Demokrasi ve hukûkun üstünlüğü ilkelerinin işlevi, üç bileşeni dengeye getirmektir. Bu ilkeler, bileşenler arasında en zayıf ve kırılgan olan ulusu merkeze koyar ve onu diğer ikisinin ezici gücü karşısında destekler. (Burada ulusu da kendi alt bileşenleri itibârıyla bireysel ve sınıfsal düzlemde değerlendirmek mümkündür. Farklı ideolojiler kendi odaklarını bulur. Çok kaba hatlarıyla bakılacak olursa; meselâ muhafazakârlar ulusu organik, liberaller birey, sosyalistler ise sınıf merkezli değerlendirmişlerdir).
Demokrasi ve hukûkun âletleri mâhir bir mühendislikle işletilebilir ise, özgürlük bahçeleri ile güvenlik duvarları arasında mâkul ve makbûl dengeler sağlanabilir. Bu da bireylerden başlayarak, alt sınıfları ve nihâyetinde ulusu hayli rahatlatabilecektir. Doğrusu, dönemsel de olsa bunun târihsel misalleri mevcuttur. Batılılığın iftihar listesinde bu başarılar sıklıkla vurgulanır.
Gelin görün ki bu model kendi içinde kapalı olarak işleyen bir modeldir. Devletler, uluslar ve sermâye arası ilişkilere gelindiğinde manzara alt üst olur. Bu üç bileşeni kendi içinde bir dengeye getirmek kolay olmasa da asla başarılamaz değildir. Lâkin küresel ölçekte her şey tersine dönmektedir.
Kast sistemi en sâhici hâliyle Hindistan’ı ve Brahmanizmi çağrıştırır. Târih eşitsiz ve hiyerarşik bir işleyişe sâhiptir. Roma’nın köleleri veyâ feodalitenin marabaları ile Hintli paryalar arasında statü olarak pek fazla fark olduğu söylenemez. Mesele aslında bir geçirgenlik meselesidir. Köleler, meselâ âzad edilmek sûretiyle özgür (köle olmayan) bir birey hâline gelebilir. Çok nâdir de görülse de bu kapı açıktır. Başka bir misâl ise devşirme usullerinden getirilebilir. Kadim dünyâda mutâd olduğu üzere eşitlikçi olmayan ilişkiler üzerine inşâ olan Osmanlı bunun en gelişmiş modellerinden birisine sâhiptir.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.