Kâdîm şehirlerin sıralamasında dünya ölçeğinde yerini almış Diyarbekir… Çoğunlukla şehri anlatan kitapların hulasası, özeti bu. Şehir, Her kim hakkında kitap yazmış ise, yanlışıyla doğrusuyla okunmuştur, yazılan kitap ne olursa olsun elden ele geçmiştir.
Şehir Araştırmaları Merkezi düşüncesi, bu şehrin öneminden kaynaklanan ihtiyaçtan dolayı, yıllardır tarafımızdan gündeme taşınmak istenmiş, taşınmış ve umuyoruz ki yakın zamanda hem bu şehrin hem de seksen ili kapsayacak tarzda kurulacak, kendi imkânlarıyla nereye kadar gidebiliyorsa hizmet sunacaktır.
Aslında şehir ile uğraşan insanların, araştıran kişilerin, ne olursa olsun bırakamadığı bir meşguliyettir, araştırmalar. İnsan kanına giren mikrop(!) misali, daima kişiyi rahatsız eden bu meşguliyet, kişinin “Ben bu işlerle uğraşmaktan vazgeçtim.” demesine rağmen inandırıcı olmaktan uzaktır, kendi kendisine verdiği söz.
Bu kâdîm şehrin bir çok hususunu yazılarımıza konu etmiş biri olarak, yerelde gazetelerde yazmaktan imtina ettik. Çünkü yerel gazetelerin içinde bulunduğu konum, yetersizlikler, gazetelerin şehir hakkındaki vurdumduymazlığı, her yazanın şehir hakkındaki hissî davranışı, üniversite bulunmasına rağmen konuyla ilgilenenlerin sayıca az oluşu, bu alandaki yetersizlik,yetkililerin resmî açıdan kendilerine ne sunulursa onu kabulü, konu hakkında yazanlara bakışın objektif olmayışı, kafa-kol ilişkileri, zaman içinde kişinin bu işten soğumasını beraberinde getirir. Otuz seneyi aşan zaman içinde bizim çırpınışlarımıza rağmen, birkaç konu hariç, taş üstüne taş koyamamışlığımız, “Sözün dinlenmediği yerde sessizlik evlâdır.” kaidesince şehir hakkında susmanın daha hayırlı olduğunu kabullenmemize sebebiyet vermiştir.
Yazılarımızın ilgi alanı içinde olduğunu bildiğimiz okurlar, dostlar Şehrin Müslüman Araplarca alınışında şehre “Vali “olarak atanan Sahabî Sa’sa’a hakkında 1995’ten bugüne neler yazdığımızı bilir, bilmektedir. On sekiz senedir kaleme aldığımız bu husus, haklılığı kabul edilmesine rağmen, Camîi-Medrese ve defnedildiği mezarın bulunduğu alan, birkaç kez eski şekline çevrileceği söylenmesine rağmen, öyle kalmıştır.
Bu mekâna dair orijinal fotoğraf karelerinin elimizde mevcut olması, belgelerin bulunması mana ifade etmiyor. Katıldığımız Uluslararası bir sempozyumda konu hakkında sunduğumuz tebliğ-bildiri, kitaplaşan bildiriler arasında yer almamıştır. Mezkûr alan, iş yerine dönüştürülmek istenmiş ve bunun tarihe saygısızlık, kültüre yabancılık, inanca hürmetsizlik, şehrin ilk İslam Valisi olması hasebiyle resmîyete ters bir durum olduğu, yeri bilinen, vefatıyla beraber ülkemizde ilk sahabî mezarının zikredildiği alanın belli olması, kimisini tatmin etmekten uzak düşmüştür. Herhalde konu inanç olunca, tarih, kültür fazla önem taşımaz. Ve halkın ismine Sultan ünvanını getirdiği Sa’sa’a, naşının çıkarıldığı mezarı yerle bir edilmiş, adına yaptırlan Camiî sonradan eklenen minaresi ve medresesi olmak üzere ortadan kaldırılmış, mekân parka, çayhaneye, pastaneye, işporta mağazasına çevrilmiş, en son yıktırılan alanın üzerine çok katlı bina dikilmek istenmiştir. Tarihe, kültüre, inanca bağlılığın işareti olarak değindiğimiz konu sonrası oluşan Sivil Toplum Kuruluşlarının basın açıklaması, yerel ve ulusal gazetelerin konuyla ilgilenmesi, yerin ihalesinin iptal edilmesine ve belirlenen alanın eski şekline döndürülmesine sebebiyet vermiş, yıllar geçeli alanda hiçbir çalışmanın gözle görülmemiş olması, bu işin kadük hale geldiğini gösterir.
