Günümüzde Türkiye ile Türk dünyası arasındaki ilişkileri ele almadan önce yakın geçmişteki ilişkilerin daha çok hangi alanlarla sınırlı olduğunu belirtmekte fayda vardır.
19. yüzyılın ortalarında Türkiye ile Rus yönetimi altında bulunan Müslüman Türk halklarının (Kırım, İdil-Ural, Dağıstan, Güney Kafkasya ve Türkistan) ilişkilerini birkaç konu başlığı altında toplamak mümkündür.
Bu ilişkilerin en önemlisi Hac seyahatleridir. Rus istilasından sonra ortaya çıkan buharlı gemiler deniz yolculuğunu zaman olarak çabuklaştırmış, aynı zamanda kara yolculuğuna nispetle daha konforlu ve daha az masraflı hale getirmiştir. Böylece Rus yönetimi altındaki Müslümanlar Hac seyahatlerini Hazar denizi ve Karadeniz üzerinden İstanbul-Kahire hattıyla yapmaya başlamışlardır.
Özellikle II. Abdulhamit döneminde Osmanlı yönetimi Türkiye ile sadece Rusya Müslümanları değil dünya Müslümanları arasındaki alakaları güçlendirecek bazı tedbirler almış bu bağlamda Hac seyahatlerini kolaylaştıracak bir siyaset izlemiştir. İstanbul’da hacıların bazı ihtiyaçları devlet tarafından karşılandığı gibi İstanbul-Kahire deniz yolculuklarında da onlara kolaylıklar sağlanmıştır. Hac kafilelerindeki din adamları, tacirlerle Osmanlı yönetimi doğrudan doğruya ilişkiler kurmuş, onların geldikleri yerler ve genel durumları, problemleri hakkında bilgiler edinmiştir. Bazı tanınmış din adamlarına devletin özel bir yakınlık gösterdiği Şeyhülislamlık makamıyla hatta bazen Halifeyle görüşmelerinin sağlandığı bilinmektedir.
Osmanlı basını da bu kafilelere yakın ilgi göstermiştir. Mesela Ahmet Midhat Efendi’nin Kırım, İdil-Ural ve Dağıstan Müslümanlarıyla yakın ilişkileri olduğunu biliyoruz. Bazı Avrupalı fikir adamlarının İslamiyet hakkındaki olumsuz düşüncelerine Ahmet Midhat Efendi tarafından cevap verilmesi, Rusya Müslümanlarının dikkatini çekmiş, eserlerinin onlar arasında sevilerek okunmasına sebep olmuştur. Bu sebeple Hac ziyareti sebebiyle İstanbul’a gelen kafileler arasında bulunan bazı din adamları, tacirler, nüfuzlu bazı şahsiyetler de özel olarak Ahmet Midhat Efendi’yle görüşmeyi bir âdet hâline getirmişlerdir. Ahmet Midhat da birçok yazısında Rusya Müslümanlarının çeşitli problemlerini ele almış ayrıca onlar arasındaki kültürel gelişmeleri Osmanlı okuyucularına duyurmayı ihmal etmemiştir.
Bir başka örmek olarak Tatarların tanınmış din âlimi Şihabüddin Mercânî’nin 1880 yılındaki Hac ziyaretini ele alabiliriz. Mecanî’nin İstanbul’da Şeyhülislâm başta olmak üzere önde gelen bazı devlet adamlarıyla görüşmeler yaptığını biliyoruz.
Bu hac ziyaretleri aynı zamanda İstanbul’da basılan birçok dinî, edebî, ilmî eserin Rusya Müslümanları arasında yayılmasına da imkân sağlamıştır. Özellikle Ahmet Cevdet Paşa’nın Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hulefa ve diğer eserleri, Şemseddin Sami’nin Kamus-i Türki ve Kamusü’l-Alam gibi eserleri, Ahmet Midhat Efendi’nin çeşitli eserleri ve ayrıca Ahmediye, Muhammediye, Mevlid gibi halk arasında çok ilgi gören bazı dinî eserlerin bu seyahatler sebebiyle Rusya Müslümanları arasında da çok okunan, sevilen eserler arasında yer aldığını söyleyebiliriz. Bilhassa Medreselerin eğitimde ihtiyaç duyduğu birçok temel eserin (Arapça, Farsça gramer kitapları, sözlükler, biyografi kitapları, tefsir, hadis gibi birçok dinî eser) yine bu seyahatler sebebiyle Rusya Müslümanlarına ulaştırıldığını ve onlar arasında okunduğunu biliyoruz.
