Geniş pencerenin önüne martılar konup kalkıyordu.
Sohbet sırasında meramımı söyledim. Daktilo ile yazdığım üç hikâyeyi kendilerine takdim eyledim. “Mustafa’cığım, onların üzerine telefon numaranı yazıver. Yalnız cep telefonu olmasın. Ben, cep telefonu kullanmıyorum. Onları okur, sizi ararım.” dedi. Teşekkür ettim, müsaade istedim, vedalaştık, oradan sevinçle ayrıldım.
Yine yanlış hatırlamıyorsam ertesi gün, ikindiden sonra evimin yakınındaki pazardan eve döndüğümde hanımım kapıyı açar açmaz “Seni Mustafa Kutlu aradı.” dedi. Elimdeki torbaları bir kenara bırakıp doğruca telefonun başına geçtim. Dergâh Yayınları’nın telefonunu çevirdim. Karşımda usta hikâyecimiz Mustafa Kutlu. Kısa bir hasbihâlden sonra mevzuya girdi. “Mustafa’cığım, Define güzel ama diğerlerini tutmadım. Şevket Bulut abi de bu tarz olay hikâyeleri yazardı. Bu tarzda yazmaya devam edebilirsin. Soyut hikâye deneme…” dedi. Kendisine teşekkür ettim.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.