Mekân bu gün Ulu Camiî yanı ve Hasan Paşa Hanı üst köşesinde garip ve mahzun bir bekleyişin ne zaman sona ereceğini bilmeyen yapıda, işin ehli olanları beklemektedir., açıkçası.
Bu yerin Vakıflar Müdürlüğü uhdesinde bulunan ve vakfiyesi olan bir vakıf olması, Cumhuriyetin ilk dönemlerinde yoksullara dağıttığı aş yardımı, sürekli Kur’an okunan bir mekân olması, medresesinin bulunuşu, geçmişe saygı adına Ulu Camiî gibi, bir büyük ibadethaneyla karşı karşıya bulunmasına rağmen kapatılmaması, demek ki bir mana ifade etmiyor, açıkçası. Dün saygı gösterilen, hürmet edilen bir mekân, muhteris bir belediye başkanının sudan bahanelerle yıktırılmasının üzerinden 1926-1928’den bu güne seneler geçmesine rağmen unutulmamış ise, Osmanlı Salnameleri’nde saygıyla bahse konu ediliyorsa, inanç turizmi şemsiyesinde kendisine yer bulmuyorsa, öncelikle Mülkî İdarenin samimiyetine ihtiyaç vardır, İstanbul Eyüb İlçesini ilçe yapan, İstanbul’a değer katan Eyüb el-Ensarî Hazretleri ise bizim için Sultan Sa’sa’a aynı konumdadır. Bilgiye, belgeye, fotoğrafa, şahide itibar etmeyen anlayışa karşı, biz daha ne diyebiliriz, kalemimizle?
İkinci Mevzuû, yine yazdıklarımızı takip eden, okuyanlar için Hazreti Süleyman Camii’dir. Bu kompleks yapının üst kısmında yer alan İç Kale düzenlemesi yapılırken yığma Höyüğün açılmasını istedik, öncelikle. Üniversitenin arkeoloji bölümünün oluşu, yüzlerce arkeolog mezun eden Üniversitenin konuya müdahil olmasını istedik. Vaktiyle Askerî Bölge konumunda olan İç Kale, boşaltıldıktan sonra İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü’ne devredildi.
Müdürlük, daha önce bataklık bir alana kurulan müzenin buraya taşınmasını istedi. Yapılar, şehrin turizm anlayışına göre şekillendirilmek istendi. Bu açılışa ben fakir de davet edildim, davete icabet ettik. Roma Dönemi ve İslam Dönemi yapıların bulunduğu alanda kilise olduğu söylenilen ve aslında saray olarak inşâ edilen bölüm öne çıkartılarak, Saint George Kilisesi denilen alana daha önce verilen başka isimler unutturuldu. Kilise denilen yer saray değilse, büyük bir güç olan şehrin ve şehre bağlı şehirlerin hükümdara ait mekânı maalesef sorgulanmadı. Bu şehirde bulunan yöneticinin güvenilir biçimde yaşadığı mekânın sorgulanması yapılmadı.
Diyarbakır’ın Roma Dönemi İsevî Yönetimi Milad sonrası 300-639 arası olduğu düşünülürse, Hristiyan inancına ait ibadethane mekânlarının oluşumu, İç Kale olmamalıdır. Nihayetinde İç Kale, savunma merkezidir. Şehrin İdarî Merkezi’nin şimdiki Ulu Camiî olduğunu belgeledik, yadık, söyledik. Kilise olarak gösterilen mekânın Mesudiye Medresesi’nden başka bir yer olmadığını, Ashab-ı Kehf’e zulmeden Dacitus’un (Dakyanos) burada hüküm sürdüğünü Lice’deki Antik kalesi-Şehri ve Ashab-ı Kehf Mağaraları, Fis (Filedelfiya) Ovası, Fis Kayası olmak üzere elimizde ne belge ve bilgi varsa ortaya döktük. Ne yazık ki şartlanmış olanlar, sadece kendi bildiklerini, tekrarladı, belirtti ve mesleği Öğretmenlik olan bu satırların yazarının akademik unvan taşımamasını küçümsemiştir.