II. Meşrutiyet’ten sonra Türkiye’de canlanan fikrî ve edebî hayatın, Sebilürreşad (Sırat-ı Müstakim), Türk Yurdu gibi bazı dergilerin de Rusya Türkleri arasında etkili olduğunu malumdur.
Eskiden beri İstanbul’a gelerek medreselerde okuyan Rusya Türklerinin hiç de az sayıda olmadığı bilinir. 1908’den sonra da tahsil için İstanbul’a gelen Rusya Müslümanlarının-Türklerinin sayısı bir hayli artmış, bunlar kendi aralarında cemiyetler kurarak İstanbul’un fikrî ve siyasî hayatında yer almışlardır.
Geçmişteki ilişkileri bu şekilde özetledikten sonra günümüzdeki durumu ele alabiliriz.
Sovyetler Birliği’nin kurulmasından sonra ortaya çıkan “demir perde” Rusya Müslümanlarıyla ilişkilerimizi son derecede daraltmıştı. 1980’li yıllarda Gorbaçov dönemindeki yumuşama yavaş yavaş Rusya Türkleriyle ilişkilerimizin yeniden gündeme gelmesine imkân vermiştir. 1991’de Sovyetler Birliği’nin dağılması ise Türkiye’yi hiç beklemediği bir anda Türk dünyası gerçeğiyle yüzleşmeye zorlamıştır.
Sovyetler Birliği, Çarlıktan miras kalan parçala, hükmet ve asimilasyon siyasetini daha da ileri seviyeye taşımış; yönetimi altında bulunan Türk halklarının dilini, kültürünü birbirinden iyice ayırıp uzaklaştırmış; bunların her birinin müstakil bir “millet” şekline gelmesi için zoraki tedbirler almıştır. Ortak alfabe olan Arap harflerinden sonra 1920’li yılların sonlarına doğru yine büyük ölçüde ortaklığı devam ettiren Latin alfabesinden 1930’lu yılların sonlarında aniden vaz geçilmiş; her bir Türk halkı için birbirinden farklı Rus alfabesi (Kiril alfabesi, alfabedeki harf sayısı ve sırası da farklı olmak üzere) kabul ettirilmiştir. Bununla da yetinilmemiş her bir kavme ayrı bir tarih, ayrı bir kültür anlayışı dayattırılarak o zamana kadar büyük ölçüde müşterek olan Türk kültürü parçalanmıştır. Bu halkları genel Türk tarih ve kültüründen koparmak için Çarlık döneminden itibaren bilinçli olarak “Türk dili konuşan halklar” (Avrupa da buna paralel olarak “Turkic peoples”) terimi kullanılmıştır. (Yani aslı Türk soyundan değil ama nasılsa “Türk dili ile konuşan” halklar!).
Sosyalist-Komünist ideolojide “millet” anlayışına yer olmamasına rağmen Sovyetler Birliği döneminde Kazak, Tatar, Özbek, Kırgız vs. milliyetçiliğini kışkırtan bir tavır empoze edilmiş; her bir Türk halkı (boyu) edebiyatta, kendinin büyük, güçlü, eski bir medeniyet ve tarihe sahip olduğunu işlemeye başlamış; böylece Türk boyları arasında tabiî olarak mevcut olan farklılıklar abartılmış; her bir boy kendisini ayrı bir “ulus” olarak kabul etmeye başlamıştır. Yazı dillerinde de aşırı derecede diyalektolojik özellikler ön plana çıkartılarak, eski Türk yazı dilinin bu lehçelerdeki izleri, ortak yanları arka plana itilmiş veya tamamıyla yok edilmiştir.
