5 Kasım 2025, günlerden Çarşamba.
Ankara’yı Kazan ilçesine bağlayan güzergahtayım; Türkiye’nin savunma sanayiinin kalbi sayılan Kahramankazan Uzay, Havacılık ve Savunma İhtisas Sanayi Bölgesini boydan boya kat eden yolda ilerliyorum. Burası, Türkiye’nin medar-ı iftiharı niteliğinde; kamu, yarı özel ve özel savunma sanayii kuruluşlarının aynı ekosistem içinde konumlandırıldığı stratejik bir üretim üssü. Bölge; TUSAŞ (Türk Havacılık ve Uzay Sanayii A.Ş.)’nin dev havacılık kampüsü, TAI’nin mühendislik ve montaj hatları, TEI’nin motor test merkezleri, ASELSAN’ın elektronik alt sistem atölyeleri ve Roketsan’ın mühimmat üretim kompleksleriyle çevrili, adeta bir mühendislik koridoru gibi kesintisiz bir hat boyunca devam ediyor.
Bu güzergâh, Türkiye’nin son yirmi yılda sabırla, vizyonla ve kararlılıkla inşa ettiği teknoloji ve üretim altyapısının her adımda hissedildiği bir güzergâh. Geçmişin hatıralarını yüreğinde taşıyan her Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı için gurur veren bir manzara olmayı fazlasıyla hak ediyor.
Ankara–Kazan hattındaki bu sanayi bölgesinde, Türkiye’nin döner kanatlı insansız hava aracı üretiminde öncü konumda bulunan bir savunma şirketindeki toplantıya gidiyorum. Şirket, 200 kilogram taşıma kapasitesine sahip hem sivil hem askerî amaçlarla kullanılabilen insansız helikopter ALPİN’in üretimini gerçekleştiriyor. Bu alanda Türkiye’de tek, dünyada ise ilk üç arasında yer alıyor. Ayrıca sabit kanatlı İHA ve SİHA teknolojilerinde de özgün mühendislik anlayışıyla dikkat çeken, yenilikçi sistem çözümleri geliştiren bir yapıya sahip.
Yol boyunca aracın radyosunda Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın TBMM grup konuşmasını dinliyorum. Türkiye’nin AK Parti döneminde yaşadığı siyasal, toplumsal ve ekonomik dönüşümü anlatırken kullandığı her cümle, zihnimde geçmişle bugün arasında derin bir köprü kurdu. Kendi hayatımdan izler taşıyan bu sözler, bir anda hafızamı harekete geçirdi; yaşadıklarım, gördüklerim ve tanıklık ettiklerim, o yolda ilerleyen aracın camına yansıyan bir film şeridi gibi gözlerimin önünden geçti.
Söz savunma sanayiine gelince, farkında olmadan dikkat kesildim. Ne garip bir tesadüftü ki, o anda duyduklarım ile dışarıda gördüklerim birbirini tamamlıyordu. Bu aynilik, yüzümde beliren hafif bir tebessümle birlikte beni derin düşüncelere sevk etti.
Cumhurbaşkanı konuşmasının bir bölümünde şöyle diyordu:
“Hani diyorlar ya … tek adam rejimiymiş, yok ‘diktatörmüş’, yok ‘otoriterlikmiş’ — bunların hepsi safsata. Bu asılsız ithamlar, muhaliflerimiz ve muarızlarımız tarafından, yıllara sari kendi başarısızlıklarını ve beceriksizliklerini örtmek için kullanılan iftiralardır.”
Bu cümle sadece bir savunuyu değil, aynı zamanda bir dönemin kapanışını da anlatıyordu. Çünkü artık mesele, kimlerin iktidarda olduğu değil; iradenin gerçekten milletin elinde mi yoksa vesayet odaklarının gölgesinde mi bulunduğuydu.
Bir zamanlar Türkiye’nin siyasetini yönlendirmek dış güçler için son derece kolaydı. Liyakatsiz, ülkeye dair hayalleri olmayan, omurgasız, günübirlik çıkarlarla hareket eden iktidarlar, dış müdahalelere açık bir zemin oluşturuyordu. Avrupa başkentlerinde hazırlanan raporlar, Washington’daki düşünce kuruluşlarının analizleri, Ankara’daki siyasi havanın rengini belirleyebiliyordu. Ekonomik kararlar IMF masalarında alınıyor, güvenlik politikaları NATO toplantılarında şekilleniyor, dış politika tercihleri ise Brüksel’deki telkinlerle biçimleniyordu.