Diyarbakır Ulu Camiî tümüyle Mar Toma Kilisesi olsaydı, şehrin idarî merkezi olarak başka bir yer olması gerekirdi. Biz, Ulu Camiî altında yapılaşmanın olduğunu belirttik, Keçi Burcu’nda olduğu gibi alt zeminin yer aldığını belirttik. Keçi Burcu’ndaki manastırın tarihen yer olarak saptanmayan ismine yer verdik ve bu böyle kaldı. Ulu Camiî’de yapılan çalışmalar açıklanmadığı için bizim ancak çalışanlardan edindiğimiz bilgiyle belirttiğimiz şekilde yapılaşmanın olduğunu öğrendik. Bir dönem cemedhâne ( Kışlık kar depolama yeri) olan kısmın açılmasında orada bulunan biri olarak, çıkartılan malzemenin müzeye taşındığını bilmekteyim. Aşağıya doğru inen basamaklardan burada karın kıştan depolanıp, yaz sıcağında yoksul halka padişah fermanıyla ücretsiz dağıtıldığını, cemedhânenin karşıısnda duran, camiî girişinde sağda bazalt taşlarına yazılan kitabeden, Padişah Fermanı’ndan okumak mümkündür. Yoksa her kitabeyi Kur’an-ı Kerim’den sayan kimileri, Arapçayı bilmediği için sigara kâğıdının üstündeki sigaranın nasıl sarılacağını belirten açıklamaları Kur’an-ı Kerim’den ayetler olarak mı anlamaktadır, bazıları?
Diyarbakır’da ilk İsevî Kilisesi, Şemsilerin tapınağının üstünde kurulan Süryanî Kâdîm Kilisesi’dir ve iç içe olan bu iki kilise bugün “Meryem Ana Kilisesi” olarak bilinir. Yaptığımız araştırmalarda İç Kale’de “Kilise” olarak gösterilen mekân’ın Roma Dönemi’nde yaklaşık Milad Sonrası 100-200 Yılı’na endekslendiği belirtilmekte, bu durumda yapının kilise olarak yapılmadığını göstermektedir.
Değindiğimiz üçüncü husus, Hz. Süleyman Camiî ve karşısındaki yapıdır. İç Kale düzenlenmesinde Hz. Süleyman Camiî göz önüne alınmamştır. Tüm gözlerin İç Kale’ye çevrildiği ortamda harcanan masraf içinde Hz. Süleyman Camiî yer almaz. Biz, vaktiyle burada İnanç Turizmi söz konusu olacağı için kabirlerinin yer aldığı Sahabî hatırı için Camiî’e gelenleri mutlu etmek için, bu kabirlerin yer aldığı alanın içini gören kimi pencerelerin açılmasını gündeme getirmiş, bunun önemine değinmiştik. Ne yazık ki oldukça önemli olan bu teklifimiz, diğer tekliflerimiz gibi kabul görmedi.
Hz. Süleyman Camiî ve özellikle sahabî kabirleri hatırına yılda milyonu geçen ziyaretçi, gözden çıkarılan, temizliği yapılmayan ve unutulmaya terk edilmek istenen mekân’ı çevreleyen gecekondular yüzünden oldukça sıkıntı çekmiştir.