1991 yılında Türkiye eski Rusya Türkleriyle yüz yüze geldiğinde genel durum bu şekilde idi. Türki hariciye teşkilatı bu dünya hakkında neredeyse hiçbir şey bilmiyordu. Bu meselelere beli ölçüde aşina olan Türkologlardan yararlanmak da kimsenin aklına gelmedi! Bana kalırsa Türk hariciyesinin en büyük problemlerinden biri, belli ölçüde kültürel bütünlük taşıyan bölgeler için özel olarak uzmanlar yetiştirme alışkanlığının olmamasıdır. Balkanlar da böyledir, Arap ülkeleri de Türk Dünyası da Uzak Doğu da. Türk hariciyecisi için fark etmez her ülkede görev yapabilir! O ülke insanlarının, kültürünü, dillerini bilmesine gerek yoktur!
“Demir perde” sebebiyle eski Rusya Türkleri de Türkiye’yi çok az tanıyordu. Onlar da bizim hakkımızda yeterli ve doğru bilgi sahibi değildi. Uzun yıllar Ruslardan öğrendiklerinin etkisinden kurtulamadılar; henüz tam olarak kurtulmuş da sayılmazlar.
Bu gibi sebeplerle 1991’den yakın zamanlara kadar birbirimizi anlamaya, tanımaya zaman harcadık. Başka çare de yoktu.
“Türkî haklar”, “Türk dili konuşan ülkeler”den yavaş yavaş “Türk halklarına”, “Türk devletleri”ne kadar gelebildik! En büyük adım da Azerbaycan-Türkiye ilişkileri için atıldı: “İki ayrı millet”ten “Tek millet, iki devlet”e ulaşabildik.
Şimdi nihayet “Türk Devletleri Teşkilatı” seviyesine ulaştık. Bu bence az bir başarı değildir. Bu teşkilata uzak duran, uzaktan bakan Türkmenistan’ı, yakın zamanlara kadar benzer konumda olan Özbekistan’ı anlamaya çalışmalıyız. Türkiye’nin “büyük, güçlü, ağabey” gibi anlaşılacak konumlarını ön plana çıkarıp onların haysiyetini incitmemeliyiz. Rusların gizliden gizliye en çok istismar ettiği bu gibi hususlardır.
TİKA, TÜRKSOY, Türk Devletleri Parlamenter Asamblesi (TURKPA), Türk Bilimler Akademisi, Türk Kültür ve Miras Vakfı. Türk Yatırım Fonu (TYF), Türk Ticaret ve Sanayi Odaları Birliği (TTSO) gibi teşkilatlar otuz yılı aşan bir zamanda kurulabilmişse bunun sebebi zamanında birbirimizi iyi tanımamamız, bilmememizdir. Bunu diplomatik başarısızlığa bağlamak cehaletten başka bir şey olamaz. Bu otuz yılık tecrübeden dersler çıkartarak, Türk dünyası için özel uzmanlar yetiştirmeli, diğer Türk devlet ve topluluklarının da aynı işi yapmaları için onlarla işbirliği yapmalıyız. Unutmayalım ki 1991’de “Türk Dünyası” dediğimiz kümeyi oluşturan kardeşlerimizle ancak Rusça vasıtasıyla konuşabiliyorduk. Bizim öğrencilerimiz onların ülkelerinde, onların çocukları bizim ülkemizde okudular, birbirimizi daha yakından tanıdık ve artık Türkçe konuşabiliyoruz. Bu da büyük bir başarıdır ama yeterli değildir.
İsmail Gaspıralı’nın zamanında “Dilde, fikirde, işte birlik” demişti. Günümüzdeki gerçekler bu özdeyişi tersine çevirmemizi gerektirmiştir: “İşte, fikirde, dilde birlik”. Evet şimdi Türk dünyasıyla ilişkilerimizin “işte birlik” safhasındayız ve epeyce yol aldık, “fikirde birlik safhasına” henüz yeni ayak bastık, “dilde birlik” için ise daha çok zamana ihtiyacımız var. Bu safhaya ulaşmamış sandığımızdan çok zaman alacaktır, belki de nesiller boyu sürecek bir oluşuma ihtiyacımız vardır. Ama ne kadar uzak, ne kadar el ulaşmaz gibi görünse de bu safha Türklüğün “mefkûresidir”, bundan vaz geçemeyiz. Buna inanmalı bu “rüyayı görmeye” devam etmeliyiz. Bu bizim idealimiz olarak yaşatılmalıdır.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.