O günlerde ekranlarda sıkça karşıma çıkan ve bizim neslin millî duygularını derinden inciten vahim bir manzara vardı. Sıradan bir IMF uzmanı Türkiye’ye geldiğinde, onu havaalanında karşılayan kalabalık bir medya ordusu olurdu. Bu kişiler, ülkelerine döndüklerinde bu sahneleri çoğu zaman alaya alır, kendi medyalarında mizah konusu hâline getirirlerdi. Ne yazık ki o dönemde toplumun büyük bir kesimi, bu ülkenin kaderine dair kararların çoğu zaman kendi ellerimizde olmadığına inanmıştı. Türkiye, kendi geleceğini tayin etme iradesinden uzaklaştırılmış, seçkinci vesayet ile dış baskılar arasında sıkışmış bir “vesayet devleti” görünümüne itilmişti.
Bugün tablo bütünüyle değişmiş durumda. Türkiye artık edilgen bir izleyici olma zincirini kırdı ve kendi rotasını çizebilen, yönünü tayin edebilen bir aktöre dönüşebildi. Uluslararası meselelerde “Türkiye ne der?” sorusunun sorulduğu, sözüne kulak verilen bir irade hâline geldi. Ekonomik kararlarını IMF reçetelerine, güvenlik stratejilerini NATO masalarına, dış politikasını ise Brüksel’in telkinlerine teslim eden eski Türkiye çok gerilerde kaldı. Onun yerini ise üretimle, teknolojiyle ve müstakilliğini ispat etmiş bir iradeyle var olan, kararını hem sahada hem masada eşzamanlı verebilen bir ülke aldı. Bu dönüşüm siyaseti de aşarak bir şuurun da gelişim ve dönüşümüdür.
Savunma sanayiine gelince, Türkiye’nin son yirmi yıldaki en görünür dönüşüm alanı tam da burasıdır. Bu alan, yalnızca teknolojik bir atılımın değil, aynı zamanda zihinsel bir devrimin sahnesidir. Türkiye artık kendi motorunu üreten, insansız hava araçlarını tasarlayan ve yazılımını geliştiren bir ülke konumundadır. Bu hamleler, bir savunma kapasitesi inşasından öte, bir irade dilinin kurulması anlamına gelir. O dil, bağımsızlığın yeni grameridir. Bir zamanlar IMF raporlarının cümleleriyle konuşan Türkiye, bugün kendi mühendislerinin formülleriyle, kendi siyaset aklının kavramlarıyla kendini ifade etmektedir.
Artık Türkiye, siyasal sahnede yer alan bir aktörden çok daha fazlasıdır; teknolojiyi kendi iradesinin dili hâline getiren bir özneye dönüşmüştür. Savunma sanayiinde yaşanan ilerleme, yalnızca üretim başarısı değil; zihinsel bağımsızlığın, stratejik özgüvenin ve egemenlik bilincinin somut bir ifadesidir. Bu dönüşümün mimarları, ortalama yaşı otuz civarındaki eğitimlerini 2000 sonrasında ikmal eden genç mühendislerdir. Onlar, bir kuşağın özgüvenini teknolojiye, özgürlüğünü mühendisliğe dönüştürerek Türkiye’nin aklını yeniden inşa etmiştir.
Bir ülke kendi savunma teknolojisini ürettiğinde, yalnızca savaş kabiliyeti değil, karar verme gücü de kazanır. Çünkü savunma sanayii, silah üretmenin ötesinde bir egemenlik dilidir; o dil, bir milletin kendi kaderini yazma kudretinin en somut ifadesidir.
Konuşmada yer alan tarihsel göndermeler, altı çizilen vurgular ve “millî irade” ifadesi zihnimi üniversite yıllarıma taşıdı. O dönemin zorlukları, dışlanmışlıkları ve sessiz arayışları bir anda canlandı. Dinlediğim konuşma, yalnız bugünün güçlü ve kendine güvenen Türkiye’sini hissettirmiyor; geçmişin eksiklerinin, kırılganlıklarının ve hayal kırıklıklarının telafi edildiği yeni bir dönemi de anlatıyordu.
Radyodaki sesle dışarıdaki manzara o anda birleşti; zaman, kendi çizgisini bükerek geçmişle bugünü aynı noktada buluşturdu. Zihnim, yirmi beş yıl öncesinin bir başka Ankara sabahına gitti. O sabahın soğuğu hâlâ üzerimdeydi. Dışlanmışlığın sessizliğiyle, her alanda görünmez bir “öteki” olmanın yüküyle ve düşünmenin bile denetime tâbi tutulduğu bir dönemin baskısıyla yeniden yüzleştim.
Geçmiş, bu kez bugünün bilinciyle okunabilir bir tecrübeye dönüşmüştü. O sabaha artık hüzünle değil; bir toplumun özgüvenini tarihsel eşiğini aşarak nasıl kazandığını idrak eden bir zihinle bakıyordum.