Kentsel Dönüşüm ile yıktırılmaya başlanan yapılar içinde mescidlerin ve camilerin bulunduğunu belirtmemiz, kimilerini ürkütmüştür. Hamza Beg Mescidi’ne “Değirmen” diyenlerin varlıkları gün ışığına çıkmış, burada onu bulan İslamî İbadethanelerin mevcudiyeti tarihen sabit olmasına rağmen, bulundukları alan belli iken, konuyla ilgili araştırma yapması beklenilen yetkililer, her zamanki sessizliğini korumuştur. Haklı itirazlara cevap vermekten uzak olanların Sultan Sa’sa’a konusundaki ketumlulukları artmıştır. Bir dönem Vakıfların sattığı camiî-mescid listesi elimizde olduğu kadar, kendilerinin de elindedir. Biz, kayda geçmiş ve yayınlanmış bu yapıların ismini biliyoruz, nerede olduğunu bilmekteyiz. Öncelikle Buzhane’ye giderken sağda en son noktada Sur altında iki tarafı açık bir mescid vardı. Burada kamete duran biri olarak, Kentsel Dönüşüm uğruna bu mescidin yıkıldığını öğrendik.
Hamza Beg Mescidi’ne itiraz edenlerin Sîn Camiî için diyeceği ne olabilir? Yahudî Havrası için kolları sıvazlamak maharet ise, yıkılan kiliseyi tamir edip ortaya çıkarmak maharet ise, Camiî ve Mescid için bu denli atıl durmanın manasını çok iyi bilenlerden cevap beklemenin ne anlamı vardır?
Bu alanda Antik Roma Tiyatrosu’nu ortaya çıkartmaya gönül vermiş olanların öncelikle canlı cenaze misali İç Kale için ne yaptığını görmek gerekir. Höyüğün ortada hali, tarihe ışık tutacak iken, höyüğü açmaktan uzak duranların İç Kale’de harcanan büyük meblağların heba olduğunu saklamasına ne gerek vardır? Şimdi bu alanı Antik Roma Tiyatrosu adına delik deşik etme, bize tarihe saygı olarak sunulacak ise, buna itirazımız olmaz. Daha önce de belirttiğimiz gibi Hacı Bayram-ı Velî’de korunmaya alınan tapınağı emsal göstermiş ve burada kazı yapılırken Hamza Beg Camiî’n muhafaza altına alınması gerektiğini belirtmiştik.
Buna itirazı olmayanların değirmen iddiasıyla ortaya atılması, “Höyükten ne haber?” dememizi haklı çıkarmaz mı? Dün bataklığa dikilen müze için ne yapıldı? Müze, bataklık alana dikilirken gerekli çalışmalar neden yapılmadı? Devletin bunca parasına, bizden alınan vergilerin hebâ edilmesine yazık değil mi? İç kale’de gösterişli açılışların üzerinden epey zaman geçti. Bir arpa boyu yol alınmayan İç Kale’de çalışmalar tamamlanmadı. “Höyük altında kalan tarih, gün ışığı görsün.” tekliflerine kulak asan olmadı.
Hz. Süleyman Camiî, bu aşamada görmezlikten gelindi. Karşısında Hamza Beg’in yaptırdığı camiî, görmezlikten geliniyor. Biz, “Yapının kıbleye bakan tarafı kazılsın, mihrabı ortaya çıkarıldığında bu yapının değirmen olmadığı ortaya çıkar” teklifimize de cevap verilecek mi?
Elimizdeki kayıtlarda “Değirmen” denilen alanın şahıslara satıldığı görülmektedir. Kara Amid Dergisi’nde Diyarbakır Eski Milletvekili Mustafa Âkif Tütenk’in hatıralarında ilimizde yeri satılan camiî-medrese-mescid alanları birer birer geçmektedir. Buna kimi diğer inançlardaki mekânları da dahil edebiliriz. 1930 Sensindeki tapu kaydında “Değirmen” olarak yer alan mekânın öncesinin sorgulanmadığı ortadadır. Sultan Sa’sa’a mekânı da “Burası kilise müştemilatıdır.” manasında bir raporla bağlanmıştı. Mezkûr alanda su kanallarının yer aldığı, böylelikle bu alanın kemerli yapının değirmen olacağı kanaati doğru ise, hangi değirmen kemerli olarak inşâ edilmektedir? Bu sorunun cevabını almamız, nâ-mümkündür.