Üniversite yılları…
Takvim, 28 Şubat 1997 kararlarının üniversitelere “kılık-kıyafet” ve “güvenlik” talimatları olarak indiği günlerden biriydi. O sabah Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi kapısına geldiğimde, güvenlik görevlisi beni durdurdu.
“Hocam, dekanlıktan kesin talimat var. Sakal ve yönetmeliğe aykırı kıyafetle içeri giremezsiniz,” dedi.
Sakin bir sesle sordum: “Benden birkaç dakika önce mora boyalı sakalı, deri montu ve deri pantolonu olan ve tüm fakültede satanist olduğunu ifade etmekten geri durmayan o öğrenci bu kurala dâhil değil mi?”
Görevli bir an duraksadı; ardından, içinde hem mahcubiyet hem de hafif bir muziplik taşıyan bir ifadeyle,
“Hocam, sizin gibiler alınmayacakmış. Talimat bu,” dedi.
O anda, yalnızca bir dekan talimatıyla değil, Türkiye’nin Osmanlı’dan miras kalan iki asırlık modernleşme sürecinin derinlere işlemiş zihinsel kodlarıyla yüzleştiğimi hissettim. Benim bir alışkanlığımdır; ciddi durumların psikolojik baskısını hafifletmek için mizaha sığınır, böylece hem kendimi rahatlatır hem de karşımdakine duyduğum örtük acımayı bu yolla ifade ederim. Bahçedeki Mimar Sinan heykeline dönüp, “O da sakallı ve fakat içeride,” dedim. Görevli tebessümle karşılık verdi.
“Hocam, o da dış bahçede, dikkat ederseniz içeri alınmamış, dış bahçede duruyor…”
İçimden gayri ihtiyari, “Zeki adam, yerinde bir karşılık verdi...” dedim. Tebessümüne tebessümle karşılık verdim ama o anın yüzeyinde duran bu nezaketin ardında, Türkiye’nin modernleşme serüveninin en kadim paradoksu gizleniyordu. Aklın ilerlediği yerde kalp geride kalmıştı; ya da belki tam tersi. 312’ler, DGM’ler, kovuşturmalar ve gözaltılarla dolu hayat çizgimde bu sahne, tüm o ağırlığın içinde mizaha uygun bir hafiflikteydi.
Yıllar birbirini kovaladı. Bir zamanlar DTCF’nin kapısında durdurulan bendim; “talimat gereği” içeri almayan ise yalnızca görevini yapan bir güvenlik görevlisiydi. Aradan yıllar geçti, hayat yeni sahneler kurdu. Bu kez aynı ülkede, aynı devletin çatısı altında, ama bambaşka konumlarda buluştuk. Ben bir Müsteşar Yardımcısıydım; o, kritik bir kurumda daire başkanı. Kapıda başlayan hikâye bu kez bir toplantı masasında devam ediyordu…
Bu karşılaşma, sadece bir tesadüf değildi. Tarih, ve hassaten kader bazen insana kendi muhasebesini yaptırmanın incelikli yollarını bulur. O gün göz göze geldiğimizde, ikimiz de aynı şeyi hissetmiştik belki de… Türkiye değişmişti. Fakat asıl değişim, o dönüşümün içinde kendimizi yeniden tanıyabilmemizdeydi.
Bu topraklarda modernlik, çoğu zaman farklılığı dışlayarak inşa edilmişti. O gün anladım ki mesele sakal ya da kıyafet değil; düşüncenin biçiminden önce kimliğin biçimiyle yargılanmaktı. Fakülteye girememem, önceki deneyimlerle kıyaslandığında belki küçük bir olaydı; fakat asıl mesele, akla giden kapının da zaman zaman görünmez bir turnikeyle sınırlandırılıyor olmasıydı.
İşte o turnike, yalnızca üniversite kapılarında değil, devletin stratejik kapılarında da duruyordu. Bilim, düşünce ve üretim alanlarının dışına itilmiş bir zihniyet, doğal olarak birçok sektörde olduğu gibi savunma sanayiini de dışa bağımlı hâle getirmişti. Kendi mühendisini, kendi bilim insanını yeterince sahiplenemeyen bir düzen, kaçınılmaz olarak kendi güvenliğini de başkalarına emanet etmek zorunda kalıyordu.
O yıllarda savunma sanayii neredeyse yoktu ve millî strateji yerine dışa bağımlılık hâkimdi. İsrail’den kiralanan Heronlar bozulduğunda, günlerce İsrail’den günler, haftalarca teknik servis beklenirdi. Üstelik elde edilen görüntüler önce İsrail’e ve büyük olasılıkla başka ülkelere gidiyor, ardından Türkiye’ye dönüyordu. Muhtemelen PKK, o görüntüleri bizden önce izliyor ve buna göre tedbirler alabiliyordu. Böylesi bir tabloda egemenlikten, caydırıcılıktan ya da bölgesel etkinlikten söz etmek mümkün değildi. Türkiye’nin rolü, edilgen, bekleyen ve dış onaya bağımlı bir devlet olmaktan öteye geçemiyordu.
İşte tam bu noktada, 3 Kasım 2002 gerçek bir kırılma yarattı. O gün yapılan seçim, yalnızca bir iktidar değişimi mahiyeti barındırmıyordu. Bu tarih sonradan anlaşılacaktı ki milletin kendi iradesine yeniden sahip çıkma manifestosuydu. Kimine göre devrim, kimine göre sessiz bir restorasyondu bu tarih. Ancak özü itibarıyla 3 Kasım, Cumhuriyet’in kuruluşundan sonra yaşanan en köklü zihinsel dönüşümün eşiğiydi. Devlet ile millet arasındaki mesafe kapanıyor, sistem yeniden programlanıyordu.
AK Parti’nin yirmi üç yıllık iktidarı, Türkiye’deki zihinsel dönüşümün kurumsal yapıya kavuştuğu sürecin adıdır. Bu değişim altyapı yatırımlarından hizmet üretimine, devletin düşünme tarzından karar alma biçimine kadar her alanda kendini gösterdi. En güçlü yansımasını savunma sanayiinde görmek mümkündür. Bayraktar TB2, Akıncı, KIZILELMA, ALPİN, Hisar ve Siper gibi sistemler, mühendislik başarısının ötesinde; Türkiye’nin kendi güvenlik mimarisini kuran, kendi karar çevrimini yöneten ve kendi caydırıcılığını üreten bir jeopolitik özneye dönüşümünü simgeler.
Cumhurbaşkanı’nın da konuşmalarında vurguladığı üzere, savunma sanayiinde yerlilik oranı bugün yaklaşık yüzde 80 düzeyine ulaşmıştır. Bu tablo, uzun yıllara yayılan bir vizyonun, sistematik yatırımların ve kurumsal kararlılığın sonucudur. Geçmişte ithal savunma sistemlerine ayrılan yüksek bütçeler azalırken, kaynaklar artık yerli üretim ve Ar-Ge ekosistemine yönlendirilmektedir. 2000’li yılların başında birkaç yüz milyon dolar seviyesinde bulunan savunma ve havacılık ihracatı, 2024 itibarıyla 7,15 milyar dolara yükselmiş; 2025 için 8 milyar doların üzerinde bir hedef öngörülmektedir.
Ortaya çıkan tablo, Türkiye’nin teknolojik ilerleme ile bağımsız karar alma kapasitesini, üretim gücünü ve caydırıcılık kabiliyetini kurumsal bir zemine oturttuğunu gösterir. Savunma sanayii, böylece yalnızca bir üretim sahası olmaktan çıkarak; devlet aklının, stratejik özgüvenin ve ulusal iradenin kalıcı bir ifadesi hâline gelmiştir.
Ancak bu büyük başarı öyküsü, ne yazık ki bugünün genç kuşaklarında aynı heyecanı uyandırmıyor. 2000 sonrası doğan nesil, Türkiye’nin 1990’lı yıllardaki krizlerle örülü, zayıf ve dışa bağımlı dönemini doğrudan yaşamadığı için, bugün elde edilen kazanımları çoğu zaman olağan sayıyor, hatta kimi zaman küçümsüyor. Oysa bu tablo, bir anda ortaya çıkmadı; alın teriyle, akılla, iradeyle, sabırla inşa edildi.
Cumhurbaşkanı’nın konuşmasında vurguladığı gibi, “Bu ülkenin evlatları, maziden kopuk bir bugünü yaşarsa, istikbalini de başkalarının eline bırakır.” Genç kuşak, dijital dünyanın hızla parçaladığı dikkat süresi içinde, geçmişle bugün arasındaki süreklilik bağını giderek yitiriyor. Bu, yalnızca bir iletişim eksikliğinden öte tarih bilincinde oluşan bir kırılmadır.
Rol model yitimleri, küresel kimlik bunalımları, dijital kültürün yüzeyselliği ve eğitim sisteminin hikâyesizleşmesi bu kopuşu derinleştiriyor. Oysa milletleri ayakta tutan şey, teknolojiden önce hikâyedir ve coğrafyadan önce hafızadır. Türkiye’nin savunma sanayiinde, ekonomide, diplomaside ve kültürde kat ettiği mesafe, ancak bu hafızayla anlam kazanır. Genç nesil bu kazanımların hikâyesini bilmediğinde, geçmişin yokluklarıyla bugünün imkânları arasındaki fark da silinir.