Diyarbakır’a ilişkin kimseyi incitmeden ve elimizdeki bilgilerden belgelerden yola çıkarak belirttiğimiz düşünceler, elbette kaynaklara dayanmaktadır. Hz. Süleyman Camiî karşısında değirmen olarak kemerli bir yapı inşâ ediliyorsa, Hz. Süleyman Camiî haziresine gömülmenin ayrıcalık gerektiğini belirtmemize gerek var mı? Hz. Süleyman Camiî karşısında yapılan Akkoyunlu Mescidi-Camiî, şehrin fethinde şehit düşen ashabın hatırına yapılmıştır. “Değirmen” iddiası karşısında söylenecek ne vardır. Abdüssettar Hayati Avşar Hocamızdan dinlediğim kadarıyla- kendisine konuyu anlatan Abdulgani Fahri Bulduk Efendi- bu ibadethanenin dışında altı-yedi ibadethanenin daha var olduğunu, Hz. Süleyman Camiî karşısındaki ibadethanenin sahabeye yakın olduğu için daha tercih edildiğini ifade etmişti. 1990’larda yaptığımız görüşme notlarında yer alan bu açıklama için belge-ses kaydı isteniyorsa, kendi tanıklığımız buna yetmez mi?
Abdulgani Fahri Bulduk’un el-Cezire Tarihi’nden aynen alıntı: “İç Kale Kapısından girince yolun sağında idi. Birinci Dünya harbi sırasında yıkılmıştır.” Bu eseri bulamayanlar için, aynı açıklamanın geçtiği eser: XIX. Yüzyılın İlk Yarıısnda Diyarbakır İbrahim Yılmazçelik sayfa 67 TTK Yayını 1995 Ankara .
“Bu eser yeterli olmayabilir” düşüncesiyle başka bir kaynağı sunuyorum: 16. Yüzyıl Ortalarında Diyarbekir Beylerbeyliği’nde Vakıflar. Eseri hazırlayan Alpay Bizbirlik, Türk Tarih Kurumu Yayınları 2002 .
Bu eserin 100. sayfasında yer verilen bilgi, bu alanın değirmen olduğunu söyleyenlerin ifadesini yalanlamaktadır:
” Hamza Beğ, Hacı Hamza Ağa adları ile de tanınan bu mescidin ne zaman yapıldığı tam bilinmemekle beraber, yaptırıcısı Akkoyunlu Uzun Hasan’ın amcası Hamza Bey’dir. İç Kale’de bugün buz fabrikası yerinde olup da bu güne gelememiş eserlerdendir.
1564 tahririne göre mescid vakfının gelirleri tamamıyle gayrimenkul kiralarından oluşmakta idi. Bu dönemde giderler ise personel maaşları ve levazımat harcamalarından ibaretti.,
16. yüzyılın son çeyreğine gelindiğinde vakfın görevli sayısında düşüş (3 kişi) giderlerde ise yükselme görülür. Bu durum bir iki görevin birleştirildiği ve ücretlerin artırıldığı kanaatini doğuran sebeptir. Biraz daha sonrasında vakfın gider miktarında herhangi bir değişiklik olmamıştır.”
Cumhuriyet Dönemi’nde yayınlanan ve Cumhuriyetin her ilde sesi olan Halkevi Dergileri, bu gibi durumlar için kaynak teşkil eder mi? Diyarbekir Halkevi Drergisi Karacadağ’dan Hamza Beg Mescidinin vakıf olarak geldiğine dair çarpıcı açıklama, “Diyarbakır’da Vakıflar” başlıklı A. Şevket Kavut (Şevket Beysanoğlu) imzalı. Bu makalede Hamza Beg Mescidi’nin Vakıflar Umum Müdürlüğü tarafından doğrudan doğruya idare olunan mazbut vakıflardan olduğuna yer verilir.Bu mescidler içinde İç Kale’de yıkılan-yıktırılan-satılan diğer mescidler de vardır. Bu mescidleri burada zikretmeye gerek duymuyoruz, başka bir makalede ele alacağımız için ehli olanların bildiğini sanıyoruz.(Karacadağ Mecmuası Sene:2 Sayı :19 Sayfa: 19 Ağustos 1939)
Yine farklı ve hemen herkesin ulaşabildiği bir kaynak: Anıtları ve Kitabeleriyle Diyarbakır Tarihi. Yazqarı, Şevket Beysanoğlu. Büyükşehir Belediyesi Yayını olan bu eserin ikinci cildinin 462-463. Sayfasında yer verilen bilgi:
“Hamza Bey Mescidi: Hicri 848. M.1444 Yılında ölen ve Mardin’in Bab-ı Savur( Babu’s-Sûr) semtinde gömülü bulunan Akkoyunlu Hamza Bey tarafından yaptırılmıştır. Hamza Bey’in saltanat Dönemi Hicri 838/848 Miladi 1434-1444 tarihleri arasındadır. Bu mescidin de bu tarihler arasında yaptırılmış olması mümkündür. Hamza Bey, Uzun Hasan’ın amcasıydı. Mescid, İç kale’de idi. Şimdi yerinde Sınaî Teşebbüsler A. Ş. Ait buz fabrikası vardır.”
Daha farklı kaynaklara da değinebileceğimizi ifade edelim. Bu kaynakların yeterliliği söz konusu değilse Osmanlı Dönemi Salnameleri’nde bilgi mevcuttur.
Halen resmiyette var görünen zamanında Diyarbekir Bankası’nın da faaliyet gösterdiği mekân, Saray Kapı’nın sağından başlar, Hamza Beg Mescidinden Fatih Paşa’ya açılan kapı’ya kadar olan geniş alanı kapsar.
Bu bilgilerle ikna edilmeyene, ikna olmak istemeyene kalkıp G. Bell’den fotoğraf getirsek, Amida’da da bilgi varsa aktarsak, nafiledir. Bir de Evliya Çelebî’nin bahsettiği Sin Camiî vardır, diğer kaynaklarda da geçen.
Amacımız, bağcıyı dövmek değildir, kesinlikle. Tarihen sabit olan bir mescidin şahıslara satıldıktan sonra özel mülkiyet kapsamına girmesi sonrası, Kentsel Dönüşüm esnasında yıkımını durdurmak ve tarihe mal olmuş bir eserin korunmasıdır.
Amaç, Antik Roma Tiyatrosu’nu aramak olduğundan mıdır, verdiğimiz kaynaklar ve bilgiler önemsiz, itibar görmeme derecesine indirgeniyor? Belgeye-bilgiye-kaynağa itibar edilmeyecek ise, bilimsel ölçüler nelerdir?
İşte Hazreti Süleyman Camiî karşısında yer alan mekânın hikâyesi budur, açıkçası. Şehrin Kültür Envanteri’nde, İç Kale Projesinde belirtilen Roma Antik Tiyatrosu’nu gün ışığına çıkarma ameliyesinde belirtilen takvime uymak isteyenler, bu mescidin ortaya çıkarılmasını önemsemezse, bunun tarihî bir ser olduğunu kabul etmezse, kendilerince bir kısmını yıkıp, kalan kısmını da yıkarlarsa, bir araştırmacı olarak, kalemimiz var oluncaya kadar, şehrine sahip çıkmaya ahd eden biri sıfatıyla bu yıkımı yapanları hayırla anmayacağız, makalelerimizde.
Antik Tiyatro ortaya çıkarılsın, bir yerde kazılar yapılsın. Şehrin tarihini, sadece Roma Devrine endeksleme olmamalıdır, bu proje. Şehirde, eski yerleşim alanlarının tümü sit alanıdır, açıkçası. Gecekondulaşmaya göz yuman anlayış, tarihe saygı göstermemiş, her yer talan edilircesine yağmalanmış. Bunu hepimiz kabul ediyoruz da iş, yeni bir talana dönüşsün istemiyoruz.
Bu alanın tüm itirazlara rağmen yıkılması ve Hazreti Süleyman Camiî’n İç Kale ‘nin gölgesinde bırakılması, Hamza Beg Mescidi’nin tarihî eser olarak kabul edilmemesi sonrasında yapılacak çalışmaların İnanç Turizmi’ni ne derecede etkileyeceği hesaba katılmalıdır. Gelecek olanlar Roma Antik Tiyatrosu için mi gelecek yoksa Hz. Süleyman için mi?