Bu noktada eğitimin, medyanın ve akademinin rolü belirleyicidir. Hafızasını yitiren toplum, sürekliliğini koruyamaz. Türkiye’nin geçirdiği zihinsel devrimi yeni nesillere aktarabilmek, yalnızca başarı öykülerini paylaşmakla sınırlı kalmamalıdır; o başarının hangi zorluklardan, yasaklardan ve kırılmalardan geçerek kazanıldığını da göstermek gerekir. Teknoloji üretmek kadar, o teknolojinin gecikmesinin nedenlerini anlamak da önem taşır. Savunma sanayisindeki ihracat artışını görmek kadar, bir dönem başka ülkelerin teknik servis sırasını bekleyen Türkiye’yi hatırlamak gerekir.
3 Kasım, tek bir tarihe indirgenemez; hâlâ sürmekte olan bir dönüşüm eşiğini temsil eder. O günü bir dönemeçten ziyade bir bilinç hareketi olarak okumak gerekir. Bir zamanlar üniversite kapısında durdurulan gençler, bugün politika tasarlıyor, sistem kuruyor, teknoloji geliştiriyor. Bu dönüşüm, herhangi bir kişinin ya da siyasi yapının eseri değil, bir milletin yeniden yazdığı irade beyannamesidir. Ve bu beyannamenin devamını kaleme almak bugünün genç kuşaklarının sorumluluğudur.
3 Kasım, bir dönemin kapanışı yerine yeniden doğuşun kapısıdır. Bu toprakların küllerinden yükselen bir milletin kendine dönüş çağrısıdır. Hafızasını diri tutan toplum, yönünü kaybetmez. Türkiye, 3 Kasım’la birlikte yalnızca istikametini bulmadı; kendi varlık anlamını yeniden hatırladı. Artık kendi göğünde yükseliyor, kendi sesiyle konuşuyor.
1990’lı Yılların Anatomisi
1990’lı yıllar, Türkiye açısından yalnızca ekonomik krizlere ilaveten aynı zamanda zihinsel dağınıklığın, kurumsal çözülmenin ve siyasal belirsizliğin simgesiydi. Devlet aklının yönünü kaybettiği, bürokrasinin karar almak yerine sürekli ertelemeye sığındığı, terör olaylarının ve faili meçhullerin yaygınlaştığı, siyasetin ise günü kurtarmaya odaklandığı bir dönem yaşandı. Siyasi literatürde toplamda on iktidar değişimi gerçekleştiği için “koalisyonlar dönemi” olarak anılsa da bu tanım, yaşanan krizin derinliğini açıklamaya yetmedi. 1990–2002 arası, yönetim zafiyetinin kurumsal bir karakter kazandığı, istikrarsızlığın kalıcılaştığı bir zaman dilimiydi.
Bu on iki yılda Türkiye’de on hükümet ve yedi başbakan görev yaptı. Yıldırım Akbulut’tan Mesut Yılmaz’a, Süleyman Demirel’den Tansu Çiller’e, Erdal İnönü’den Necmettin Erbakan’a, oradan Bülent Ecevit’e uzanan kısa ömürlü iktidarlar zinciri, yönetim krizinin süreklilik kazandığını ortaya koyuyordu. Her kabine değişikliği, devletin yönünü bulmak yerine pusulasını yeniden kaybetmesiyle sonuçlandı. Ekonomi sürekli “istikrar programı”na alınırken, toplum her defasında “sabır programı”na mahkûm edildi.
Koalisyon kavramı, o yıllarda siyasal uzlaşının yerini çıkarların geçici bileşkesine bıraktı. Partiler bir araya gelirken ortak vizyon üretmekten çok kısa vadeli koltuk pazarlıkları etrafında birleşiyor; halkın zihninde “koalisyon” kelimesi “kriz” ve “kaygı” ile yan yana anılıyordu. Siyaset, meşruiyet üretme gücünü kaybederek kendi varlığını sürdüremeyen bir yapıya dönüştü.
Her iktidarın arkasında ister bir “devlet desteği” bulunsun ister bulunmasın, halkın gözünde aynı biçimde algılanıyordu. Devletle millet arasındaki mesafe, güven eksikliğinin beslediği bir boşluğa dönüştü. Ankara koridorlarında “devlet” ile “hükûmet” farklı diller konuşuyor; biri statükoyu, diğeri sandığı temsil ediyordu. Bu ikili yapı, Türkiye’nin modernleşme süreci boyunca derin bir zihinsel yarılma yarattı.