İç Kale, Surlar, burçlar el-hak çoğunlukla Roma Dönem’nden kalmadır. Şayet bu tiyatroyu merak edenler olursa, Hamza Beg Mescidi’nin alt kısmı’na sarkan bölümde kazılar başlatılsın. Zaten bir kaynakta geçen tiyatro hikâyesi, bu alanda yer almaktaysa problem söz konusu değildir. Amaç, Saray Kapı’dan Mescidi içine alacak yeri de yıkmak ise- bu böyledir- tarihe karşı bir hesabın verilmesi lazımdır. Eminim ki bu alanda bir başka dinin mensuplarına ait yapı olsaydı, böyle davranılmazdı. Bunun doğru olmadığını söyleyen de bulunmaz.
Bunca senedir bu şehir hakkında çaba gösteren, şehri sahiplenmeye çalışan biri olarak, kimseden ne mevkiî ne makam talebimiz oldu. Bu söz konusu olmadığı gibi, kimi zaman belirttiğimiz doğrulara tahammülsüzlük, doruğa ulaştı.
Dağ Kapı Burcu’nda yer alan Mervanî Mescidi için yaptığımız çalışmalar, yerel ve ulusal basına aksedince, bu şehirde olanlar, her şeyi bilirim diyenler, çok şey bilmekten uzak tarzda bu burcun turizme kazandırılması(!) amaçlı çalışmalar içine girmiş ve müdahil olma mecburiyetinde olan biz, seneler önce işaret ettiğimiz bu yanlışlığı defalarca yazılarımıza konu etmiş, bir gün bu burç ile ilgili bir çalışma ortaya çıktığında “Dağ Kapı Burcu’nda Bir Mescit Var!..” denileceğini açıklamıştık.
Bu alenî, kitabesi, mekânı, Mihrabı belli olan mekâna bile tahammülsüzlük içinde bulunanların varlığı, bu şehirde söz İslâmî yapı olunca yan çizme alışkanlıklarının kendiliğinden, fıtrî ortaya çıkardığını gösterir. Nihayetinde Dönemin İl Valisi, kendisinin bu konuda bilgilendirilmediğini, burada bir camiî varlığından haberdar olmadığını, bilgilerin ev belgelerin kendisine ulaştırılmasını özellikle belirtmiş, böylelikle bu mekânın aslî özelliğine kavuşturulacağını sözlü-yazılı olarak belirtmiştir.
Mervanî Mescidi için yapılan çalışmaları bile tii’ye alan bir yazar, bunun bilinçli bir toplum mühendisliği olduğunu belirtmiştir. Biz, Sultan Sa’sa’a’yı Arap, Hamza Beg’i Türk, Mervanî’yi Kürd , üç farklı millettin mimarî eserini aynı inancın eseri olarak bir araya getirirken, sadece şehrimize olan bağlılığımızdan dolayı gündeme taşıdık. Sultan Sa’sa’a’ya itirazı olmayanlar, Mervanî Mescidi’ne sesi çıkmayanlar, eminiz ki Hamza Beg Camiî-Mescidi için çaresizdir. Çünkü bu şehrin değerleri, yıllardır sahipsiz bırakılmış, bilmeyenlerin elinde şehir, birkaç kitap ile sınırlı bilgi ve İ;slâm öncesi devrin hayranlığı çerçevesinden dışarı çıkmamıştır. Amaç Roma Eseri’ne hayranlık ise surlar ve devasa Diyarbakır Kalesi onarımı bekliyor. Dönemin Kültür ve Turizm Bakanı, “İç Kale ömrümü yedi-bitirdi” derken, kendisini haklı görüyorum, şimdi.
Diyarbakır Kalesi hakkında bir dönem bir kuruma hazırladığım eser, yayınlanmadı, anlaşamadık, açıkçası. Bir dönem sonra-yakın zaman- bu konuda bir eserin kaleme alındığını gördüm. Baktık ki çatı aynı, metinlerin çoğu aynı minvalde.
Son söz olarak dememiz o ki, bu şehrin içinde bulunduğu konum hakkında belirttiğimiz açık ve net, bilgiyle belgeyle sabit konularda halen itirazlar söz konusudur. Bilgiye-belgeye itiraz edenler, neye hizmet ettiğinin bilincinde midir? Söz konusu tarih 639’dan bugüne olunca itirazları devam edenlerin, 639 öncesini bilmediklerini görme, şahsen bizi daha bir üzmektedir.