Ekonomik tablo son derece ağırdı. 1994 kriziyle Türk lirası bir gecede yarı yarıya değer kaybetti; enflasyon üç haneli rakamlara ulaştı. İşsizlik arttı, reel ücretler geriledi, Merkez Bankası siyasetin gölgesine girdi. Kamu finansmanı dış borçla çevrilir hâle geldi; Türkiye, bütçesini IMF onayı olmadan açıklayamaz bir noktaya sürüklendi. 2001 krizi bu sürecin doruk noktasıydı: bankalar çöktü, esnaf kepenk kapattı, memur maaşları dış kredilerle ödendi.
Bu ortamda IMF, bir finansal denetim kurumunun çok ötesine geçerek modern bir Düyûn-ı Umûmiye işlevi üstlendi. Her yeni kredi dilimi, ekonomik bağımsızlığın bir parçasının daha devredilmesi anlamına geliyordu. Bir asır önce Osmanlı maliyesini vesayet altına alan Düyûn-ı Umûmiye İdaresi nasıl bütçeyi denetlediyse, yüzyıl sonra IMF aynı görevi yeni bir terminolojiyle yürüttü. Türkiye, mali iradesini dış bir merkeze teslim etmenin psikolojik ağırlığını yeniden yaşadı.
Vesayet kurumları, dönemin siyaset sahnesinde neredeyse birer siyasi aktör kadar görünürdü. Bu kurumlarda görev yapan isimler, tıpkı bakanlar ya da parti liderleri gibi kamuoyunda tanınır hâle gelmişti. Ordu’daki generallerin listesi gazetelerde yayımlanır, MGK ve YÖK gibi yapılar televizyon ekranlarında siyasi partilerle eşit bir yer işgal ederdi. Böylece, devletin idari yapısında olağandışı bir durum sıradan bir görüntüye dönüşmüş; vesayet, toplumun hafızasında yönetime ait meşru bir katman gibi yerleşmişti.
Siyasetin zayıflığı, bürokrasi–sermaye–medya üçgeninin etkisini artırdı. Askerî vesayet “irtica” ve “bölücülük” kavramlarını araçsallaştırarak siyasetin alanını daralttı. 28 Şubat 1997, yalnızca bir hükûmet değişikliğinden ibaret kalmadı; aynı zamanda sandığın temsil ettiği halk iradesi üzerinde yeni bir baskı dönemini başlattı. Başörtüsü yasakları, katsayı adaletsizliği, inanç temelli dışlamalar; üniversitelerden kamu kurumlarına kadar yayıldı. Kılık kıyafet yasakları, fişleme raporları ve ideolojik tasnifler, devlet–millet bağını kopma noktasına taşıdı.
Üniversiteler ideolojik kamplara ayrılmış, sanayi montaj hattına indirgenmişti. Ar-Ge yatırımları sembolik seviyelerde sıkışmıştı. Üretime dayalı bir kalkınma stratejisi kurulmadığı gibi bilime yaslanan bir vizyon da oluşturulamadı. Türkiye, potansiyelini konuşan ancak onu harekete geçiremeyen bir ülke görünümü kazandı.
Dış politikada edilgen bir tutum hâkimdi. Kıbrıs’ta pasif, Balkan krizlerinde izleyici, Körfez Savaşı’nda tepkisel bir çizgi izlendi. Savunma alanındaki tablo daha da çarpıcıydı: Yabancı lisanslarla üretilen mühimmatın yazılım kodları Türkiye’ye ait olmuyordu; radar sistemlerinin dost–düşman tanımları dış merkezlerde programlanıyordu. Bir ülke kendi sensörünü, kendi algoritmasını üretemediğinde, karar alma özgürlüğünü de başkalarına bırakır hâle gelir.
Bu boşluk yalnızca ekonomiyi değil, gençliği de yıprattı. Sağ, sol veya etnik temelli örgütler bu sosyoekonomik ortamı bir insan kaynağı alanı gibi kullanıyor; yönünü yitirmiş gençleri kolayca devşiriyordu. Örgütlerin sayısı öylesine arttı ki, alfabedeki harf kombinasyonları bile yeni isimlere yetmez duruma geldi. Her yeni kısaltma, yönetilemeyen bir boşluğun simgesine dönüştü.
Sonuçta 1990’lı yıllar, ekonomik kayıpların yanında sosyal sermayenin eridiği, kurumsal güvenin aşındığı, toplumun kendi potansiyeline olan inancını kaybettiği bir dönem olarak tarihe geçti. Bir ülke sadece dış borcuyla değil, özgüvenini yitirdiğinde de kriz üretir. Doksanlı yıllar, rakamlardan çok, hatırlanması gereken zihinsel ve kurumsal bir çöküşün adıdır.
3 Kasım 2002 – Paradigmal Devinim ve Evrimin Milat Tarihi
3 Kasım 2002 seçimleri, Türkiye’nin modernleşme tarihinde yalnızca bir iktidar değişimi değil; devlet aklının yeniden biçimlendiği tarihî bir dönemeçtir. Sandıktan çıkan sonuç, bir partinin zaferinden çok daha fazlasını temsil eder; milletin yönetim tarzını dönüştürme iradesidir. 1990’lar boyunca toplum, parçalı siyasetlerin, koalisyon hükümetlerinin ve vesayet odaklarının ülke kapasitesini nasıl tahrip ettiğini acı bir tecrübeyle yaşamıştı. Türkiye, “istikrarsızlıkla istikrar aramanın” çıkmaz olduğunu fark etti; 3 Kasım bu farkındalığın siyasal ifadesine dönüştü. Kısa vadeli koalisyon hesapları yerini uzun vadeli kalkınma vizyonuna bıraktı. Bu süreçte sadece bir kadro değil, bir zihniyet iktidara geldi. Bu zihniyet, devleti süreklilik, rasyonalite ve kurumsallık ekseninde yeniden tanımladı. Reformlar artık krizleri söndürmek için değil, krizleri önleyecek bir düzen kurmak amacıyla yapıldı. Devlet uzun bir aradan sonra stratejik akıl üreten bir yapıya kavuştu.
Bu dönüşümün en belirgin yüzü savunma sanayiinde ortaya çıktı. 2000’lerin başında yerlilik oranı yüzde 20’nin altındaydı; Türkiye üretim zincirlerinin edilgen halkasıydı. 3 Kasım sonrasında tablo tamamen değişti. Devlet satın alan değil, tasarlayan, geliştiren ve ihraç eden bir aktör kimliği kazandı. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Bağımsızlık, kendi üretim kabiliyetimizle mümkündür” anlayışı, bu yeni paradigmanın merkezine yerleşti. TUSAŞ’ın mühendislik hatları, ASELSAN’ın elektronik harp sistemleri, ROKETSAN’ın füze programları, TEI’nin motor geliştirme çalışmaları ve TİTRA’nın ALPİN platformu; Türkiye’nin teknolojik özgüvenini somutlaştıran projelere dönüştü.
Bugün Bayraktar TB2, Akıncı, KAAN, KIZILELMA, ALPİN, Hisar ve Siper gibi sistemler, yalnızca teknik kabiliyetin değil, devletin karar üstünlüğünün simgeleridir. Savunma sanayii, bir üretim alanı olmanın ötesine geçerek millî iradenin, stratejik özgüvenin ve siyasal bağımsızlığın ifadesi hâline gelmiştir.
Bu zihinsel sıçrama, dış politikada da güçlü biçimde karşılık buldu. Türkiye, çevresini tehdit kuşağı olarak gören dar jeopolitik bakıştan sıyrılarak, etrafını fırsat coğrafyası olarak okumaya başladı. NATO üyesi bir ülke olarak Batı ile bağlarını korurken, Asya ve Türk dünyasıyla ilişkilerini derinleştirdi. Rusya ile enerji ve savunma alanlarında iş birliği yürütürken, Ukrayna’nın egemenliğine destek verebildi. Avrupa ile müzakerelerini sürdürürken, Afrika ve Orta Asya’da diplomatik açılımlar geliştirdi. Bu çok yönlü denge, Türkiye’nin stratejik özerklik kapasitesini kurumsallaştırdı.
Bu paradigmanın iki temel sonucu oldu: İlki, Türkiye’nin karar üstünlüğünü yeniden tesis etmesi, yani savunma, diplomasi ve ekonomi arasında bütüncül bir eşgüdüm kurabilme kabiliyeti. İkincisi, bu kabiliyetin bir kimlik inşası aracına dönüşmesi. Artık savunma sanayii, millî üretimin ötesinde bir bilinç, bir özgüven siyaseti hâline geldi.
3 Kasım süreci, mahiyeti itibarıyla bir seçim olmaktan çok, bir bilinç devrimidir. Türkiye, modernleşme tarihinde ilk kez Batı’ya benzemeden güçlenmenin pratiğini bu dönemde inşa etti. Modernleşme, taklitten üretime, bağımlılıktan öz yeterliliğe evrildi. Devlet, yüzyıllar sonra yeniden karar sahibi bir özne konumuna yükseldi.
Bugün Türkiye, dış politika ve güvenlik kararlarını başka merkezlerin onayına sunan bir ülke değil; kendi çıkarlarını küresel denklemin içinde formüle eden bir aktördür. Bu kazanımlar, yalnızca teknolojiyle sınırlı bir ilerleme değildir; aynı zamanda bir zihinsel süreklilik meselesidir. 3 Kasım sonrasında doğan refleks, bir yönetim tarzını aşarak toplumsal bir bilince dönüşmek zorundadır. Ancak bu bilinç korunursa, Türkiye 1990’ların dağınık reflekslerine asla dönmeyecektir.