Diyarbakır’ın tarih, kültür ve sanat şehri olduğuna itirazımız yok, asla ve kat’a. Bu hususları görünce tarihten, kültürden, sanattan ve tarihi, kültürü, sanatı şekillendiren inançtan ne denli uzak düştüğümüzü görmemiz, daha bir üzüntü veriyor.
Ortaya koyduğumuz çalışmalarla bu şehre hizmet etme arzumuz, bizi doğrulayan kimi tespitlere rağmen kabul görmüyor, zaman içinde belirttiğimizin doğru olduğu söyleniyorsa, bu şehrin tarihine, kültürüne, edebiyatına, ilim ve edeb erbabına, yetiştirdiği isimlere daha bir eğilmemizin, saygıda kusur etmememizin gerekliliğini ortaya çıkartmıyor mu?
Sırası geldiğinde, bu şehrin tarihin, medeniyetin, kültürün, irfanın, sanatın beşiği olduğunu dillendirenlerin bir yapının ne amaçla yapıldığını bilmiyorsa, defalarca yanlışlıklarını ortaya çıkartıyorsak, bilgilerle belgelerle iddialarını çürütüyorsak, ilim ehline seslenmek gerekir, Üniversite camiasına, yetkililere seslenmek gerekir. Şehir ile ilgili çalışmalarda bir komisyon kurulsun ve yapılacak kimi çalışmalarda komisyon üzerine düşen görevini yerine getirsin. Sultan Sa’sa’a için hakikatı ortaya çıkarttık, burasının kilise müştemilatı olmadığını hem bilgi hem orijinal fotoğraflarla teyid ettirdik. Bu on senemizi aldı. Mervanî Mescidi için Mülkî âmir bilgilendirilmemişti. Kendisinin haberdar edilmediği mescid konusu belgelenince Dağ Kapı Burcu’nun projesi değişti, yapı aslına döndü. Bazısı diyebilir ki “Mescid öncesinde burası bir burç idi. Mervanî yapmış ise bize ne? “ Bari Mervanî Dönemini bilseler, böyle demez idi, bu tarihine, kültürüne yabancı kalmışlar. On Gözlü Köprü Mervanî onarımından geçtiği için Mervanî yapısı biliniyor. Bu köprünün aslının Roma olduğunu belirten ve bu köprünün Mervanî yapısı olmadığını söyleyen tek Allah’ın kulu, biz olduk. Fakat Mescidin Mervanî olduğunu söyleyince uzun zaman destek bulamadık.
Hamza Beg Mescidi için sunduğumuz bilgiler yeterli görünmüyorsa, Akkoyunlularla ilgili birçok ansiklopedik maddeden, kitaplardan iktibaslarda bulunabiliriz.
Bunca mesaimizi alan bu çalışmaları şehri sevme adına yerine getirirken, işimiz olmayan tarihçiliğin Tarihçilere mahsus olduğunu belirtmeye gerek var mı? Üniversitemizde Tarih ve Sanat Tarihi bölümlerimiz bulunmaktadır. İnanç ile ilgili hususlar için İlahiyat Fakültemiz var. Mimarî için Mimarlık Fakültemiz söz konusu. İş, arkeolog işi ise Arkeoloji, üniversitemizde mevcut. Bizim sitemimiz bu. Şayet Hamza Beg Mescidi için hazırlanan değirmen raporunda Sultan Sa’sa’a ve Mervanî Mescidi raporunu hazırlayanların imzası mevcut ise, sunduğumuz belgelerden yola çıkılabilir, isteyenlere bu belgelerle birlikte diğer kaynakları sunabiliriz.
Diyarbakır’ı bu yönleri ile ele almak ve tanıtmak, bize düşmüş ise, ya bu şehirde araştırmacı kalmamış, yazar tükenmiş veya çok şey tersinden ele alınıyor. Bu işi bilen tek kişi ben değilim de diğer bilenler nerede? Tüm mesele bu!..
30.09.2013
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.