SONUÇ: 3 Kasım Bir Hitam Değil, Bir İstikamet Tayinidir
3 Kasım 2002, Türkiye’nin modern siyasal tarihinde bir seçim tarihi olmaktan öte, kendini yeniden kurma iradesinin miladıdır. O gün sandıklarda geçmişin dağınık hikâyeleri birleşmiş, gelecek adına yeni bir cümle kurulmuştur. Cumhuriyet’in ilk yüzyılı devleti kurduysa, ikinci yüzyıl onu anlamlandıracak zihniyeti kurmakla yükümlüdür.
Bu tarih ne bir zafer destanı ne de bir kahramanlık hikâyesidir; millet aklının ortaklaşmak suretiyle inisiyatif aldığı bir dönüşümün adıdır. Devlet ile millet arasındaki kırık bağ o gün Recep Tayyip Erdoğan’ın vizyonuyla onarılmış, Türkiye yüzyıl boyunca dış reçetelerle yön arayan bir ülkeden kendi pusulasını eline alan bir devlete evrilmiştir. 3 Kasım, bu anlamda bir iktidar değişimi olmanın çok da ötesinde devlet aklının yeniden doğuşudur.
Bu doğuşun en belirgin sonucu, bağımlılığın yerini özerkliğin almasıdır. Ekonomide, savunmada, diplomaside ve kültürel üretimde dış yönlendirmelere karşı bir özgüven siyaseti inşa edilmiştir. Bir zamanlar İsrail’den kiralanan Heron’ların bakımını aylarca bekleyen Türkiye, bugün kendi Bayraktar TB2, Akıncı, Kızılelma ve Kaan programlarını başarıyla yürüten bir ülke hâline gelmiştir. TB2, Suriye’den Karabağ’a, Libya’dan Ukrayna’ya uzanan geniş coğrafyada “oyun değiştirici” nitelik kazanmış; Akıncı, stratejik menziliyle yeni bir seviye tanımlamış, Kızılelma, insansız savaş uçağı kavramını Türk mühendisliğinin vizyonuyla yeniden tarif etmiştir.
Buna paralel olarak, TEI’nin milli motorları, ASELSAN’ın elektronik harp sistemleri, ROKETSAN’ın Hisar ve Siper hava savunma platformları ve TUSAŞ’ın Kaan programı, bu ekosistemi tamamlayan birer güç halkası hâline gelmiştir. Motoru Eskişehir’de, yazılımı Ankara’da, kompozit gövdesi Kazan’da üretilen bu sistemler artık yalnızca birer savunma aracı olmaktan da ziyade Türkiye’nin kendi kaderini yazma iradesinin sembolleridir.
Bu dönüşüm, teknik bir ilerlemeden çok daha fazlasıdır. Bu, tarihsel bir rövanştır. Çünkü Türkiye artık başkalarının onayını bekleyen değildir. Türkiye, kendi onayını kendi özerkliğini kendi iradesini dünyaya dayatabilen bir ülkedir.
Ancak her kazanımın en büyük riski, onun unutulmasıdır. Bu gerçek daima hatırda tutulmalıdır. 3 Kasım’ı hatırlamak nostaljik bir refleks, onu anlamak ise süreklilik bilincidir. Türkiye’nin görevi, hatırlamakla yetinmemek bilakis, anlamakla ilerlemektir. Çünkü hafıza, bir milletin yalnızca geçmişle kurduğu bağ olmaktan da öte gelecekle kurduğu bağdır.
Genç kuşaklar bu sürecin asli taşıyıcılarıdır. 3 Kasım kuşağının birikimi onların omzundadır. Bir zamanlar üniversite kapısında durdurulan gençler, bugün devletin karar odalarında, üretim hatlarında, mühendislik masalarında ülkenin geleceğini inşa etmektedir. O gün turnikenin Sonuç olarak 3 Kasım, Türkiye için bir sonun ötesinde bir yön tayinidir. Bu yön, doğuya ya da batıya sapmadan, Türkiye’nin kendi merkezine uzanır. Devletin aklıyla milletin vicdanı aynı çizgide buluştuğunda, tarih yeniden Türkçe yazılır. Ve 3 Kasım 2002, işte o yazının ilk satırını oluşturur. Önünde ve arkasında duran akıl, bugün stratejik merkezlerde karar vermektedir.































Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.